Lance Armstrong’un Oprah’a
verdiği röportajın üzerinden neredeyse iki hafta geçti. Ve ben hala tüm
yaşananları anlatacak tek bir kelime arıyorum, her şeyi özetleyecek tek bir
tanım. Yalan değil, yüzkarası değil, zorbalık değil...
1980-1999 arasında
doğanları ‘Y Kuşağı’ olarak tanımlıyorlar. Teknolojiyi hayatlarının önemli bir
simgesi yapan; çalışmayı sevmeyen, eğlenceyi ve kazanmayı ise şart koşan bir
yaş aralığı. Yıllara karşı gelemeyiz ya, ben de bu sınıfın bir üyesiyim. Kolaya
kaçmak istiyorum. Hala tek bir kelimenin peşinde olmam başka nasıl açıklanır
ki?
İki gün önce Fuentes
davasının fitili ateşlendi. Belki de, spor tarihinin gelmiş geçmiş en büyük
doping davası. İspanya polisinin Dr. Eufemiano Fuentes’in evinde anabolik
steroid, transfüzyon ekipmanları ve iki yüzden fazla donmuş kan örnekleri
bulduğu baskının üzerinden neredeyse yedi yıl geçti. Depremin merkez üssü,
2006’daki meşhur Puerto Operasyonu...
İspanya’daki Ceza
Hukuku’nda dopinge karşı herhangi bir yaptırım olmadığı için kovuşturma daha
önceleri sekteye uğramış, dava tarihi birkaç kez ertelenmişti. Fakat Fuentes,
şu an toplum sağlığını tehdit etmekle suçlanıyor ve savcılar, kan transfüzyonu
sırasındaki hijyen eksikliği konusuna odaklanmış durumda. İlk duruşma
ertelendi. Nihai karar ne zaman verilir meçhul. Ortalıkta mart ayı konuşuluyor.
İşin kötü yanı ise, bunların beni ilgilendirmiyor olması. Mevzunun zamanında ya
da mekanında değilim. Kelimeyi arıyorum ben. Zihnimdeki tüm her şeyi ortaya
döküp, bir anda ağzımdan çıkacağını umduğum kelimeyi...
Biliyorum, bisiklet her
zaman dopingle beraber çağrıştırıldı. Kökeni Zulu kabilesinden gelen ve
savaşlarda cesaret vermek amacıyla üzüm posasından üretilen “dop”, bugün sanki bisikletin freniymişçesine
telaffuz ediliyor. Evet, kayıtlara geçen ilk doping olayları 1865 yılında
yüzme, maraton ve şaşırtıcı olmayacak şekilde bisiklet yarışlarında fark
edildi. Tamam, günümüzde Eddy Merckx ismi zikredildiğinde insanlar onu sadece
bir spor kanalının verdiği belgesele konu olan bisikletçi olduğunu
zannedebiliyor. Doğrudur, 1998’deki Festina olayı, bugün Fuentes davasında
önemli role sahip WADA’nın kuruluşuna zemin hazırladı. Hatırlıyorum, geçmişte
Jan Ullrich ve Ivan Basso’nun başına gelenler daha dün gibi. Ve evet,
Fuentes’in iki yüze yakın müşsterisinin elliden fazlası bisikletçi... Ama şunu
sormak gerekiyor; neden sadece bisiklet bu acıyı çekmeye mahkum edildi?
Fuentes’in müşterileri
arasında futbolcu ve tenisçilerin de olduğu artık sadece söylentiden ibaret
değil (kendisi de itiraf etti). Geçen eylül ayında bisiklet sporcusu olan Jesus Manzano, Fuentes’in kliniğini dünyaca
ünlü futbolcuların ziyaret ettiğini söylemişti. Daha önce soruşturmaya tabi
tutulan Fuentes, futbolcu isimlerini söyleyemeyeceğini, ölüm tehditleri
aldığını, ağzından çıkacakların tüm ailesine problem açabileceğinden
bahsetmişti. Buna paralel olarak, İspanya hükümeti, sadece kendilerinin bildiği
sebeplerden ötürü futboldaki
dopingcilere ilişkin tüm erişim kanallarını engelledi.
Fuentes, 2000-01 yılında
Las Palmas kulübünün “reyiz” doktoruydu. Las Palmas – Rayo Vallecano maçının
soyunma odasında Epo enjekteli şırıngalar bulunduktan sonra Fuentes de görevini
bıraktı. Tabii futboldaki doping olayları çok çok daha eskiye gidiyor. İtalyan
futbolcu Ferruccio Mazzola, dokuz yıl önce yayımladığı kitabında “Grande Inter”
döneminin performans arttırıcı ilaçlarla beraber anıldığını yazmıştı. Kim
bilir, insanların ezbere bildiği Helenio Herrera, belki o kadar büyük bir
antrenör değildir. Edgar Davids ile Jaap Stam’ı kim unutabilir ki? 1998 Dünya
Kupası’nı kazanan Fransa Milli Takımı’nın kaptanı Marcel Desaily, “Doping,
futbolun içerisinde var, bunu inkar etmek aptallık olur” dediğinde kimsenin
şaşırıp kaldığını hatırlamıyorum. 2004’te Arsen Wenger, Arsenal’e gelen yeni
oyuncuların kan değerlerinin normalin üstünde olduğunu açıklamıştı. 2006’da
Marsilyalı oyuncu Jean-Jacques Eydelie, otobiyografisinde 1993 Şampiyonlar Ligi
finali öncesi takımının doping yaptığını yazmıştı. Matias Almeyda, Parma
döneminde kullanılan vitaminlerden bahsetmişti...
Kimse sporun temiz
olduğuna inanmıyor. Balco skandalı sonrası Marion Jones hayranları ne
hissettiyse, bugün Lance’le büyüyenler benzerini, hatta çok daha fazlasını
tecrübe ediyor. Fakat futbol, her ne şekilde olursa olsun, dokunulmazlığını
sürdürmeye devam ediyor.
Başarı kazanıldığında
sahibi tektir. Bir kişi, hep en büyük payı alır. Başarısızlıkta ise herkes
suçludur. Tıpkı doping yapan sporcuların hepsinin aynı derecede suçlu ve
başarısız olduğu gibi. Bisikleti de, futbolu da eşit derecede töhmet altında.
En azından öyle olması gerekiyor. Fakat Orwell’in de yazdığı gibi, çiflikteki
bütün hayvanlar eşitken, bir domuz çıkıyor ve “Evet eşitiz, ama bazılarımız
daha eşit” diyor. Futbol, sporu; para da, futbolu yönetiyor. Endüstri, kendi
yarattığı kahramanları zamanı geldiğinde teker teker tahtından indirmesini iyi
biliyor.
Ben ise hala kelimelerin
peşinden koşuyorum. Bulamayacağım, sözcük haznemin yetmeyeceği, soyutluğun
zirvesideki, bilinç akışının ulaşamayacağı kelimelerin peşinden... Zihin,
kelimeyi bulamadığı gibi, ortada dönen rakamlardaki sıfır basamaklı sayıları
hesaplamaya da yetmiyor artık. Bu kovalamaca devam ediyor, edecek de, ama şu
sözü şiar edinmekten hiçbir zaman geri kalmadan; “Sebebi her zaman paradır...”