31 Ocak 2013 Perşembe

Fuentes'in gölgesinde: Bir kelime bir işlem



Lance Armstrong’un Oprah’a verdiği röportajın üzerinden neredeyse iki hafta geçti. Ve ben hala tüm yaşananları anlatacak tek bir kelime arıyorum, her şeyi özetleyecek tek bir tanım. Yalan değil, yüzkarası değil, zorbalık değil...

1980-1999 arasında doğanları ‘Y Kuşağı’ olarak tanımlıyorlar. Teknolojiyi hayatlarının önemli bir simgesi yapan; çalışmayı sevmeyen, eğlenceyi ve kazanmayı ise şart koşan bir yaş aralığı. Yıllara karşı gelemeyiz ya, ben de bu sınıfın bir üyesiyim. Kolaya kaçmak istiyorum. Hala tek bir kelimenin peşinde olmam başka nasıl açıklanır ki?

İki gün önce Fuentes davasının fitili ateşlendi. Belki de, spor tarihinin gelmiş geçmiş en büyük doping davası. İspanya polisinin Dr. Eufemiano Fuentes’in evinde anabolik steroid, transfüzyon ekipmanları ve iki yüzden fazla donmuş kan örnekleri bulduğu baskının üzerinden neredeyse yedi yıl geçti. Depremin merkez üssü, 2006’daki meşhur Puerto Operasyonu...

İspanya’daki Ceza Hukuku’nda dopinge karşı herhangi bir yaptırım olmadığı için kovuşturma daha önceleri sekteye uğramış, dava tarihi birkaç kez ertelenmişti. Fakat Fuentes, şu an toplum sağlığını tehdit etmekle suçlanıyor ve savcılar, kan transfüzyonu sırasındaki hijyen eksikliği konusuna odaklanmış durumda. İlk duruşma ertelendi. Nihai karar ne zaman verilir meçhul. Ortalıkta mart ayı konuşuluyor. İşin kötü yanı ise, bunların beni ilgilendirmiyor olması. Mevzunun zamanında ya da mekanında değilim. Kelimeyi arıyorum ben. Zihnimdeki tüm her şeyi ortaya döküp, bir anda ağzımdan çıkacağını umduğum kelimeyi...

Biliyorum, bisiklet her zaman dopingle beraber çağrıştırıldı. Kökeni Zulu kabilesinden gelen ve savaşlarda cesaret vermek amacıyla üzüm posasından üretilen “dop”,  bugün sanki bisikletin freniymişçesine telaffuz ediliyor. Evet, kayıtlara geçen ilk doping olayları 1865 yılında yüzme, maraton ve şaşırtıcı olmayacak şekilde bisiklet yarışlarında fark edildi. Tamam, günümüzde Eddy Merckx ismi zikredildiğinde insanlar onu sadece bir spor kanalının verdiği belgesele konu olan bisikletçi olduğunu zannedebiliyor. Doğrudur, 1998’deki Festina olayı, bugün Fuentes davasında önemli role sahip WADA’nın kuruluşuna zemin hazırladı. Hatırlıyorum, geçmişte Jan Ullrich ve Ivan Basso’nun başına gelenler daha dün gibi. Ve evet, Fuentes’in iki yüze yakın müşsterisinin elliden fazlası bisikletçi... Ama şunu sormak gerekiyor; neden sadece bisiklet bu acıyı çekmeye mahkum edildi?


Fuentes’in müşterileri arasında futbolcu ve tenisçilerin de olduğu artık sadece söylentiden ibaret değil (kendisi de itiraf etti). Geçen eylül ayında bisiklet sporcusu olan  Jesus Manzano, Fuentes’in kliniğini dünyaca ünlü futbolcuların ziyaret ettiğini söylemişti. Daha önce soruşturmaya tabi tutulan Fuentes, futbolcu isimlerini söyleyemeyeceğini, ölüm tehditleri aldığını, ağzından çıkacakların tüm ailesine problem açabileceğinden bahsetmişti. Buna paralel olarak, İspanya hükümeti, sadece kendilerinin bildiği sebeplerden ötürü futboldaki  dopingcilere ilişkin tüm erişim kanallarını engelledi.

Fuentes, 2000-01 yılında Las Palmas kulübünün “reyiz” doktoruydu. Las Palmas – Rayo Vallecano maçının soyunma odasında Epo enjekteli şırıngalar bulunduktan sonra Fuentes de görevini bıraktı. Tabii futboldaki doping olayları çok çok daha eskiye gidiyor. İtalyan futbolcu Ferruccio Mazzola, dokuz yıl önce yayımladığı kitabında “Grande Inter” döneminin performans arttırıcı ilaçlarla beraber anıldığını yazmıştı. Kim bilir, insanların ezbere bildiği Helenio Herrera, belki o kadar büyük bir antrenör değildir. Edgar Davids ile Jaap Stam’ı kim unutabilir ki? 1998 Dünya Kupası’nı kazanan Fransa Milli Takımı’nın kaptanı Marcel Desaily, “Doping, futbolun içerisinde var, bunu inkar etmek aptallık olur” dediğinde kimsenin şaşırıp kaldığını hatırlamıyorum. 2004’te Arsen Wenger, Arsenal’e gelen yeni oyuncuların kan değerlerinin normalin üstünde olduğunu açıklamıştı. 2006’da Marsilyalı oyuncu Jean-Jacques Eydelie, otobiyografisinde 1993 Şampiyonlar Ligi finali öncesi takımının doping yaptığını yazmıştı. Matias Almeyda, Parma döneminde kullanılan vitaminlerden bahsetmişti...

Kimse sporun temiz olduğuna inanmıyor. Balco skandalı sonrası Marion Jones hayranları ne hissettiyse, bugün Lance’le büyüyenler benzerini, hatta çok daha fazlasını tecrübe ediyor. Fakat futbol, her ne şekilde olursa olsun, dokunulmazlığını sürdürmeye devam ediyor.

Başarı kazanıldığında sahibi tektir. Bir kişi, hep en büyük payı alır. Başarısızlıkta ise herkes suçludur. Tıpkı doping yapan sporcuların hepsinin aynı derecede suçlu ve başarısız olduğu gibi. Bisikleti de, futbolu da eşit derecede töhmet altında. En azından öyle olması gerekiyor. Fakat Orwell’in de yazdığı gibi, çiflikteki bütün hayvanlar eşitken, bir domuz çıkıyor ve “Evet eşitiz, ama bazılarımız daha eşit” diyor. Futbol, sporu; para da, futbolu yönetiyor. Endüstri, kendi yarattığı kahramanları zamanı geldiğinde teker teker tahtından indirmesini iyi biliyor.

Ben ise hala kelimelerin peşinden koşuyorum. Bulamayacağım, sözcük haznemin yetmeyeceği, soyutluğun zirvesideki, bilinç akışının ulaşamayacağı kelimelerin peşinden... Zihin, kelimeyi bulamadığı gibi, ortada dönen rakamlardaki sıfır basamaklı sayıları hesaplamaya da yetmiyor artık. Bu kovalamaca devam ediyor, edecek de, ama şu sözü şiar edinmekten hiçbir zaman geri kalmadan; “Sebebi her zaman paradır...”