28 Ağustos 2012 Salı

Kirlilik



Facebook'tan sıkılmıştım. Hele de, bir arkadaşımın VJ Bülent şarkısı paylaştığını görünce bu mecradan uzaklaşmam gerektiğini fark ettim (o zaman daha "abonelikten çık" seçeneği yok tabii ). Üstünden çok uzun bir süre geçmeden de hesabımı dondurdum. Bazılarıyla aynı dünyada yaşasak bile, aynı havayı solumadığımız aşikardı zira.

"Sosyal Medya" kavramının içinin hayli boş olduğunu düşünsem de, bir bağımlılık yarattığı gerçeğini gözardı edemem. Bu olgu, kişilerde hem bilgi merakı, hem de duygu dışa vurumu olarak şekillenebiliyor. Her ne şekilde olursa olsun, sizi bir şekilde içine çekmeyi başarıyor. Tıpkı şu anki Twitter manyakalığı gibi...

Her yeni oluşum, içinde yarattığı kahramanları da beraberinde getirir. Bunlar, kimine göre fenomen, kimine göre kompetan, kimine göre ulema, kimine göre bilirkişi niteliğini kazanır, kendiliğindenci çabalarıyla da olsa... Ortaya çıkan sonuç ise, sayısız takipçisi olan hesap kullanıcıları ve onların söylediklerini birer dogma olarak kabul eden takipçiler....

Tüm sosyal paylaşım sitelerinde gözlemlenebileceği gibi, Twitter'ın da kullanıcı özelinde çok büyük sorunları var. Hep eleştirilen ve pasifize edildiği düşünülen apolitik genç kesim, birer hesap adı altında kendilerini olduğudan çok daha farklı göstererek, varoluşlarını biraz daha da olsa anlamlandırma çabası içerisinde. Tüm sorunların çıkış noktası da, tam olarak burada başlıyor zaten. Ya farklı olalım, ya da farklı olanın yanında yer alalım...

İlk etapta aklıma gelenler şunlar;

1-) Hızlı tüketilen laflar

Bilinen dil, konuşma ve yazma sırasında kullanılan kelime çeşitliliği kadar geniştir. Genel olarak baktığımızda, alelade bir insanın gündelik hayatında kullandığı kelime sayısı belki de yüzü geçmez. Bunda en büyük etken, şüphesiz ki sosyal paylaşım siteleri. Birinin bulduğu ve ortaya saldığı söylem, bir anda tüm cümlelerin vazgeçilmezi haline geliyor. Aşağıdaki örneklerin, beni ve bazı diğer kişileri irite etmesini bir yana koysak bile, kullanılan ağızlarda nasıl bir çirkinlik yarattığını, karşıdaki kişide ne denli bir izlenim bıraktığını oturup düşünmemiz gerekiyor...

-sakin ol şampiyon
-kanka
-uu beybi
-apaçi
-paha biçilemez
-stayla
-sıçtın mavisi
-yine, yeni, yeniden
-... kaç puan?
-meraklsına...
-fakat ...?
-be neyin kafası?
-neyin peşindesin?
-yüklem sonuna eklenen "re" eki. örnek: yapıyore
-yüklem sonuna getirilen "mece" ve "maca". örnek: biralamaca
.
.
.

2-) Her şeyi bilen insanlar

Twitter'da, kendisinin bir konu hakkında bilgi sahibi olduğunu kitlelere kabul ettiren kişi, takipçileri tarafından destek almayagörsün. Çünkü o kişi, hiç zaman kaybetmeden herhangi başka bir konu başlığında da bilirkişi kesilebiliyor. Örneğin spor medyasında çalışan güzide emekçilerin birçoğu, belirli bir sporsever takipçisine ulaştıktan sonra rahatlıkla müzikolog, yahut gürme olabiliyor. Daha korkuncu ise, bu hakkı kendisinde görebiliyor. Mantığın almadığı kısım, bu kişilerin nasıl oluyor da bu kadar çok konuyu 24 saat içine sığdırabildikleri. Yani bu kişiler, hem sinema sektörüne, hem spora, hem yemeğe, hem de müziğe hakim olacak, arkasından da ahkam kesecek bilgiye hangi ara ulaşıp, onu özümseyebiliyor? Ya ben harbiden baya salak, bir o kadar zaman müsrifi bir insanım, ya da onların yaşadıkları dünyanın bir üyesi değilim.

3-) TT mevzusu

Her Twitter kullancısının bildiği üzere, en çok kullanılan kelimelerin oluşturduğu bir Trending Topic mevzusu var. Gün içerisinde tüm kullanıcıların kendi hür iradeleriyle yazdığı ve yorum yaptığı konular, belirli eğilimler olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye'deki Twitter kullancıları, çoğunlukla duygu kusması olarak kabul ettikleri bu alemde, kendilerini bir tarafın savunucusu olarak görmekten alıkoyamadıkları için ortaya çıkan TT'ler sözde muhalif kesim tarafından gülünç konusu oluyor. Bu kişiler, yani yazılanları gülünç bulanlar, daha sonra TT ayarlarını dünya geneline getirdikleri anda ise, benzer sonuçla karşılaşınca, tüm insanlığı zaruri olarak eleştirmeleri gerekse bile "biz aslında gerizekalıyız" diyemiyorlar. Bir karater bozukluğu olarak sanki bu dünyada yaşamıyormuşcasına suçu dışa atıyorlar. Oysa, kendilerinin de insan olduğu gerçeğini unutmasalar, gönül rahatlığıyla "insan dediğin varlık salaktır" diyebilirler. Diyememelerin bir diğer sebebi de, takipçileri tarafından ukala yaftası yemek tabii. Sonuç olarak; kişiler, eleştirdikleri mevzunun birer parçasına olmasına rağmen, kısa zaman aralıklarında dişlisi oldukları düzenin farkındalığını unutup, Türkiye TT'sine, dünya geneli TT'sine bok atmaya devam ediyor. Fakat sorun o kadar da uzaklarda değil...

Buna benzer çeşit çeşit sorunlar var. Çoğaldıkça çoğalıyor... Daha yazılır, ama yazarken sinirlendiğini fark ediyorsun. Sinirlendiği fark ettikçe hissizleşmeye başlıyorsun. Bazen hepimiz onlar gibi oluyoruz, bazen sırf onlar gibi olmamak adına farklılığın ucunu kaçırıyoruz. Can Yücel şöyle diyor: "Marx'ın da pek sevdiği Latin bir sözü anımsıyorum, Nihil humanum mihi alienum est...". Karşılığı; "insana dair ne varsa kabulüm". Ben de diyorum ki, insana değil de, insanlığa dair ne varsa kabulüm...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Bir Ankara Hatırası


Hangi ruh halinde olursam olayım, her koşulda dinleyebildiğim yegane grup The Doors'tur. Dolayısıyla, Jim Morrison abimize saygıda hiçbir zaman kusur etmem.Onunla ve şarkılarıyla ilgili çıkan haberleri dikkatle takip ederim. O sebeptendir ki, geçenlerde Karga Mecmua'yı okurken denk geldiğim bir hikayeyi "sadece ben bileyimcilik" yapmadan buraya da not düşeyim istedim. Hem eskilerin güzel insanlarına da selam etmiş oluruz.

Bilindiği üzere, Morrison'la ilgili, yönetmenliğini Oliver Stone'un yaptığı, Val Kilmer'ın reyizlik mertebesine yükseldiği bir biopik (kurgu yaşam öyküleri), 1991 yılında tüm dünyada gösterime girdi. Türkiye'de ise bu tarih tam olarak, 27 Eylül 1991 sayfasına denk geliyor. Tevatür odur ki, 36-42 K paralelleri ile 26-45 D meridyenleri içerisinde seyirciyle buluştuğu ilk yer ise, Ankara'nın medar-ı iftiharı Kavaklıdere Sineması. Birbirleriyle daha önce hiç tanışmamış olan 20-25 kişilik güzel insan kafilesi, erken saatlerde ağızları birer ikişer ıslatmak koşuluyla filmi hep beraber izlemiş. Film bitiminde koridorlarda konuşlanan bu topluluk, ellerine aldıkları biralar, şaraplar, açtıkları radyolarla bir güzel oturmuş ve tanışmış. Film üzerine kritikler yapılmış (ki malzeme boldur muhtemelen, zira bu filmin Morrison'ın hayatını epeyce çarpıtarak anlattığı savunulur). Hayat üzerine derin mevzulara dalınmış. Perdeye yansıyan "The End" yazısının üzerinden saatler geçmesine rağmen, durumun ehemmiyetinin farkına varan sinema yetkilileri, bu arkadaşlara kıyağın tillahını yaparak, bilet parası almadan bir kez daha filmi makaraya koymuş. Yetmemiş, her izleyicinin yanına küllük verilmiş. Yetmemiş, şarap ve bira konusunda bu genç kardeşlerimize katılım gösterilmiş. Buradan "eskiye özlem" başlığı altında hem filmi izlemeye giden kişilere, hem de sinema yetkilileri abilerimize sevgi ve saygılarımla... Eskiden güzelmiş be...



Not: Yazıyı dergiye döken arkadaşın ismini hatırlamıyorum. Sayı da yanımda olmadığı için özürler dileyerekten...

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Çok Yazdı

-Film bitti, "son" yazmadı. Fakat kimse devamının geleceğini düşünmüyordu. İzleyenler oturdukları yerden kalkıp, kalabalığa karıştı.

-Film bitti, "son" yazdı. Fakat herkes devamının geleceğinden emindi. Kimse kıpırdamadı. Yeni sahnenin tahminleri, zihinlerde oluşturulmaya başlanmıştı.

Bu dikotominin çatalları, farklı duyguların kişiler üzerinde tezahür etmiş karşılıkları gibi. Bir taraf isteğini dikte ederken, karşıdaki çoktan sırtını dönüp gitmiş oluyor. Fakat birileri daima faturayı ödüyor. Kaçınılmaz "son"... Kimse çıkıp da bu sefer benden olsun demiyor. Demez de... Kağıt üzerindeki meblağ yetmiyormuş gibi, bir de eski borçlar çıkıyor. Zam üstüne zam geliyor. Kaynaklar kıt. Yenilenebilir enerji tüm insanlığın umudu. O yüzden diyorum ki; "lüzumsuzsa kapat"...