3 Kasım 2015 Salı

OK Computer


Bana dünyaya gelmek ister misin diye sormadılar. Bana, seni T.C. vatandaşı yapıyoruz demediler. Bana sen Müslümansın haa, dediler. Hangi kreşe gideceğimi, ilk okulumu söylediler. Ben de gittim. Büyüdüm, bana orta okulumu da seçtirtmediler. Seçtiler, ona da gittim. Bana ne yapmak istersin demediler. Bana şöylesi de var diye seçenek sunmadılar. Sana da sunmadılar. Kimseye de sunmayacaklar. Sonra daha da büyüdüm. Yeter len dedim, artık kontrol bende, ne dersem o olacak. Öyle sandım. Üniversiteyi ben seçtim sandım. Mesleği ben seçtim sandım. Eşimi ben seçtim sandım. Ve yanıldım.

Bu bankada kime sorsanız, beni bilir. Uzun zamandır buradayım. İşten kalan zamanımda, yani dalıp gittiğim vakitlerde, etrafı gözlemlerim. Küçüklükten gelen bir hastalık bu bende. Her şeyin ardındakini anlamlandırma çabası... Bir nevi ruhsal bozukluk. Annemle babam kavga ediyor mu, etmiyor mu diye anlamaya çalışırken, böyle bir insan oldum işte. Antrenmanlıyım anlayacağınız. Engel de olamıyorum, ne yapayım? Kendime göre bir sürü haklı gerekçem var. Gerekçe dediğim birçok şeye toplum bahane diyor ama olsun. Toplum çok şey diyor zaten. Hepsini ciddiye alacak gücüm yok benim. Hemen hemen herkesle iyi anlaşırım bankada. Hem eski olduğumdan, hem de iyi gözlem yaptığımı düşündüklerinden birçok insan gelip derdini benle paylaşır. Dinlerim. Fakat sadece o kadar. Arada bir duymak istediklerini söyleyip, mutlu etmeye çalışırım onları. Ama yine geleceklerini bildiğimden kendimi boş yere yormam çoğu zaman. Kalabalık bir çalışma grubumuz var. Yine de, aralarında Ayşe ile Hikmet'i ayrı tutuyorum. Onların hikayesi geçenlerde okuduğum bir romanın baş kahramanlarınınki gibi. Onlara da kimse bir şey sormamış. Onların bunlardan haberi yok tabii. Ben de söylemedim. Kimseyle kötü olmak istemem sonuçta. İşindeyim, gücümdeyim... Tercihte bulunduklarını sanıyorlar. Üzülüyorum. Kendilerini çok yalnız hissediyorlar ama aslında hiç yalnız değiller. Etraf onlar gibi insanlarla dolu. Yalnızlıklarını bastırmak için kendi kendine konuşan çok insan gördüm fakat, kendisine mail atan az insan gördüm. Burası bir banka. Sadece banka değil, ülkenin örnek kümesi.

Ayşe'nin ailesinin hali vakti yerinde. Doğma büyüme buralı, yani Bodrumlu. Okulu bitirir bitirmez büyükşehir hengamesinden kaçıp yeniden memleketinin yolunu tutmuş. Turizm yapmak istemediğinden dolayı da, iş anlamındaki birkaç seçenekten biri olan bankaya yönelmiş. Bu tür yerlerde ya turizm yaparsanız, ya öğretmen olursunuz ya da bankaya girersiniz. Eğer ortalama bir insansanız... Aile rahat durmamış tabii; iş tamam, peki ya eş demeye başlamış. Tek maksadı ailesiyle, doğup büyüdüğü bir yerde, kariyer ve para hırsına kapılmadan sakin bir hayat yaşamak olan Ayşe'ye tüm güçleriyle yüklenmişler. Ne kadar karşı koyabilirsin ki? Kimi buldularsa hayır demiş Ayşe. En sonunda, ya tamam evleneceğim ama kocamı bari ben bulayım diye sinirli bir tavırla baskıları savuşturmuş. Gayet anlaşılabilir bir durum bu. Akılda olmayan evlilik fikri, aileler tarafından zorla kafaya zerk edildiğinde, özgür bir bireymişçesine hissetmek için evleneceğim insanı ben seçerim düşüncesine yöneliriz. Ailesinin Ayşe'ye aşıladığı evlilik önermesi Ayşe için yeterince ağırken, bir de onların bulacağı biri katlanılamaz bir hal alabilirdi. Kim olsa aşağı yukarı Ayşe gibi yapardı. Fakat unutulmamalı ki, tutsaklıktan sonraki hiçbir seçim özgürlük değildir. Bir köpeği bahçeye kapatıp sonra hadi bakalım istediğini yap, artık özgürsün diyemezsin. Ayşe, süreci uzatırsa baskıların daha da artacağını bildiğinden hedefe kitlenmiş bir füze gibi gördüğü her erkeğe acaba diye bakmış. Çok geçmeden de bizim bankadaki Hikmet'i bulmuş. Hayatının büyük bir bölümünün geçtiği yerden, bildiği, tanıdığı ortamdan Hikmet... Öyle mi acaba? Elbette ki öyle değil. Ayşe, Hikmet'ten nefret ediyor. Sorsanız, dünyanın en mutsuz insanı o. Hemen hemen her gün kavga ediyorlar. Ayşe bir ara yaşadığı sıkıntılara dayanamayıp durumu ailesine anlatmış. Onlar da, biz sana evlen dedik ama onla evlen demedik demiş. İnsanlığın en aşağılık olduğu zamanlardan biridir bu anlar. Ortaya bir fikir atarlar, şayet o fikri kabul etmezsen ve onlar haklı çıkarsa ben demiştim derler. O fikri kabul etmene rağmen haksız çıkarlarsa, ben sana dedim ama ille de yap demedim, sen kendin seçtin derler. Ayşe'nin Hikmet'ten sırf Hikmet olduğu için nefret ettiğini sanmıyorum. Bana göre fazlasıyla yansıtma söz konusu. Ayşe ailesinden ve onların aklına soktuğu evlilikten nefret ediyor. İşin ucu da nihayetinde Hikmet'e batıyor. Her Şey Çok Güzel Olacak'ta diyorlardı ya; hayat işte, neyse ne...

Hikmet'in ailesi oldukça gariban. Yozgat'ta çiftçilik yapıyorlar. Yozgat'ta Blues yapacak halleri yok ya. Kazandıkları kıt kanaat parayla Hikmet'i Ankara'da okutmayı başarmışlar. Tek dertleri oğullarının her ay düzenli şekilde maaş alacağı bir işe girmesi. Ne olduğu çok da önemli değil. Olabilecek en yakın zamanda, en hızlı şekilde olması önemli onlar için. Hikmet'in ise amacı devletin önemli bir kademesine kapak atmak. Hikmet okulu bitirir bitirmez KPSS'ye girmiş ama istediği yerleri tercih edecek puanı kazanmamış. İkinci senesinde de kazanamamış. Tam bir daha hazırlanıp tek ideali olanı yapmak için gayret gösterecekken ailesi bunu kapı dışarı etmiş. Üniversiteyi kazandığında göklere çıkardıkları oğullarını, henüz istediğini elde edemediğin, onlara göre işe yaramadığı için yerin dibine sokmuşlar. Hikmet ne yapar, ne ederim diye düşünürken sonunda bankaya başvurmuş. İlk Yozgat'ta, sonra da İstanbul'da bir süre çalışmış. O kadar sıkılmış ki, yer değiştirirse sıkıntılar hiç olmazsa bir nebze alır diye düşünüp dört senede beş farklı şehir denemiş. Oysa İstanbul'u sevmemenin sebebi çoğu zaman İstanbul değildir. Bir yeri seversen, o yer dünyanın en güzel yeridir, ama bir yeri sevmezsen... Bu da Vizontele'de geçiyordu. Hikmet son durak olarak da Bodrum'a sürüklenmiş. Şu an bankanın müdür yardımcısı konumunda. Maaşı epey dolgun. Fakat yaptığı işten nefret ediyor. Toplamadan, çıkarmadan, hesaptan, kitaptan tiksiniyor. Her sabah olanca somurtkanlığı ile onu görmek güne başlamanın en boktan tarafı biz diğer çalışanlar için. Yine de, eski çalıştığı yerlerin aksine Bodrum'u seviyor. Yozgat'taki ailesinden uzakta olmak onu rahatlatıyor. Görev yaptığı diğer yerlerdeki yıpratıcı iş temposundan da uzak tabii. O artık, tam da ailesinin istediği gibi düzenli şekilde maaşını alan bir etkisiz eleman. Bankanın en göze batan insanlarından olmak onun yolunu bir şekilde Ayşe'yle kesiştirdi. Hikmet, Ayşe'ye kör kütük aşık. Onun Bodrumlu olmasını seviyor. Onun kariyer hırslarından arındırılmış halini seviyor. Onun işe değer vermemesini, sadece Bodrum'da olmak için bu işi yapmasını seviyor. Kendisinde olmayanları Ayşe'de gördüğü için seviyor. Hikmet kısaca şu bankada tek şeyi seviyor, o da Ayşe. Hikmet de kavga gürültüden bıkmış durumda ama ona göre tüm dertlerinin sebebi, bankacılığın kendisini sevimsiz, ilgisiz biri yapmasından kaynaklı. Ayşe'nin onu sevmemesi gibi bir düşünce kesinlikle aklından geçmiyor. Paraya, hesaplara, müdürüne, gişelere, atm'lere her gün lanet okuyor. Tek hayali bir gün bir kafe açmak ya da bir pansiyon işletmek.

Çalıştığım her iş günü Ayşe ile Hikmet'i görüyorum. Onların yaptıkları seçimleri düşünüyorum. İçimden diyorum ki, bir insanın bu hayatta kendisine yapabileceği iki kötülük var: biri yanlış eş, biri yanlış iş. Vazgeçecek gücün yoksa, bir ömür bu ikisiyle geçiyor. Ne olabiliyorsun ne de ölebiliyor... Kendimi böylesine çaresiz ve karamsar hissettiğim zamanlarda kulaklığımı takar, önümdeki evraklara dalarım. Bir gün yine tam bu ruh haline yakalanmışken kulaklığı takmış müzik dinliyordum. Listeden Exit Music (For a Film) çıkageldi. Radiohead'in OK Computer albümündeki en baba şarkılardan biridir kendileri. Bir kez daha dalıp gittim. Thom Yorke'un gör dediğini anlayabilmek için uzunca bir süre düşündüm. Ayşe'yi de, Hikmet'i de, hayatı da iyi bilenler toplanıp, albüme OK Computer adını vermişlerdi. Bilgisayar çağındaki seçeneksizliğin seçeneği demekti bu. Bilgisayarda karşımıza çıkan hata ekranlarında sunulan tek seçeneği, yani 'tamam'ı tıklayıp devam edebiliyorduk ancak. 'Tamam bilgisayar' diyorduk, seçim yapma sanrısının verdiği tüm özgürlük hissiyle... Ve yine yanılıyorduk.