30 Ekim 2011 Pazar

Deplasman


Kadıköy'den Beşiktaş'a...

Kaynak: kitlelerinafyonu.blogspot.com


21 Ekim 2011 Cuma

O'nun Hikayesi


Ayın 19'uydu. Karşısındakinin ani gidişine tanık olmuştu. Bakakalmış, el bile sallayamamıştı. Gözlerini kapattığında hep aynı sahneyi görüyordu. Hayatının büyük bir kısmını adadığı spora olan ilgisini bile yitirmişti. Ne yapmalı, nasıl bir çare üretmeli diye düşünüyordu. Aklına hiçbir şey gelmiyordu. Spordan daha iyi bir seçeneğinin olmadığına karar kıldı. Ya kendisini kaybedecekti ya da kendisini spora verecekti. İlk zamanlar zorlandı. Motivasyonu, konsantre olabilmesi için çok düşüktü. Yan gözlerle, küçük seanslarla bakabiliyordu haberlere. Günden güne maç izlemeye başlamıştı. Yazılar okuyor, aynı zamanda yazmaya çalışıyordu. İki ay geçmişti aradan. Spora olan sevgisini eski seviyesine çıkarttığını düşünüyordu. Yanılmıştı. Bu seferkinin nedeni daha farklıydı. Farklıdan ziyade her şeyden biraz birazdı...Garip, tarifi zor bir ruh hali içerisindeydi. Yaşadığı yeri ve toplumu yadırgıyordu. Öğrencisinden yönetenlere, taraftarından yönetilenlere... Kime baksa, kimi düşünse morali bozuluyordu. Bir karamsarlık kaplıyordu içini. Düzgün işleyen bir tane bile çark yokmuş gibi geliyordu ona. İşverenler, potansiyel yöneticileri sırf kendilerinden daha kalifiye diye rahatlıkla kapı dışarı edebiliyordu mesela. Yönetenler, halkın omuzlarındaki yükü artırarak ekonominin iyiliğinden bahsedebiliyordu. Hatta, daha da ileri gidip, yaptıkları zammın adına "güncelleme" diyebiliyorlardı. Öğrenciler, "öğrenci" kelimesinin kökünden bihaber, yüksek lisanslarına devam ederken "işadamcılık" oynamaya kalkışıyordu onun gözünde. İzahı güç bir statü, anlaması zor bir prestij merakının peşinden koşuyorlardı. Takım taraftarları, birbirlerinin can düşmanıymışçasına kavga edebiliyor, akabinde de utanmadan yaptıklarını övünç kaynağı haline getirebiliyorlardı.

Tüm bu yaşananlar, onun bu hayatta tutunacak en sağlam dallarından biri olan spora, spor sevgisine zarar veriyordu. Bazılarının bu uğraşını beyhude olarak nitelendirdiğinin de farkındaydı. Yine de kimin ne söylediğine pek aldırmıyordu. "Sporu neden bu kadar çok seviyorsun?" diye sorduklarında hep aynı cevabı veriyordu; "Hayat, fena halde futbola benzer."... Bazen benzemekle kalmıyor, hayatın ta kendisi oluyordu onun için. ÖTV zamları ile ekonomiye düzeltebileceğini zanneden bir devlet, İsmail Güldüren'le Messi'yi durdurmaya benzer" diye bir cümle kursaydı kim karşı çıkabilirdi ona? Öğrenciliğin, hele de yüksek lisansın "öğrenmek"le değil de statüyle ilgili olduğunu sana insan; basketbol sahasına çıkıp da topu kenardan oyuna sokamayan, sadece tribünler için sahada durandır dese yanılmış mı olurdu? Kendinden daha bilgili ve zeki olanı kapı dışarı eden yönetici, takımın kötü gidişatını örtbas etmek için teknik direktörünü kovan, yerine başkasını getiren takım başkanıyla eşdeğer değil miydi? Peki ya, tuttukları takımın geçmişlerinden habersiz, karşı takımın taraftarıyla atışan topluluğun; etnik kökenleri yüzünden komşu devletin vatandaşlarına faşist yaklaşımlarda bulunanlardan farkı var mıydı? Kahramanımız haksız mıydı?
Tam olarak beş ay önce yazdığım, blogumda taslak olarak kayıtlı bir yazının son paragrafında şöyle diyor: "33 yıl Utah Jazz'ın başında antrenör olarak görev yapan Jerry Sloan'un görevi ne zaman bırakmayı düşünüyorsunuz sorusuna net bir yanıtı vardır; "Bir sabah kalktığımda aynı isteği, arzuyu ve duyguyu hissetmediğim an görevi bırakırım." O, "o sabah"ın kendisine gelmemesi için yoğun çaba gösteriyor. İstediği her an buralardan çekip gidemeyeceğinin farkında. Ona göre, ya toplumu değiştireceğiz, ya da kendimizi. Düşünmeyi, dolayısıyla da kızmayı bırakıp kalabalığa dalacağız, kaybolup gideceğiz...