4 Ağustos 2015 Salı

Vardır Herkesin Bir Hikayesi

Düşlersen görürsün
Fethiye'nin ardından sıra İzmir'de. Çok zorluk çekmiyorum ama. Kolay adapte oluyorum. Fethiye'nin büyüğü işte diyorum. Baya da bir kanım ısınıyor açıkçası. Sonra da Ankara... O kısmı zorlu işte. Bugüne kadar hiç alışık olmadığım bir hava, renk ve düzen var. İnsanlar epey farklı. Öyle olacağını tahmin ediyordum tabii de, içine girip yaşaması biraz ağır geliyor. Hep bir şeyleri özlüyor gibiyim. Aynı zamanda kasvetli... Genelde Dünya'nın yuvarlak olduğunu gözlemleyerek yaşamışım. Denizin ufukla birleştiği yer hep yokuş aşağıdır çünkü. Hatırlayın, geminin önce kendisi, en son da direği kaybolur gözlerden. Bunu Orta Çağ'da söyleyenlere deli diyorlardı, şimdi ise Amerika'yı tekrardan mı keşfediyorsun lafının arkasında gerzek ilan ediliyorsun. Hangi devirde, ne dersen de, bir şekilde bokluyorlar. Bazı şeyler gerçekten de hiç değişmiyor. Biranın tadı gibi. Fethiye, İzmir, Ankara... Her yerde güzel. İçerkenki manzara da önemli ama. Önceden hep denize bakardım. Göl ise aynı değil. Gemi hiç kaybolmuyor gözümden. Küçülüyor ama direği hep görüyorum sanki. Dünya düzdür ve adaleti yoktur diyerek içemem ben. Gerçeklerin adamıyımdır. Aklım ne diyorsa gerçek odur benim için. Ya sizin için? ODTÜ'nün yüksek yerlerinden birinde, Çevre Mühendisliği'nin otoparkındayız. Hava yavaştan kararıyor. Işıklar yanmaya başlamış. Karşımızda Bilkent var. Aramız ormanlık. Gündüz ormanlık... Gece ise deniz. Karanlıktan hiçbir şey gözükmüyor. Biz Göztepe'de bira içiyoruz sanki, Bilkent de Karşıyaka işte. Aramız İzmir körfezi. Alın size gerçek. O karanlıkta kim inanır oranın orman olduğuna. Tıpkı bir deniz gibi. İnsanlar sadece gündüz ışığıyla değil, gecenin karanlığıyla da görüyor bazen. Yeter ki düşlesin...

Aldırma be gönül
Subay rahatlığında yaptığım askerlikte sürgün yemişim. Artık sıradan bir Er'im. Yeni adresim bir cezaevi. Moral bozuk, can sıkkın. Gözlerimden yaşlar geliyor sinirden. Bitmek tükenmek bilmeyen nöbetler... Günler sanki 48 saat. Fareler fink atıyor ayaklarımın etrafında. Hava buz gibi. Cebimde taşıdığım ve tamamını kulübenin içinde, ayakta okuduğum kitaplarım tükenmiş. Aklı meşgul etmek, delirmemek için son silahım 28 şarkılık, yarı otomatik bir MP3. İyi haber, radyosu da var. Kötü haber, ilçede tek radyo çekiyor. TRT'nin saat başı haber bültenlerini üç saat sonunda kağıt olmadan sunabilecek kadar iyi biliyorum. Gündüz kuşağı çok sıkıcı. Pil akşama da kalsın diye kapatmak üzereyim. Edip Akbayram çıkıyor birden. "Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma...". Sanki beni görmüş de, benim için söylüyor baba. İçinde bulunduğum durumu daha iyi anlatabilecek bir şarkı daha yok. Mahkumlar mangal yakıyor olmalı. Cezaevinin çatısında farklı bir duman tütüyor. Dört baca, beş duman var. O an kafamı yukarı çevirip, rahatlamaya çalışıyorum. Devam geliyor: "Görmek istersen denizi, yukarı çevir yüzü, deniz gibidir gökyüzü, aldırma gönül aldırma." Keşke bir deniz olsa diye hayal ediyorum. Ardından da, bir çocuk için daha güzel bir isim olamaz diyerek dalıp gidiyorum. Bir gün, belki, neden olmasın... Nöbetim bitiyor. Karakola gider gitmez ankesörün önünde dikiliyorum. Sezo'nun mayıs ayında doğumu gerçekleşecek. Henüz cinsiyet belli değil. Kafanızda bir isim var mı ya diye soruyorum kontörüm bitmek üzereyken. Erkek de olsa, kız da olsa Deniz koyacağız diyor. Edip baba, ben ve Sezo arasındaki kozmik mesajların bu kadar çabuk yayılmasına şaşırıyorum. Bir süreliğine de olsa çok mutlu oluyorum. Beni duymuşlar, dinlemişler, kırmamışlar gibi... Telefonu kapatıyorum. Komutan emirler yağdırıyor. Bulaşık sırası bende. Akşam iki saat daha nöbetim var. Yine de aldırmıyorum.

Balıklar sessizdir
Dinlemekten, görmekten, koklamaktan bıkmışım. Televizyon ve gazeteler yalanlarla dolu. Arkadaşlar yaz ayları dolayısıyla bencilliğe kaymış. Kimsenin söylediğini yaptığı yok. Boğazımıza kadar çirkinliğe batmışız. Dayanılacak gibi değil. Üstüne bir de lanet sıcak... Leş gibi kokuyor ülke. Motora atlayıp koya varıyorum. Suya atlar atlamaz dalıyorum. Bir münzevi için dünyadaki en iyi kaçış yeri suyun altı. Sınırlı görüyorsun, duyuyorsun, kokluyorsun. Dipten hiç çıkmamak en iyisi bazen. Çok kalırsan bir daha asla çıkamazsın da zaten. Gözlerimi açtığımda karşımda iki balık beliriyor. Tam onlara seslenecekken yanıma David Foster Wallace geliyor. Başlıyor anlatmaya: "İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı balık başıyla onlara selam verip, 'günaydın çocuklar su nasıl diye sormuş'. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış: 'su da neyin nesi?' Balık hikayesinin ana fikri, gözümüzün önündeki en bariz, önem arz eden ve yaygın gerçeklerin, çoğu zaman anlaşılması ve anlatılması en zor şeyler olmalarıdır. Söze döküldüğünde tam anlamıyla sıradan, basmakalıp bir ifade bu. Ama biz yetişkinlerin gündelik yaşam kavgasında sıradan ve basmakalıp ifadeler hayati önem arz eder. Ve şu pırıl pırıl sabah saatinde, ben senin buna inanmanı isterim." Nefesim tükeniyor ve ani bir hareketle yüzeye çıkıyorum. Az önce gerçekleşenler yüzünden hayli şaşkınım. Uzun süre düşünüyorum. Seni yalnızlığından alıkoyup aslında senle beraber olmayanları, ülkenin insanları süreklediği kırmızı çizgileri, kendisini kandırarak gerçeklerin üstünü örtenleri, bu şekilde mutlu olanları, ego savaşlarını, hayatı, yaşamakta olduğumuz hayatı düşünüyorum. Bu sırada ciğerlerim tekrardan havayla dolmaya devam ediyor. Nefes alış verişimin normale dönmek üzere. Derin bir nefes çekip bir daha dalıyorum. Kaldığımız yerden anlatıyor DFW: "Ama lütfen beni burada parmak sallayarak vaaz veriyormuşum gibi görüp sözlerimi bir kenara atma. Anlattıklarım; ahlak, din, inanç veya o fantastik ölümden sonraki hayat meseleleri hakkında değil; büyük H ile hakikat, ölümden önceki hayat hakkında. 30'una, belki hatta 50'sine gelmek hakkında. Kendi kafanıza bir kurşun sıkma sıkma isteğine kapılmadan, derece ve diplomayla ölçülmeyen, tümüyle basit farkındalık üzerine odaklı gerçek eğitimin, gerçek değeri hakkında. Etrafımıza baktığımızda görülmemesine rağmen gerçek ve esas olana dair farkındalık hakkında. Onu sürekli olarak kendimize hatırlatmak zorundayız. Bu su..." Sahile çıkıp kurulanıyorum. Elimde imzalı bir kitap. Yaşama uğraşına dair bir yol haritası. Motora atlıyorum. İyi şeyleri kendime hatırlata hatırlata şehre doğru yol alıyorum.