29 Nisan 2010 Perşembe

Everything Is Something Happened


Böyle bir maçı yazmaya çok da gerek yoktu aslında ama ileride dönüp baktığımda hatırlamak isteğim bazı şeyler olmasını istediğim için ufaktan karalamanın zararı olmaz diye düşündüm. Kırmıza kart ve vermediği gol(krkic) yüzünden bolca eleştrilen hakemle başlamak gerekir bence. Sonuca müdahale eden kararlar vermiş olabilir fakat geçen seneki Chelsea-Barca maçındaki hakem hatalarını da unutmamak lazım derim. İnter'in Otto Rehagel dönemindeki Yunanistan'ı andıran oyun anlayışı yüzünden çirkin bir futbol izledik aslında. Machiavellist insanlara göre sonuca giden yolda her şey mübah olduğu için Mourinho onları gözünde bir kahraman olabilir bu bağlamda. Oynamak isteyen Barca ve oynatmamak isteyen İnter benim gözümde kültür endüstrisinin parçası olmuş antipatik kulüplerdir. Bu yüzden buradaki yorumlarda kimse bir taraf aramasın. Maçtan iyi anlamda hatırlamak istediğim tek anektod Pique'nin forvet oyuncuları aratmayan soğukkanlılıkla attığı goldü. Sıra geldi kötülere. En başta içine Sabri Sarıoğlu kaçan bir Dani Alves'in bütün göz zevkimi bozduğunu söylemeliyim. İkinci olarak İnter'in zamanı harcamak adına yaptığı hareketler tam İnter'e yakışan cinstendi. İlker Yasin için ayrıca koca bir yazı yazmak lazım aslında. Sakat olan ve maç boyuna oynamayan İniesta gerçekten sahada olsa bu kadar çok İniesta demezdi, diyemezdi sevgli İlker Yasin. Ayrıca Messi'yi çok kolay durdurulabilir oyuncu kategorisine soktuğu için ve Guardiola'ya B planı yok diye salladığı için kendisine burdan sevgilerimizi gönderiyoruz. Göz zevkimi bozan Dani Alves, kulağımda ağır hasar meydana getiren İlker Yasin ve bütün maç beni bağırtan hakem yüzünden yarın bir kulak, burun, boğazcıya görünmek şart oldu. Sonuç olarak İnter turu atlayan takım oldu. Öyle ya da böyle. Maç bitiminde sahanın ortasına gelen Mourinho, ben tekim, bennnn tekim, beeeen tekim, tekim, tekim bennnnnn, ben tekim diye bağıran Melek Yargıcı gibiydi. Maçlar, kupalar kazanabilirsiniz ama bunu bütün insanların sevgisini ve saygısını kazanmadan yaparsanız büyüklüğünüz sadece sahada kalır. Tanrı imajına bürünen Mourinho bugünün kazananı ve büyüğü olabilir fakat yendiği takım Barcelona her zaman ondan büyük kalacaktır. Fatih Terim güzel söylemiş aslında: Everything is something happened( çevirisi size bağlı olarak değişir)

27 Nisan 2010 Salı

Paul Hunter


Zihinde bazı isimler vardır, duyduğumuz anda çağrışım uyandıran isimler... Bundan 4-5 sene önce Snooker ismini duyduğumda aklıma birkaç oyuncu gelirdi, en önlerinde de Paul Hunter. Yüzü, saçları, stili, akılda kalan cinstendi çünkü. Hele öyle bir geri dönüşü var ki O'Sullivan'a karşı, tamam işte dedik, Roket'ten sonraki favorimizi bulduk.... Bilardonun Becham'ıydı o(beckham of the baize). Bana göre ise çok daha fazlası...
Bu günlerde 2010 Dünya Snooker Şampiyonası var. Hep bir yerlerden çıkacak gibi bekliyorum onu. Lakin, spkerin ısrarla "the man from Leeds" diye adlandırdığı sarı saçlı oyuncuyu bir türlü göremiyoruz. Önceleri kötü haberleri duymamazlıktan gelip, oyununa devam ediyordu midesinde ağrılara rağmen. Hastalığı yeneceğini düşünüyorduk hepimiz. Ama maalesef doğum gününe beş gün kala 27 yaşında mide kanseri yüzünden hayata veda etti. En yakın arkadaşı Matthew Stevens'ın başını çektiği Snooker camiası yastaydı.
Artık onun anısına "Paul Hunter Classic" isimli turnuva düzenleniyor. Ayrıca adına kurulan kurum sayasinde yardıma muhtaç çocuklara spor ve sosyaleşme imkanı sunuluyor.
Bu 27 rakamına ayrıyetten kılım. Kurt Cobain, Jim Morrison... Korkuyla bekler olduk sevdiğimiz insanların 27'sine gelişlerini...

25 Nisan 2010 Pazar

Lilian Thuram'a İthafen



Bob Marley-One Love-Playing for Change

One Love, One Heart
Let's get together and feel all right

As it was in the beginning
So shall it be in the end
Let's get together and feel all right

Let them all pass all their dirty remarks (One Love)
There is one question I'd really like to ask (One Heart)
Is there a place for the hopeless sinner
Who has hurt all mankind just to save his own?
Believe me

One Love, One Heart
Let's get together and feel all right
As it was in the beginning
So shall it be in the end

One Love, One Heart
Let's get together and feel all right

Let's get together to fight this Holy Armageddon
When the Man comes there will be no no doom
Have pity on those whose chances grove thinner
There ain't no hiding place from the Father of Creation

One Love, One Heart
Let's get together and feel all right

Lilian Thuram


Bir+Bir dergisi bu ay da harikulade bir röportaja imza atmış. Futbol dünyasındaki entellektüllerden biri sayılan Lilian Thuram ile gerçekleştirelen keyifli bir yazı sunmuşlar okuyucuya. Kalp rahatsızlığından dolayı futbolu bıraktıktan sonra, her sahaya çıktığında maruz kaldığı ırkçı söylemlere karşı verdiği mücadele ve yazdığı kitap (Benim Syah Yıldızlarım) ile ismini duyurmaya devam ediyor Lilian Thuram. Bir futbolcunun gerktiğinde çok duyarlı ve bilgili olabileceğini gösteren bu yazıdan bazı satır başları...

-Sarkozy bana hükümette farklılıklardan sorumlu bakan olmayı teklif etti fakat dünyaya bakış açımızın 180 derce zıt olduğunu anlayınca geri çevirdim. 2005'te banliyö ayaklanmalarından dolayı Siyahları ve Arapları hedef alan "ayak takımı" hikayesi ve ayrıca meşhur Dakar konuşması, onun aldığı eğitiminden dolayı aklında oluşan önyargıları gözler önüne seriyordu.

-Beni yazmaya asıl motive eden şey, insanlara sorduğumda tek bir siyah bilim insanı, şair ya da felsefeci söyleyememeleridir. Siyah hakkında tarihin kölelikten başladığını sanıyorlar. İtalya'da ve İspanya'da futbol oynarlen, Mısır firavunlarının, mesela Tharqa'nın siyah olduğunu söylediğimde, kimse inanamazdı.

-Kolektif bilinçaltında, Siyah halkın tarihi kölecilikle başlıyor. Siyahlar hükmedilen, aşağı bir varlık olarak ortaya çıkıyor. Irkçılığın Siyahlarla Beyazların bir çatışması olmadığını, insanın insanı sömürmesinin bir mekanizması olduğunu göstermeliyiz.

-Bir ülkede futboldan çok bahsediliyorsa, bu, demokrasi adına kötüye işarettir.

-Çok kültürlü ve ırksız bir cumhuriyet için yapılan girişimlere ve çabalara rağmen çok keskin bir kriz yaşandığı doğru. Zihinlerin "sarkozileşmesi" vahim bir gerçek. Ama aynı zamanda buna karşı sesler de çıkıyor. Çok kültürlü, çok renkli, hele karma evliliklerin sayısına bakarsanız, bayağı ileri. Dolayısıyla asıl sorun kimliğimiz değil, bu küreselleşme, toplumsal adaletsizlik ve eşitsizlik beraber yaşamamızın koşulları

-Alber Einstein'ın dediği gibi: " Dünya yaşamak için son derece tehlikeli bir yer; kötülük yapanlar yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden. "

17 Nisan 2010 Cumartesi

NBA 2010 Play-Offs Tahminleri


Los Angeles Lakers 4-1 Oklahoma City Thunder

Denver Nuggets 4-2 Utah Jazz

Phoenix Suns 4-1 Portland Trail Blazers

Dallas Mavericks 4-3 San Antonio Spurs

Clevland Cavaliers 4-0 Chicago Bulls

Boston Celtics 4-2 Miami Heat

Atlanta Hawks 4-1 Milvaukee Bucks

Orlando Magic 4-1 Charlotte Bobcats

16 Nisan 2010 Cuma

Bucks vs. Hawks

Cumartesi eşleşmeleriyle devam edelim.Herkesin bildiği gibi Milwaukee All-Star haftasonundan sonra sezonun ikinci yarısında müthiş bir seri yaparak play-offa adını yazdırdı.Salmons'ın beklenen çıkışını takıma yansıtmasıyla iddialarını ortaya koydular amaBogut'un sakatlığı sonrası işlerin o kadar kolay olmayacağı aşikar.Hele ki Bogut'un ligin defansif anlamda önde gelen oyuncularından biri sayıldığı şu dönemde...
Play-offlar tenis maçları gibi.Evindeki maçlardan birini kaybedersen servisin kırılır ve play-off takımlarına karşı break-back yapmak oldukça zor olur.
Oyun kurucunun kararlarının çok önemli olduğu sezon diliminde Jennings gibi aldığını atan biri olunca da işlerin kötü gitmesi muhtemel.Sezon içinde maç başına 21.8 şut denemesinde bulunan biri için daha ne denir.Unutmadan, kendisi henüz çaylak.İçerde faul yapma eksperi Ersan İlyasova, yine de kalitesi tartışılmaz, 37lik "Kurt" Thomas,Mbah a Moute,Brezec ve Darnell Jackson...
"Human Highlight Show" dedikleri Atlanta'nın uzunları ile baş etmeleri çok zor.Hepsi atletik, hepsi çabuk ve hepsi yeteri kadar fizikli.
Milwaukee için Jerry Stackhouse ve Salmons'ın ön plana çıkmasını bekliyorum bu seride.
Atlanta kanadında ise dinlenmiş Joe Johnson,ve saz arkadaşları Smith,Williams ve Horford yeteri kadar eşleşme sorunu yaratıp bundan fayadalanacaktır.
Atletik takım her zaman her takıma zor zamanlar yaşatmıştır.Bu seride Atlanta tecrübesiyle ve atletikliği ile çok daha ağır bassa da lige başladıkları hızda sezonu bitiremediklerinden şut yüzdelerindeki düşüş bu serinin skorlarının yakın ve düşük skorlu olacağını gösteriyor.
Koçlar kısmını pek uzatmak istemiyorum.Ne Skiles ne de Curry uzun vade için yeterli koçlar.İkisi de ellerinden geleni yapıp takımlarını iyi hazırlayacaktır.
Enteresan bir seri bekliyorum.Mevcut sakatlar ve tecrübe eksikliği kağıt üzerinde Atlanta Hawks' favori yapıyor ama şut isabetindeki formsuzluk ve maçları koparamama serinin tüm maçlarının yakın skorlu olacağını gösteriyor.
Seri sonucu Atlanta Hawks 4- 2 Milwaukee Bucks

14 Nisan 2010 Çarşamba

Playing For Change/ Song Around The World



This song says, no matter who you are,
No matter where you go in your life
At some point you're going to need
Somebody to stand by you.

Oh yeah! Oh my darlin' Stand by me!
No matter who your are, no matter where you go in life
You gon need somebody, to stand by you.
No matter how much money you got, or the friends you got,
You gon need somebody, to stand by you

When the night has come, and the way is dark,
And that moon is the only light you see.
No I won't be afraid, no I-I-I won't be afraid
Just as long as the people come and stand by me.

Darlin' darlin' stand by me, Ooo stand by me Oh stand
Stand stand by me C'mon stand by me stand by me

If the sky that we look upon
Well should tumble and fall
And the mountains should crumble to the sea
I won't cry, I won't cry, no I won't she'd a tear
Just as long as you stand, stand by me

Oh darling, darling stand by me, oh stand by me,
Oh please stand, stand by me, stand by me.

Oh darling, darling stand by me, ohh stand by me,
Please stand, stand by me, stand by me.
Ohhh baby, baby...

Oh darlin' darlin' stand la la nomie
Ooo stand la la nomie, O stand O stand stand
Stand by me c'mon stand by me, stand by me.
Stand la la nomie, oh won't you stand, la la nomie,
Oh stand la la nomie, stand by me, c'mon stand by me.

When the night has come, and the way is dark
And the moon, is the only light you see
I won't be afraid, lala nomie, I won't be afraid
Not as long, not as long as you stand by me

Not: Sözlerin bazı yerlerinde aksaklıklar var. Düzeltilecek!

"O" An


Oğuz Aksever yorumlasa: "Sıradaki fotoğrafımız tenis kortlarından bir enstantane."O" an'ların büyüsü olduğuna, fotoğrafların duygu zerrlerini yakalayan bir sanat olduğuna inanmanın eşiğinde geziniyorum. Reuters'den arkadaşımız deklanşöre öyle bir anda basıyor ki"...diye başlardı şüphesiz.Oğuz Aksever'e hak vererek ben de fotoğrafa ilk baktığımda Marsel İlhan'ın oyuna ne denli yüksek konsantrasyonla bağlandığını görsemde; diğer taraftan " hadi lan ordan ne biçim topsun sende, bas git" ifadesini aklıma getirmekten kendimi alamıyorum.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Yelena İsinbayeva


Atletizmin en sevmediğim branşıdır sırıkla yüksek atlama. Günlük hayatta cimri, parasının hesabını yapan insanlara nasıl "santimci" diyorsak bu sporu yapanlar bu konsepte en uygun insan topluluğudur aslında. Normalde daha yükseklere ulaşabilecekken , sporcular rekoru santim santim kırıp, bu santimler başına 50 bin dolar almayı amaçladıkları için bana hep antipatik gelmiştir. Ağa babaları Sergey Bubka'dan gördükler yöntemle hep 1 cm geliştirirler rekorlarını. Sırıkla yüksek atlamada Sergey Bubka ismi ne ise, kadınlarda da Yelena İsinbayeva odur. Birde Svetlana Feofanova vardır tabii. Bir zamanların kankaları şimdinin azılı düşmanları Feofanova ve İsinbayeva... Spora ilk jimnastik dalında başlarlar. O zamanlar aletlerin üstünde atlarken gayet iyi anlaşan ikili, daha sonra biri yaş ve biri boy problemlerinden dolayı sırıkla yüksek atlamaya yönelilerler ve kıyamet kopmaya başlar. Artık birbirine selam bile vermeyen düşman durumundalar. Aynı uçağa binmiyor, birbirlerinin atlayışlarını izlemiyorlar. Feofanova'ya göre bütün bunların sebebi İsinbayeva'nın huysuzluğu. İlk rekorları Feofanova kırmaya başlamıştı aslında ama daha sonraları İsinbayeva'nın dominasyonuyla geçti. İsinbayeva en son 2009 Zürih'te Golden League yarışında 5.06 ile kendine ait olan rekoru geliştirdi. Bir dahaki hedefi 5.07 olacaktı şüphesiz. 5.15' lere kadar atlayabildiğini bilsek bile 5.07'ye razı olacaktık. Lakin ani bir kararla spora ara verdiğini söyledi. Vücudunu dinlendirmek için böyle bir karar almış. Kendisine hala yeteri kadar zengin görmediği için yakın zamanda geri dönecektir şüphesiz. Hangi rekor olduğunu tam olarak hatırlayamıyorum fakat kırdığı bir dünya rekoru sonrasında aynen şöyle demişti: " önceden fakir ama güzel bir kızdım, şimdi güzel ve zengin bir kızım". Gerek Feofanova'nın söylemlerine dayanarak, gerekse kendi ifadelerinden anladığımız kadarıyla pek düzgün bir sporcu kişiliğe sahip olmayan İsinbayeva'nın spora ara vermesi isabet olmuş. Onun güzel gözleri ve tatlı suratı bile bende oluşturduğu imajı silmeye ya da değiştirmeye yetmiyor ne yazıkki..

8 Nisan 2010 Perşembe

Hate Glazer, Love United


Dün oynanan ManU-Bayern maçı sonrasında son 7 yılda ilk defa yarı finalde bir tane İngiliz takımı bile olmayacak. Geçen sene 4 yarı finalistin 3'ü İngilizken bu sene hiçbiri yok. Buna İngilizlerin dışında, olası bir şampiyonlar ligi eşleşmesinde, erken rezarvasyonla yerlerini ayırtan İngizliler'den maç günü toplanıcak hasıtların ve daha şimdiden alınan SKY Sport reciever'larının sahibi otelciler de kuşkusuz üzülmüştür. Aslında bu nokta da kulüplerin suçu biraz da kendilerinde aramaları gerekiyor. İtalyan ve İspanyol kulüpleri daha büyük yatırımlar ve transfer peşinde koşarken bazıları ellerinde en büyük yıldızlarını rakiplere satmakla meşguldü. Daha dün Torres'in ağzından duyduk benzer söylemleri. Liverpool yönetimi suçluyordu gerekli takviyeleri yapmadığı için. Xavi Alonso, Arbeloa gibi oyuncuların satılmasını anlamlandıramıyordu. Diğer tarafta 90 milyon euro'ya sattıkları yıldızların ardından hala büyük bir borç batağında yüzen ManU da çok farklı bir durumda değil. Bu endüstriyel futbolun farkında olan ve yeşil-sarı atkılarını boynuna takan anti-Glazer'cılar dün yine tribünlerdeki yerlerini almıştı. Bayern mağlubiyetinden sonra bu desteğin daha da artacağı konuşuluyor. Old Trafford'da Milan ile yaptıkları maç sonrası Beckham da yeşil-sarı atkıyı takarak onlara destek vermişti. Kulubü aile şirketine dönüştüren Glazer'a karşı çok büyük bir nefret oluşmuş durumda. Kulubün asıl sahiplerinin kendileri yani taraftarların olduğunu düşünüyorlar. Manchester ismi üzerinde rant sağlamasını, reklam yapılması, kulubün ismini kirletilmesini hazmedemiyorlar. Burdan bir desteği de kendilerine biz verelim. Ve bu toprakların yetiştirdiği güzel insanlardan biri olan Zeki Demirkubuz'un sözüyle bitirelim: "Bütün suçlarına, günahlarına, kabahatlerine rağmen bence futbol olgusundaki en masum kitle hâlâ taraftarlardır."

Cristaona Lucarelli, Fidel Castro, Okan Bayülgen


Yaklaşık 1 ay önce TV'de Fidel Castro'nun üzerinde ilk olarak Adidas sora da Nike marka eşofmanlar gördüm. Oturup bir düşünüyor insan..İçinde bulunduğumuz okul dolayısıyla iyi bilirim sol görüşlü öğrenciler ayaklarına veya üstlerine yabancı sermaye malı bir şey giydiklerinde nasıl damga yediklerini. Kimine göre haklıdırlar, kime göre haksız...

Cristiano Lucarelli'yi bilmeyen yoktur. Onun siyasi duruşunu ve Livorna aşkını mezardakilerin bile duyduğuna inanırım bazen. Gramsci'lere , Komünist parti'lerine evsahipliği yapmış olan Livorna kenti doğumludur ve aktif kariyerine burda devam etmektedir. "Lİvorno'yu eşimden daha çok sevdiğimi söylüyorlar ama yanılıyorlar. Eşimi de en az Lİvorno kadar seviyorum" diyecek kadar Livorno aşığıdır. Onun takım için yaptıkları ortadadır. Zamanında çok büyük paralar teklif edilmesine rağmen “benim için milli takım” dediği Livorno’da kalmıştır. Gol attığında sol yumruğunu kaldırmıştır, formasının altında Che tşortu çıkmıştır. Stad’ta “bella caio” şarkısını çaldırtmıştır her gol sonrasında...Bütün bu fedakarlık ve emeklerine rağmen Shaktar Donetsk ve Parma macerası yüzünden yaftalanmıştır. Lucarelli ağır solcudur, emekçidir, işçi çoçuğudur diyenler olduğu gibi; o da paranın esiri olanlardandır, peki neden Shaktar'a ve Parma'ya gitti o zaman diyenler de mevcuttur.

Baştan söyleyeyim Okan Bayülgen'den ne hoşlanırım ne de nefret ederim. Bazen yapmak istedikleri ve yaptıkları arasındaki bağı kurmak için kafa patlatırım. Hazırlayıp , sunduğu programda "consume, obey, die" sözleriyle bezenmiş bir vtr gösterir her seferinde. Dışarıdan baktığınızda, eleştirisel, popüler kültür karşıtı, emekçi bir tavır sergilesede , kimi zamanda yaptığı hal ve hareketleriyle laf attıklarından pek bi farkının olmadığını gösterir(ya da gösterir gibi yapar). Şİmdi burda oturup bir düşünmeli. Üç kuruşluk programlara sallayıp da aynı zamanda o programlar sayesinde para kazanmak nasıl bir duygudur acaba? Ya da onları izleyenleri salak diye eleştirirken, kendi yaptıkları programları izlememizi istemesi adil midir? Yoksa bunlar sistemin içinde sisteme karşı olanlar mı? Aldıkları parayı nasıl kullandıklarını bilmiyorum. Belki de TV'nin insanlar üzerindeki etki gücüne güvendikleri için, laf aralarında verdikleri sosyal mesajlarla halka bir şeyler anlatmayı amaçlıyolardır. Bu görevi yapmak içinde gündemde kalmak gerektiğini düşünüyordur. Gündemde kalmak için de bazı hareketlerinin aşırıya kaçması gerekiyodur. Bu uğurda kendisini feda ettiklerini düşünüyor dahi olabilir, şaklabanlık yapmak uğruna da olsa. Sonuçta niyet ve amaç davranışı masum kılar. Benim fikrime gelicek olursak, bütün bu söylem ve hareket arasındaki çelişkilere rağmen, bu kişinin gerekli olan eleştiriyi yapıp, mesajı verdiği kanaatindeyim.

Burada bahsi geçmeyen binlercesi daha var... Şimdi Fidel’e bir eşofman giydiği için böyle devrimci mi olur arkadaş diyenlere sesleniyorum. Ya da Lucarelli’yi paranın esiri olmakla suçlayanlara. Aynı şekilde Okan Bayülgen’in neresi sosyalist diyenler iyi dinleyin: Oturduğunuz yerde yaptığınız eleştiriler, attığınız boklar sadece birer noktadan ibaret. En azından bir şeyler yapmaya çalışan insanlara saygı duyulması gerekildiğini düşünüyorum. Adam devrim yapmış yahu bir eşofman giydi diye bu zamana kadar yaptıklarını görmezden mi gelelim? Ayrıca Okan’ın niye Cumartesi, Pazar günleri olan programlarını izliyorsunuz ki? Adam pazartesileri gayet düzgün şekilde konuşuyor anlayana. Bütün kavramların iç içe geçtiği dünyada yazıyı Lucarelli’den alıntıyla bitirelim: “Sizin sağ ya da sol görüşlü olmanız beni temelde çok ilgilendirmiyor. Önemli olan düşüncelerinizde dürüst olmanız ve insanlara, olaylara karşı hakkaniyetli bir yaklaşım geliştirmenizdir. Politik meselelere ilgi duyan tek İtalyan futbolcunun ben olduğumu sanmıyorum.”

6 Nisan 2010 Salı

Bir el'in nesi var, İki Yaban'cının Sesi var

Türkiye'de hiç bitmek bilmeyen bir "yabancı" takıntısı vardır herkesin bildiği üzere. Konu kültüre, müziğe , spora, güzelliğe gelince yabancılara imrenme başlar, dünyanın en gözde isanları olurlar bizim için, fakat söz konusu kendi meslek dalımız ya da bildiğimiz bir konu olunca bir anda milliyetçi duygularımız kabarır. Ve o işin kompetanı oluruz.

1950'li yıllarından ardından, henüz sağlıklı düşünmeye başlayamamış(hala da düşünemeyen) bir Türkiye varken, hatta 50'den sonra iktidara gelen partiyle herşey daha da kötüye giderken ülkeye bazı misafirler gelirdi bizim çoğunlukla bilmediğimiz. Hatta Türk Kamu Yönetimi tarafından bile bilindiğine şüphe duyulan. Bu kişiler gelmeden Türk kültürünü, dilini, insanların karakteristik özelliklerini öğrenip ondan sonra yollanırdı ülkeye. Ana görevleri teknik yardım sağlamaktı. Örneğin bu yabancı uzmanlardan biri şöyle diyordu: " siz sanayileşmeyi bırakın, tarıma ağırlık verin"(Russel Dorr). Yaptıkları gözlemden sonra, sizin elinizi bu işlere yatkın, siz şunlara dokunmayın, kalkınmanız için şunlar şöyle olmalı gibisinden bir çeşit mentordu bunlar Türkiye için. Kendi değerlendirmelerimizi yapamadığımız için, dışardan yardım alıyorduk bir nevi. Aradan 60 yıl geçmiş bugün değişen hiçbir şey yok. Hala çoğunluğu Amerikadan olmak üzere uzmanlar ağırlıyoruz. Fakat bugün gelenlerin eskilerinden farkı, Türkiye hakkında hiçbir bilgileri olmaması. Almanya seyahati sonrası yukarıdan aldığı emirle Türkiye geçiyor ve yaptığı 3 günlük izlenim sonrası bunlar sizin faydanıza olur nasihatları sıralanıyor. Bugün hemen hemen bütün bakanlıklar yabancı uzmanlar için odalar var. (Maliye, Hazine). Hatta Genel Kurmay Başkanlığında bile yabancı uzman odası olduğu söyleniyor. Yani ordu için bile destek alıyoruz. Gelen uzmanlar, gizli ve okunması yasak belgeler olmasına rağmen adli sicil bilgilerimizi bile okuma hakkına sahipler hatta. Emnniyet desen keza..

Ülkenin başında 60 yıldır bunlar olurken. Biz hala sporda takımlara gelen yabancı oyuncuları ve yabancı teknik direktörleri tartışıyoruz. Avrupada başarı için çabalayan kulüplerin yabancı sayısını tartışıyoruz. İngiltere'nin Arsenal takımında bile kaç tane İngiliz oyuncu var sanki diyip, yabancı kontenjanın artırılması ya da sınırsız olmasını istiyoruz. Bir taraftanda da eğer ülkeye bu kadar çok yabancı gelirse Türk gençleri ve takım altyapıları gelişmez diyoruz, sanki yabancı gelmeyince altyapıdan oyuncu fışkırcakmış gibi. Bu olaylara son olarak Fenerbahçe Acıbadem'in şampiyonlar liginde final oynayıp kaybetmesinden sonra, gelecek sezon yapılanması için Federasyonla konuşurken yaptığı tartışma eklendi. Mehmet Ali Aydınlar diyor ki: " Yarı finalde oynadığımız Cannes takımında 13 yabancı 5 Fransız var fakat bizim takımda sadede 4 yabancı var".

Her tarafımız yabancılarla çevriliyken hatta yabancılarla yönetiliyorken, spor konusunda bu kadar milliyetçi tavır takınmak, olaylara sadece bir açıdan bakan, dar görüşlü insanlar olduğumuz içindir. Eğer belli başlı takımlarla baş etmek istiyorsak, en tepelere oynamayı hedefliyorsak içimizdeki bu milliyetçi duygulardan tam olarak olmasa bile biraz feragat etmek gerekiyor.Yanlış anlaşılmamak üzere söylüyorum, asıl demek istediğim takımın tamamının yabancı oyunculardan kurulması isteği değildir. Neden Türk genç oyuncuların gelen yabancılardan birşeyler öğrenebileceği ihtimalini görmüyoruz? Sadece yabancı kontenjanını kısıtlayarak Türk sporunun gelişmesi mümkün müdür? Gerekli eğitimi veremeyip oyuncu yetişmiyor diyerek beceriksizliği gelen yabancı oyuncular yüzünden süre alamamaya bağlamayalım lütfen.. Diyeceksiniz ki ülkenin başında yabancı uzman istemiyorken, spordaki bu yabancı hayranlığı niye? O kadarının hesabını da siz yapın. Bu kadar hassas bir konuda, her kafadan bir yorum geldiği ortamda bu yabancı tartışması hiç bitmez diyerek son noktayı koyalım.

4 Nisan 2010 Pazar

3 Nisan 2010 Cumartesi

Bir Zamanlar Spor Haberleri...


Ne çok şey değişti eskiye göre. Önceden bilsigisayarımız mı vardı? Etrafta olup bitenden haberdar olacaz diye otururduk tv başına haberleri izlerdik. Akabinde de spor haberleri tatlı niyetine gelirdi. Parayı bulunca spor dergisi, gazatesi alırdık. Futbolcu resimleri, etiketleri biriktirirdik... En sevdiklerimiz her zaman dolabın ya da duvarın en güzel köşesinde olurdu. Kendi hayallerinin peşinden gittikleri için örnek alınan sporcuların resimleriyle doluydu odalar. Fethiye'ye kaç tane geldiğini bilmediğim fakat bir tanesini abimin aldığından emin olduğum Fast Break dergisinden basket, Super Futbol dergisinden futbol takip ederdik. Aylık çıkıyorlardı..Bu yüzden içimizdeki heycanı, aşkı dindirmeye yetmiyordu. Derginin yeni sayısı eve girdikten sonra ilk kapağı açmanın verdiği duygu yeni oyuncak almaya bedeldi nerdeyse.Fakat bir kere tadını almıştık ya sporun ille de daha güncelini istiyorduk. Bu yüzdendir ki haberleri izlerdik, arkasından başlayacak spor haberleri için. Bütün kanalların spor haberlerini izlemek isterdik her ne kadar başaramasakta. Aynı saatte başlayıp aynı saatte biterdi hepsi. Zamanla ilgili en büyük sorunumuz buydu o günler için. Bütün haberleri izleyememek. Acaba bir kanaldakini izlerken, diğer kanalda duymadığımız bir gelişme yaşanmışmıydı düşüncesinden doğan sorular ertesi gün okula gittiğimizde arakadaşımıza soracağımız soruların en birincisiydi. Spor sayfası, spor gündemi, spor servisi isimlerini duyduğmuz an kumandadan tv'ye ses verilirdi anında....En çok da Ender Bilgi'nin hazırlayıp yönettiği spor gündemi kalmış aklımda...Kapandı artık o devir de. Kimse ana haber sonraları spor haberlerini izlemiyor, teletex'den haber okunmuyor. Artık ya sadece spor yayını yapan tv kanalları izleniyor, ya intenernetten tek tıkla istenilene ulaşılıyor. Bugunkü teknolojinin hoşuma gitmediğinden değil ama o haberleri bekleyişin verdiği hissiyattan bu eskiye özlem. Güzel anılar işte...Dedik ya herşey değişiyor diye spor medya dünyası da değişenler arasında ön sıralarda...Fakat o günlerden bu güne spor haberi izleyeceğiz diye bitmesini beklediğimiz ana haber bülteninin içeriğini oluşturan çarpıklıklar, yolsuzluklar, cinayetler ve ülkenin başındakiler hiç değişmiyor nedense...