30 Haziran 2018 Cumartesi

İşviçre'de Hayat Bayram Olmadı Ya Da Her Nefes Alışımız Bayramdı

Klasik temadaki gezi yazılarını hiç sevmem. Bir şeyi sevmemek için, maalesef ki sevilmeyen o şeyi uzunca bir süre deneyimlemek gerekiyor. Bu duygumun sebebi açık: her uçak ve otobüs yolculuğunda okuduğum vasatı aşmayan o gezi yazıları. Yazarlara bakmasam, Türkiye'deki tüm gezi yazılarının neredeyse tek elden yazıldığına inanacağım. Hepsinde aynı romantik dil, hepsinde aynı betimlemeler ve hepsinde aynı öneriler. Bu kalıplaşmanın Türkiye'ye özgü bir şey olduğunu düşünüyorum. Vasatı sıradanlaştırmak ve bunun dışında herhangi bir şeyi kabul etmemek üzerine kurulu içinde bulunduğumuz her disiplin. Oysa o dergideki yazarların birçoğunun farklı bir üslupla, çok güzel yazılar çıkartacağına eminim. Ama dergi editörlerinin ve yayın yönetmenlerinin "bunları kimse okumaz, okuyucu bu tarzı istemiyor diyerek" farklı bir türü kabul etmeyeceklerini de biliyorlar. Dolayısıyla, tüm o yazarlar, istemeden olsa müthiş bir ağız birliği yapmışcasına "yeryüzündeki cennet", "eşsiz doğa", "rüzgarın esintisine kendinizi kaptırın" kalıplarından öteye gitmiyor.

Geçtiğimiz günlerde Vedat Milör 'Dibe Vurma Yarışı' başlıklı bir yazı paylaştı. Türk restoranlarının her kötü işi 'müşteri böyle istiyor abi' rasyonelliği ile yutulabilir hale getirdiğinden bahsetti. Zira böylece patronların ucuza kaçabildiğini, kalitesinden ödün vermeyen %5'lik dilimdeki işin ehli restoranları da enayi gibi hissettirdiğini yazdı. Durum gerçekten de tam olarak böyle. Aralarında vasatlık kontratı yapan restoranlar, 'müşteri böyle istiyor' diyerek o müşteriye ikinci bir seçenek sunmuyor. Kaliteye yönelmiyor. Çünkü kalite pahalı. Ve çünkü müşteri gelmeye devam ediyor. Demek ki memnun. Biz de yolumuzdan şaşmayalım. Oysa sundukları her şey tamamen sıradan, niteliksiz ve tekdüze. Bu vahim çıkarım, elbette ki sadece restoranlar özelinde geçerli değil. Vedat Milor'un yazısından restoran kelimelerini çıkartıp o boşluklara herhangi farklı bir sektör eklesek, durum pek de farklılık göstermeyecek. Türkiye'deki hemen hemen her sektör, aynı vasatlık seviyesinde hayatına devam ediyor. Buna medya da dahil. Dolayısıyla, gezi yazıları da... 

Gezi yazısı okuma ilgime bağlı olarak oluşan negatif algı, bugüne kadar gördüğüm herhangi bir yer konusunda iki kelam etmeme engel oldu. Muhtemelen, söyleyeceklerimin o vasatlık düzeyinde sıkışmasından çekindim. Bu yüzden de, birçok kez niyetlenmeme rağmen, gördüğüm veya gezdiğim yerle ilgili yazıyı hiçbir zaman yazmadım. Ta ki İsviçre'ye kadar. Cenevre'den başlayan, Leman Gölü'nü çevreleyen ve Cenevre'de biten tur, beni olduğundan fazla düşündürdü. Leman Gölü olarak adlandırılan su birikintisinin etrafında bisikletle seyretmek, bugüne kadar katettiğim yolları kafamda sıralama yarışına soktu. Hal böyle olunca da, söz konusu seyri, unutmamak için buraya not etmek istedim.

Pek tabii ki, kalkıp da 'görmüş olduğunuz şato, Kral Albert'in av macerası için yaptırdığı sofistike mimarı kalıntıların restorasyonu' bilmişliği yapmayacağım. Tarihle ilgili her şey, internette yazıyor. Zaten o binaların hangi dine hizmet ettiği ve ne amaçla kullanıldığı çok ilgimi çekmiyor. Benim için önemli olan, o yapıya baktığımda beni düşünmeye sevk etmesi. Bir süreliğine alıp, farklı bir yere götürmesi. Ve genelde, yapılış aşamasını, o inşa sürecindeki insanların çalışma tarzını, insanların ellerindeki alet edevatı falan hayal ediyorum. Az sonra göreceğiniz fotoğraflara gelince; fotoğraflar yamuk veya bulanık olabilir. Zira neredeyse tamamı bisiklet üstünde seyrederken çekildi. Bana göre bir fotoğraftaki temel amaç, o bölgenin nasıl bir yer olduğu ile alakalı tahayyüller yaratmasıdır. Ayrıca, şu özlü sözümü de paylaşmak isterim ki, hiçbir makina, gözün gördüğünü çekmeye yetmez. Çünkü İsviçre gerçekten de, fotoğraftaki görüntülerinden güzel bir yermiş.



Google'dan araklanan bu harita gölün sınırlarını ve etrafındaki şehirleri net bir şekilde gösteriyor. Ben, daha doğrusu biz - Selen ve Gökalp - tura Cenevre'den başlayıp, gölü saat yönü şeklinde turladık. Böylesi, eğim konusunda aksi yönden daha kolaymış. Ayrıca, 3 numara ile işaretli Villeneuve'de konaklayacak olmamız sebebiyle de, ilk gün, km olarak ikinci güne nazaran daha fazla yol kat edelim istedik.

Cenevre'den çıkıp Nyon'a doğru yol aldığınız anda solunuza yeşilliği ve bağları alıyorsunuz. Sağ tarafınız ise, yer yer yeşillik, yer yer ev, evlerin bittiği yerde de göl. Zaman zaman, İşviçre'yi mesken bellemiş FIBA, UEFA gibi uluslararası  organizasyonları görüyorsunuz. Ve diyorsunuz ki, ulan kurmuşsunuz düzeni, okey dışarı bekliyorsunuz.

Uzun ince bir yoldayız, gidiyoruz gündüz; gece uyku... 
Bakarsan bağ olur şarap yaparsın, bakmazsan kurutulmuş üzüm. Sonra da ihracattan para kazanacağım diye beklersin. 
Karşıki dağlar jandarma değil, Alpler. Çizgi filmden bilirsiniz. Heidi, haydiiii... 
Üç fotoğrafta, önümü sağımı ve solumu özetledim. Bisiklet yolu gerçekten büyük ferahlık. Bazen ana yola girmek zorunda kalıyorsunuz ama medeniyet öyle bir hal almış ki, insanlar arabayla seni ürkütmemek için gerekirse dakikalarca arkanda bekliyor ve sollamıyor. Bir kez olsun kornaya maruz kalmadık. Bizdekiler utanmasa vuvuzela öttürecek çekilelim diye. Nyon'a vardığımızda mola verdik. Ahali su kenarında çime yayılmış, çalışma saati olması gereken zaman diliminde Fedon ve Eda Taşpınar ile yarışıyordu. Bunlara şahit olmak, ekonomik yapı hakkında İsviçre'nin dünyadaki konumunu bir kez daha düşündürüyor tabii.

Bisiklet yolu bazen daralıyor, bazen de araba yoluyla ortak oluyor. Yine de insan kendini güvende hissediyor.
Bir bağ evi, bir dağ evi, kalır mı insan hiç geri? (Sol üstteki parmak Mehmet Ali Erbil'in parmağı)
Bisiklet yolu, Nyon'dan sonra genelde araba yolu ile ortaklaşıyor. Ama manzarada bir farklılık yok. Sağlı sollu bağ evleri her yer. Morges'a kadar olan kısımda aklımda çok bir şey kalmamış. Ya sıcak dolayısıyla biraz yoruldum, ya da benzer manzara olduğu için aklımda yer edecek bir farklılık göremedim. Morges'dan sonra Lozan'a kadar göle sıfır gittik. Morges çok tuhaf bir yer. Tamamen yazlık dizayn müstakil villalar. Mevsimsel yaşanan bir bölge gibi. Zaten kimsenin çalışıyormuş gibi bir havası yoktu. Hayat yine durağan ve çok kolay gözüküyordu. İnsanların temel aktiviteleri arasında; bebek gezdirmek, voleybol oynamak, bisiklete binmek ve güneşlenmek yer alıyordu. Kıskandım mı, imrendim mi, bilmiyorum açıkçası. Lozan'a kadar bunları düşündüm. Lozan, yol boyunca gördüğümüz yerleşim yerlerine göre büyükşehir havasındaydı. Bir de baktım ki, solumda Uluslarası Olimpiyat Komitesi. İçine girip, müzeyi gezemediğim için üzüldüm. Bir daha yolum düşerse kesinlikle tavaf ederim.

O ağacın altını şimdi anıyorum.
Dopinçi Rusya, dopingçi Türkiye diye bağırdım. Biliyoz lan biliyoz diye cevap verdiler.
İnönü'yü andıktan sonra Lozan'dan ayrılıp Montrö için yola çıktığımızda, o zamana kadar arkamızdan gelen bisikletçiler, karşımızdan da gelmeye başladı. Gerçekten de herkes bisiklete biniyormuş. Türkiye'de bir hafta içerisinde gördüğüm toplam bisikletçi sayısını bir günde görmüşümdür herhalde. Ek olarak, bir hayli elektrikli bisiklet vardı. Yaşça daha büyük olan insanlar, yanımızdan geçip geçip durdu. Pek yakın bir tarihte, dolar 7'lere çıkmaz, bisiklet fiyatları sabit kalır da, insanların alım gücüne etmezlerse, bu elektrikli bisiklet işi Türkiye'de de yaygınlaşır. Böylece motora olan ilgi azalır. 
Zaman karşı yarışına da denk geldik. Bisikletçiler az paleydi, muhtemelen genç milli takım gibi bir şeyler...
Zihnimde hala Morges'un rahatlığı, Lozan'ın güzelliği varken, Montrö'ye varmanın ilk durağı olan Vevey'e ulaşmıştık. Elindeki dondurmaya rağmen, yeni gördüğü dondurmayı gösterip 'onu istiyorum, onu istiyorum' diyen çocuk misali Vevey'i gördüğüm anda parkurun en güzel bölgesi ilan ettim ve burada yaşanır ha dedim. Meğer henüz Montrö'den haberim yokmuş. Bisikletle olmanın avantajını kullanıp araba yolu yerine göl kenarından gittiğimiz için Montrö'nün bütün sahil güzelliğine şahit olduk. Benzetmede hata olmaza sığınarak söylemek gerekirse, tüm Montrö, İstanbul'un Bebek ve Arnavut Köyü gibiydi. Sahil müthiş güzel, paralelindeki kara yolunun üst tarafına doğru şehir yokuş yukarı uzuyor. Kordon boyu devam ederken Freddie Mercury heykeline vardık. Gökalp dedi ki, reis burada yaşamış. Daha sonra internetten baktım, vakti zamanında Montrö'de kayıt stüdyosu satın almış. Hatta son albümü 'Made in Heaven'ı burada kaydetmiş. Bölge ile alakalı barış ve sakinliğe vurgu yapmış. Bana inanmıyorsanız, Freddie Mercury'e inanın, Montrö'nün ne kadar güzel bir yer olduğunu anlamak içim. Bu arada, Vevey'de de Charlie Chaplin heykeli varmış. Heykel, CC'nin orada 25 yıl geçirmesi adına yapılmış. Özetlemek gerekirse, Leman Gölü'nün favori büyükşehri Montrö...

Baskı altında da olsa, şov devam etmeliydi...
Montrö'nün akşamından. İnsan aşka geliyor be...
Gökalp, turu video ile özetledi. Arkadaşları Tarantino Gökalp dermiş zaten.
Yanılmıyorsam Vevey burası, Lozan da olabilir. Arnavut kaldırımsız bisiklet turu düşünülemez.
80 km sonrası bir viyadük geçip, Villeneuve'e varmış olacaktık. Burası, Montrö'ye göre fiyat anlamında daha makul bir yermiş. Ayrıca gölü turlamak isteyen biri için orta nokta sayılır. Viyadüğü geçerken net bir şekilde anlaşılıyor ki, şaraba gönül vermiş insanlar, buldukları en ufak toprak parçasına üzüm bağı kurmuş. Yol ile tren rayları arasında kalan eğimli, küçücük alan bile bağlarla kaplı.
Kaçış grubu, pelotonu kontrol ederken.
Son mola...
Ve ilk gün sonu. 90 km bitiminde yanmış ve yorgun bir vücut


İkinci günkü Villeneuve - Cenevre parkuru için gücü toplamıştık. Rotanın daha fazla yeşillik ve Fransa içerdiğini biliyorduk ama esas amaç, gücümüz kalırsa Yvoire'e uğramaktı. O nokta, fazladan 19 km daha demekti. Villenevue'den ayrıldıkta sonra ormanın içine daldık. Rhone Nehri'ni geçtikten sonra kahvaltı molası verdik. Leman'ın güney yakası, daha küçük yerleşim yerlerinden oluşuyordu. Bunu, karşıya baktığımızda daha net anladık. Çok da fazla bir yol gitmeden Saint-Gingolph'a gelerek İşviçre'den Fransa sınırına geçiş yapmış olduk. Burada, Propaganda filmindeki dedeyi anıp, aha bisiklet geçti esprisini mecburi hizmet olarak yerine getirdik. Fransızca bilmediğimiz için Fransızca konuşamamaya devam ettik (Gökalp'i tenzih ediyorum).

Villenevue'den hemen sonraki karlıkayın ormanı...
Rhone nehri.

Sol baştan say: Lozan, Vevey, Montrö...
Fransa sınırı. Selen'le Gökalp, Frank ile Euro kuru karşılaştırması yapıyor
 Parkurun eğim konusuna değinmek istiyorum. Sanıldığı gibi, ikinci günkü rota daha kolay falan değilmiş. Eğim anlamında, genel toplamda bir farklılık yok. Gölün hem güney, hem de kuzey yakası ortalama bin metre rakıma ulaştırıyor. Ama güney yakası, yani Fransa tarafı psikolojik açıdan daha zorlayıcı. Çünkü eğimi bir anda çıkıyorsun, dolayısıyla da bir anda iniyorsun. Yakanın iki büyük şehri Evian ile Thonon. Evian'da tabii ki de su içtik. Ama çeşmeden... Evian ve Terkos suyu gördük mü, dayanamayız; hemen içeriz. Gökalp'in dediğine göre Cenevre'deki vatandaşlar yiyecek alışverişi için Fransa tarafına gelirmiş. Euro bölgesinin daha ucuz olması sebebiyle sebze, balık ve et ihtiyaçlarını bu yakadan temin ederlermiş. Bir de, güney yakasından kuzey tarafına, yani Lozan yönüne deniz (göl) otobüsü çalışıyor. Fethiyeli arkadaşlar için söylüyorum, Fethiye - Rodos arası çalışan kızaklı tekne, Leman Gölü'nde çalışan eski tekne.

Köprüyü geçerken belgeseline selam çaktık
Ve sonunda parkurun gizemli bölgesine giriş yaptık. Gökalp Yvoire'ı çok övdü. Gerçekten de Game Of Thrones seti çekmeye uygun bir yermiş. Harry Potter da olur... Büyülü bir havası var. Fakat şöyle bir durum söz konusu: 14:00 ile 18:00 arası restoranlar müşteri almıyor ve dinlenmeye çekiliyor. Küçük kafelere talim oluyorsunuz. Sonuç olarak Michelin yıldızlı restoranlarda yiyemedik.

Yvoire...
Marmaris yol ayrımı değil, Cenevre'ye açılan kapı
Yvoire'den sonra duraklamadan Cenevre'ye devam ettik. Son 10 km neredeyse pedal çevirmeden yokuş aşağı indik. Bu kısım önemli (beleş var), Fransa'dan İsviçre'ye giriş yapılan yerin hinterlandı, şarap bağlarının sıklıkta olduğu bölge. Caves Ouvertes Geneve adlı etkinlik, her yıl bir kez gerçekleşen ve o bölgedeki şarap üreticilerinin halka tadım yaptırdığı gün. Sistem şöyle işliyor: kendine bir tane kadeh alıyorsun. 10-15 Frank arasıydı sanırım. Aşağıdaki haritada işaretli her bağda o kadehle sınırsız ve ücretsiz şekilde tadım yapabiliyorsun. Beğendiğin şarap ve şampanyayı satın alıp eve götürüyorsun. Tadım sayısı sana kalmış. Şarabın yanında aperitif ikramlar da oluyor. Bu bağlar arasında otobüs çalışıyor fakat bisiklet, birkaç bağ gezmek isteyen için en iyi ulaşım aracı. Dediğim gibi yılda bir gün oluyor, şansımıza biz de o güne denk geldik ve genelde Choulex tarafında takıldık.
Şarap tadım haritası ektedir.


Geldik sona, geldik sona. Son şarkı bu, Turan Emeksiz... Bisiklet olmasa iki gün içerisinde bu kadar yer gezemezdik. Bu kadar doğaya karışamazdık. Bu kadar anı biriktiremezdik. Tren veya araba veya motor bizi kesmezdi. Her yerinde bisiklet yolu ve tabelası olan, uğruna tek günlük yarış düzenlenen Leman Gölü'nü gezmek için de bisikletten başkası ayıp olurdu. Bisiklet kiralamak size günlük 25 Frank'a mal oluyor. Farklı bisiklet rotalar bulmak için de aşağıya link bırakıyorum. Diğer linkler de, bu rotayı gezen farklı kişilerin yazdıkları. Fotoğraf çeşidi açısından paylaşmakta yarar gördüm.

Arazi arayışımız sonuçsuz kaldı. İmar izni yokmuş, tarım vasfındaymış.


Nejat Yavaşoğulları'nın dediği gibi; İviçre'de hayat bayram olmadı ya da her nefes alışımız bayramdı.

Sağlıcakla,

Gökalp'e özel teşekkürlerimizle...

https://www.schweizmobil.ch/en/cycling-in-switzerland.html

https://12ay12yer.com/2017/06/11/leman-golu-etrafinda-bisiklet-turu/

http://www.bisikletrotalari.com/rota/isvicre-bisiklet-turu-1-gun-cenevre-zurih/