3 Kasım 2015 Salı

OK Computer


Bana dünyaya gelmek ister misin diye sormadılar. Bana, seni T.C. vatandaşı yapıyoruz demediler. Bana sen Müslümansın haa, dediler. Hangi kreşe gideceğimi, ilk okulumu söylediler. Ben de gittim. Büyüdüm, bana orta okulumu da seçtirtmediler. Seçtiler, ona da gittim. Bana ne yapmak istersin demediler. Bana şöylesi de var diye seçenek sunmadılar. Sana da sunmadılar. Kimseye de sunmayacaklar. Sonra daha da büyüdüm. Yeter len dedim, artık kontrol bende, ne dersem o olacak. Öyle sandım. Üniversiteyi ben seçtim sandım. Mesleği ben seçtim sandım. Eşimi ben seçtim sandım. Ve yanıldım.

Bu bankada kime sorsanız, beni bilir. Uzun zamandır buradayım. İşten kalan zamanımda, yani dalıp gittiğim vakitlerde, etrafı gözlemlerim. Küçüklükten gelen bir hastalık bu bende. Her şeyin ardındakini anlamlandırma çabası... Bir nevi ruhsal bozukluk. Annemle babam kavga ediyor mu, etmiyor mu diye anlamaya çalışırken, böyle bir insan oldum işte. Antrenmanlıyım anlayacağınız. Engel de olamıyorum, ne yapayım? Kendime göre bir sürü haklı gerekçem var. Gerekçe dediğim birçok şeye toplum bahane diyor ama olsun. Toplum çok şey diyor zaten. Hepsini ciddiye alacak gücüm yok benim. Hemen hemen herkesle iyi anlaşırım bankada. Hem eski olduğumdan, hem de iyi gözlem yaptığımı düşündüklerinden birçok insan gelip derdini benle paylaşır. Dinlerim. Fakat sadece o kadar. Arada bir duymak istediklerini söyleyip, mutlu etmeye çalışırım onları. Ama yine geleceklerini bildiğimden kendimi boş yere yormam çoğu zaman. Kalabalık bir çalışma grubumuz var. Yine de, aralarında Ayşe ile Hikmet'i ayrı tutuyorum. Onların hikayesi geçenlerde okuduğum bir romanın baş kahramanlarınınki gibi. Onlara da kimse bir şey sormamış. Onların bunlardan haberi yok tabii. Ben de söylemedim. Kimseyle kötü olmak istemem sonuçta. İşindeyim, gücümdeyim... Tercihte bulunduklarını sanıyorlar. Üzülüyorum. Kendilerini çok yalnız hissediyorlar ama aslında hiç yalnız değiller. Etraf onlar gibi insanlarla dolu. Yalnızlıklarını bastırmak için kendi kendine konuşan çok insan gördüm fakat, kendisine mail atan az insan gördüm. Burası bir banka. Sadece banka değil, ülkenin örnek kümesi.

Ayşe'nin ailesinin hali vakti yerinde. Doğma büyüme buralı, yani Bodrumlu. Okulu bitirir bitirmez büyükşehir hengamesinden kaçıp yeniden memleketinin yolunu tutmuş. Turizm yapmak istemediğinden dolayı da, iş anlamındaki birkaç seçenekten biri olan bankaya yönelmiş. Bu tür yerlerde ya turizm yaparsanız, ya öğretmen olursunuz ya da bankaya girersiniz. Eğer ortalama bir insansanız... Aile rahat durmamış tabii; iş tamam, peki ya eş demeye başlamış. Tek maksadı ailesiyle, doğup büyüdüğü bir yerde, kariyer ve para hırsına kapılmadan sakin bir hayat yaşamak olan Ayşe'ye tüm güçleriyle yüklenmişler. Ne kadar karşı koyabilirsin ki? Kimi buldularsa hayır demiş Ayşe. En sonunda, ya tamam evleneceğim ama kocamı bari ben bulayım diye sinirli bir tavırla baskıları savuşturmuş. Gayet anlaşılabilir bir durum bu. Akılda olmayan evlilik fikri, aileler tarafından zorla kafaya zerk edildiğinde, özgür bir bireymişçesine hissetmek için evleneceğim insanı ben seçerim düşüncesine yöneliriz. Ailesinin Ayşe'ye aşıladığı evlilik önermesi Ayşe için yeterince ağırken, bir de onların bulacağı biri katlanılamaz bir hal alabilirdi. Kim olsa aşağı yukarı Ayşe gibi yapardı. Fakat unutulmamalı ki, tutsaklıktan sonraki hiçbir seçim özgürlük değildir. Bir köpeği bahçeye kapatıp sonra hadi bakalım istediğini yap, artık özgürsün diyemezsin. Ayşe, süreci uzatırsa baskıların daha da artacağını bildiğinden hedefe kitlenmiş bir füze gibi gördüğü her erkeğe acaba diye bakmış. Çok geçmeden de bizim bankadaki Hikmet'i bulmuş. Hayatının büyük bir bölümünün geçtiği yerden, bildiği, tanıdığı ortamdan Hikmet... Öyle mi acaba? Elbette ki öyle değil. Ayşe, Hikmet'ten nefret ediyor. Sorsanız, dünyanın en mutsuz insanı o. Hemen hemen her gün kavga ediyorlar. Ayşe bir ara yaşadığı sıkıntılara dayanamayıp durumu ailesine anlatmış. Onlar da, biz sana evlen dedik ama onla evlen demedik demiş. İnsanlığın en aşağılık olduğu zamanlardan biridir bu anlar. Ortaya bir fikir atarlar, şayet o fikri kabul etmezsen ve onlar haklı çıkarsa ben demiştim derler. O fikri kabul etmene rağmen haksız çıkarlarsa, ben sana dedim ama ille de yap demedim, sen kendin seçtin derler. Ayşe'nin Hikmet'ten sırf Hikmet olduğu için nefret ettiğini sanmıyorum. Bana göre fazlasıyla yansıtma söz konusu. Ayşe ailesinden ve onların aklına soktuğu evlilikten nefret ediyor. İşin ucu da nihayetinde Hikmet'e batıyor. Her Şey Çok Güzel Olacak'ta diyorlardı ya; hayat işte, neyse ne...

Hikmet'in ailesi oldukça gariban. Yozgat'ta çiftçilik yapıyorlar. Yozgat'ta Blues yapacak halleri yok ya. Kazandıkları kıt kanaat parayla Hikmet'i Ankara'da okutmayı başarmışlar. Tek dertleri oğullarının her ay düzenli şekilde maaş alacağı bir işe girmesi. Ne olduğu çok da önemli değil. Olabilecek en yakın zamanda, en hızlı şekilde olması önemli onlar için. Hikmet'in ise amacı devletin önemli bir kademesine kapak atmak. Hikmet okulu bitirir bitirmez KPSS'ye girmiş ama istediği yerleri tercih edecek puanı kazanmamış. İkinci senesinde de kazanamamış. Tam bir daha hazırlanıp tek ideali olanı yapmak için gayret gösterecekken ailesi bunu kapı dışarı etmiş. Üniversiteyi kazandığında göklere çıkardıkları oğullarını, henüz istediğini elde edemediğin, onlara göre işe yaramadığı için yerin dibine sokmuşlar. Hikmet ne yapar, ne ederim diye düşünürken sonunda bankaya başvurmuş. İlk Yozgat'ta, sonra da İstanbul'da bir süre çalışmış. O kadar sıkılmış ki, yer değiştirirse sıkıntılar hiç olmazsa bir nebze alır diye düşünüp dört senede beş farklı şehir denemiş. Oysa İstanbul'u sevmemenin sebebi çoğu zaman İstanbul değildir. Bir yeri seversen, o yer dünyanın en güzel yeridir, ama bir yeri sevmezsen... Bu da Vizontele'de geçiyordu. Hikmet son durak olarak da Bodrum'a sürüklenmiş. Şu an bankanın müdür yardımcısı konumunda. Maaşı epey dolgun. Fakat yaptığı işten nefret ediyor. Toplamadan, çıkarmadan, hesaptan, kitaptan tiksiniyor. Her sabah olanca somurtkanlığı ile onu görmek güne başlamanın en boktan tarafı biz diğer çalışanlar için. Yine de, eski çalıştığı yerlerin aksine Bodrum'u seviyor. Yozgat'taki ailesinden uzakta olmak onu rahatlatıyor. Görev yaptığı diğer yerlerdeki yıpratıcı iş temposundan da uzak tabii. O artık, tam da ailesinin istediği gibi düzenli şekilde maaşını alan bir etkisiz eleman. Bankanın en göze batan insanlarından olmak onun yolunu bir şekilde Ayşe'yle kesiştirdi. Hikmet, Ayşe'ye kör kütük aşık. Onun Bodrumlu olmasını seviyor. Onun kariyer hırslarından arındırılmış halini seviyor. Onun işe değer vermemesini, sadece Bodrum'da olmak için bu işi yapmasını seviyor. Kendisinde olmayanları Ayşe'de gördüğü için seviyor. Hikmet kısaca şu bankada tek şeyi seviyor, o da Ayşe. Hikmet de kavga gürültüden bıkmış durumda ama ona göre tüm dertlerinin sebebi, bankacılığın kendisini sevimsiz, ilgisiz biri yapmasından kaynaklı. Ayşe'nin onu sevmemesi gibi bir düşünce kesinlikle aklından geçmiyor. Paraya, hesaplara, müdürüne, gişelere, atm'lere her gün lanet okuyor. Tek hayali bir gün bir kafe açmak ya da bir pansiyon işletmek.

Çalıştığım her iş günü Ayşe ile Hikmet'i görüyorum. Onların yaptıkları seçimleri düşünüyorum. İçimden diyorum ki, bir insanın bu hayatta kendisine yapabileceği iki kötülük var: biri yanlış eş, biri yanlış iş. Vazgeçecek gücün yoksa, bir ömür bu ikisiyle geçiyor. Ne olabiliyorsun ne de ölebiliyor... Kendimi böylesine çaresiz ve karamsar hissettiğim zamanlarda kulaklığımı takar, önümdeki evraklara dalarım. Bir gün yine tam bu ruh haline yakalanmışken kulaklığı takmış müzik dinliyordum. Listeden Exit Music (For a Film) çıkageldi. Radiohead'in OK Computer albümündeki en baba şarkılardan biridir kendileri. Bir kez daha dalıp gittim. Thom Yorke'un gör dediğini anlayabilmek için uzunca bir süre düşündüm. Ayşe'yi de, Hikmet'i de, hayatı da iyi bilenler toplanıp, albüme OK Computer adını vermişlerdi. Bilgisayar çağındaki seçeneksizliğin seçeneği demekti bu. Bilgisayarda karşımıza çıkan hata ekranlarında sunulan tek seçeneği, yani 'tamam'ı tıklayıp devam edebiliyorduk ancak. 'Tamam bilgisayar' diyorduk, seçim yapma sanrısının verdiği tüm özgürlük hissiyle... Ve yine yanılıyorduk.

4 Ağustos 2015 Salı

Vardır Herkesin Bir Hikayesi

Düşlersen görürsün
Fethiye'nin ardından sıra İzmir'de. Çok zorluk çekmiyorum ama. Kolay adapte oluyorum. Fethiye'nin büyüğü işte diyorum. Baya da bir kanım ısınıyor açıkçası. Sonra da Ankara... O kısmı zorlu işte. Bugüne kadar hiç alışık olmadığım bir hava, renk ve düzen var. İnsanlar epey farklı. Öyle olacağını tahmin ediyordum tabii de, içine girip yaşaması biraz ağır geliyor. Hep bir şeyleri özlüyor gibiyim. Aynı zamanda kasvetli... Genelde Dünya'nın yuvarlak olduğunu gözlemleyerek yaşamışım. Denizin ufukla birleştiği yer hep yokuş aşağıdır çünkü. Hatırlayın, geminin önce kendisi, en son da direği kaybolur gözlerden. Bunu Orta Çağ'da söyleyenlere deli diyorlardı, şimdi ise Amerika'yı tekrardan mı keşfediyorsun lafının arkasında gerzek ilan ediliyorsun. Hangi devirde, ne dersen de, bir şekilde bokluyorlar. Bazı şeyler gerçekten de hiç değişmiyor. Biranın tadı gibi. Fethiye, İzmir, Ankara... Her yerde güzel. İçerkenki manzara da önemli ama. Önceden hep denize bakardım. Göl ise aynı değil. Gemi hiç kaybolmuyor gözümden. Küçülüyor ama direği hep görüyorum sanki. Dünya düzdür ve adaleti yoktur diyerek içemem ben. Gerçeklerin adamıyımdır. Aklım ne diyorsa gerçek odur benim için. Ya sizin için? ODTÜ'nün yüksek yerlerinden birinde, Çevre Mühendisliği'nin otoparkındayız. Hava yavaştan kararıyor. Işıklar yanmaya başlamış. Karşımızda Bilkent var. Aramız ormanlık. Gündüz ormanlık... Gece ise deniz. Karanlıktan hiçbir şey gözükmüyor. Biz Göztepe'de bira içiyoruz sanki, Bilkent de Karşıyaka işte. Aramız İzmir körfezi. Alın size gerçek. O karanlıkta kim inanır oranın orman olduğuna. Tıpkı bir deniz gibi. İnsanlar sadece gündüz ışığıyla değil, gecenin karanlığıyla da görüyor bazen. Yeter ki düşlesin...

Aldırma be gönül
Subay rahatlığında yaptığım askerlikte sürgün yemişim. Artık sıradan bir Er'im. Yeni adresim bir cezaevi. Moral bozuk, can sıkkın. Gözlerimden yaşlar geliyor sinirden. Bitmek tükenmek bilmeyen nöbetler... Günler sanki 48 saat. Fareler fink atıyor ayaklarımın etrafında. Hava buz gibi. Cebimde taşıdığım ve tamamını kulübenin içinde, ayakta okuduğum kitaplarım tükenmiş. Aklı meşgul etmek, delirmemek için son silahım 28 şarkılık, yarı otomatik bir MP3. İyi haber, radyosu da var. Kötü haber, ilçede tek radyo çekiyor. TRT'nin saat başı haber bültenlerini üç saat sonunda kağıt olmadan sunabilecek kadar iyi biliyorum. Gündüz kuşağı çok sıkıcı. Pil akşama da kalsın diye kapatmak üzereyim. Edip Akbayram çıkıyor birden. "Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma...". Sanki beni görmüş de, benim için söylüyor baba. İçinde bulunduğum durumu daha iyi anlatabilecek bir şarkı daha yok. Mahkumlar mangal yakıyor olmalı. Cezaevinin çatısında farklı bir duman tütüyor. Dört baca, beş duman var. O an kafamı yukarı çevirip, rahatlamaya çalışıyorum. Devam geliyor: "Görmek istersen denizi, yukarı çevir yüzü, deniz gibidir gökyüzü, aldırma gönül aldırma." Keşke bir deniz olsa diye hayal ediyorum. Ardından da, bir çocuk için daha güzel bir isim olamaz diyerek dalıp gidiyorum. Bir gün, belki, neden olmasın... Nöbetim bitiyor. Karakola gider gitmez ankesörün önünde dikiliyorum. Sezo'nun mayıs ayında doğumu gerçekleşecek. Henüz cinsiyet belli değil. Kafanızda bir isim var mı ya diye soruyorum kontörüm bitmek üzereyken. Erkek de olsa, kız da olsa Deniz koyacağız diyor. Edip baba, ben ve Sezo arasındaki kozmik mesajların bu kadar çabuk yayılmasına şaşırıyorum. Bir süreliğine de olsa çok mutlu oluyorum. Beni duymuşlar, dinlemişler, kırmamışlar gibi... Telefonu kapatıyorum. Komutan emirler yağdırıyor. Bulaşık sırası bende. Akşam iki saat daha nöbetim var. Yine de aldırmıyorum.

Balıklar sessizdir
Dinlemekten, görmekten, koklamaktan bıkmışım. Televizyon ve gazeteler yalanlarla dolu. Arkadaşlar yaz ayları dolayısıyla bencilliğe kaymış. Kimsenin söylediğini yaptığı yok. Boğazımıza kadar çirkinliğe batmışız. Dayanılacak gibi değil. Üstüne bir de lanet sıcak... Leş gibi kokuyor ülke. Motora atlayıp koya varıyorum. Suya atlar atlamaz dalıyorum. Bir münzevi için dünyadaki en iyi kaçış yeri suyun altı. Sınırlı görüyorsun, duyuyorsun, kokluyorsun. Dipten hiç çıkmamak en iyisi bazen. Çok kalırsan bir daha asla çıkamazsın da zaten. Gözlerimi açtığımda karşımda iki balık beliriyor. Tam onlara seslenecekken yanıma David Foster Wallace geliyor. Başlıyor anlatmaya: "İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı balık başıyla onlara selam verip, 'günaydın çocuklar su nasıl diye sormuş'. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış: 'su da neyin nesi?' Balık hikayesinin ana fikri, gözümüzün önündeki en bariz, önem arz eden ve yaygın gerçeklerin, çoğu zaman anlaşılması ve anlatılması en zor şeyler olmalarıdır. Söze döküldüğünde tam anlamıyla sıradan, basmakalıp bir ifade bu. Ama biz yetişkinlerin gündelik yaşam kavgasında sıradan ve basmakalıp ifadeler hayati önem arz eder. Ve şu pırıl pırıl sabah saatinde, ben senin buna inanmanı isterim." Nefesim tükeniyor ve ani bir hareketle yüzeye çıkıyorum. Az önce gerçekleşenler yüzünden hayli şaşkınım. Uzun süre düşünüyorum. Seni yalnızlığından alıkoyup aslında senle beraber olmayanları, ülkenin insanları süreklediği kırmızı çizgileri, kendisini kandırarak gerçeklerin üstünü örtenleri, bu şekilde mutlu olanları, ego savaşlarını, hayatı, yaşamakta olduğumuz hayatı düşünüyorum. Bu sırada ciğerlerim tekrardan havayla dolmaya devam ediyor. Nefes alış verişimin normale dönmek üzere. Derin bir nefes çekip bir daha dalıyorum. Kaldığımız yerden anlatıyor DFW: "Ama lütfen beni burada parmak sallayarak vaaz veriyormuşum gibi görüp sözlerimi bir kenara atma. Anlattıklarım; ahlak, din, inanç veya o fantastik ölümden sonraki hayat meseleleri hakkında değil; büyük H ile hakikat, ölümden önceki hayat hakkında. 30'una, belki hatta 50'sine gelmek hakkında. Kendi kafanıza bir kurşun sıkma sıkma isteğine kapılmadan, derece ve diplomayla ölçülmeyen, tümüyle basit farkındalık üzerine odaklı gerçek eğitimin, gerçek değeri hakkında. Etrafımıza baktığımızda görülmemesine rağmen gerçek ve esas olana dair farkındalık hakkında. Onu sürekli olarak kendimize hatırlatmak zorundayız. Bu su..." Sahile çıkıp kurulanıyorum. Elimde imzalı bir kitap. Yaşama uğraşına dair bir yol haritası. Motora atlıyorum. İyi şeyleri kendime hatırlata hatırlata şehre doğru yol alıyorum.



6 Temmuz 2015 Pazartesi

Sustuğun Kadar İyisin

Bir işim var. Uzun zamandır çalışıyorum. Ben de, çoğu kişi gibi alt kademeden başladım. Eve dayak yemiş gibi döndüğüm günleri iyi hatırlıyorum. Hala daha da yorgun dönerim ama her gün aynı dayağı yemeye bile alışıyor insan bir süre sonra. Şu an bulunduğum konum itibariyle birilerinin patronu, birilerinin işçisiyim. İlk girdiğimde herkesin işçisiydim. İlk girdiğimde masumdum da. Bir zamanlar neslimin çoğu üyesi gibi, insanın sevdiği bir işe sahip olabileceğini düşünebilecek kadar masumdum. Altımdakilere sürekli olarak işlerini severek yapabilmeleri adına nasihatlarda bulunuyorum. Bu tür sözleri iyi biliyorum çünkü benden üst olanlar da sürekli olarak bana anlatıyor. Sadece, artık inanmıyorum. İnanmadığımı hem anlatanlar, hem de anlattıklarım biliyor. İki rolüm var. Yerine, zamanına göre birinin oynamam icap ediyor.

Günün birinde evimin bir kısmını gökyüzü mavisine boyatmak istedim. O kadar çok kapalı alana maruz kalıyordum ki, kafamı yukarı çevirdiğimde çoktan güneş batmış oluyordu. İnsan sadece işinde, ilişkilerinden değil, evinde bile kandırmak zorunda kalıyor kendini. Duvarlara bakarak rahatlayacağını düşünen tek ırk biz isek, düşünmeyi çok yanlış anlamışız demektir . Boyacıyı bulup uzatmadan derdimi anlattım. Sen hiç merak etme abi dedi, bu evi dört tarafı denizlerle çevirili bir kara parçasına dönüştüreceğim. Anahtarı kendisine teslim ettim. Güvenirim işçilere. Eve ekmek götürmenin derdindedirler. Hep ezilen taraftadırlar. İşten çıktığım gibi eve geldim. Eve boyacının geldiği günle 50 tl'min kaybolduğu gün aynı gündü. Az biraz üzüldüm. Kazanmanın zor olduğunun farkındayım. Boyacı işi bir günde sonlandıramadı. Söylediklerini zamanında yaptıklarını hiç görmemiştim zaten. Ertesi gün bir 50 tl daha eksilmişti şifonyerin orta çekmecesinden. İşçinin yevmiyesini vermek için sakladığım zula gittikçe eriyordu. Yılda ortalama 20 tl kaybeden biri için, iki günde 100 tl ortalamanın çok üstündeydi ve hafiften kuşkulanmaya başlamıştım. Boyacının rötuşlar için geldiği üçüncü günle, toplamda 150 tl kaybettiğim gün de aynı gündü. Fırçayı aldığım gibi ağzına vurdum herifin. Boğazına yapışıp senin hayatının dar ederim ederim dedi ona. Bir sürü küfür etti karşılığında. Güzel pataklamıştım. Pek karşılık vermedi. Muhtemelen suçluluk duyuyordu ve artık benden nefret ediyordu. Nefret etmek hakkıydı. Ona tüm bunları yapmasam da benden nefret edecekti. Beyaz yakalılardan, evini boyatanlardan, güzel karısı olanlardan, beyefendi kılıklı tiplerden, dolma kalemlerden, stüdyo dairelerden, yeni apartmanlardan, boya kokusundan, sıçratan fırçadan, pervazlardan, kartonpiyerlerden, duvar kenarlarından, boyalı pantolonundan, kötü çaydan, az paradan, kimsesiz olmaktan, fakirlikten, hizmet etmekten, tırnaklarından, nasırlarından, her şeyden nefret ediyordu. 

Sinirim geçtiğinde ikimiz de yerde uzanıyorduk ve ben bir süre sonra gülmeye başladım. Boyacının nefret ettiği her şeyden benim de nefret ediyor olmam komik gelmişti. Takım elbiselilerden, patronluk taslayanlardan, kötü simit sarayı çaylarından, bekar hayatından, güzel bir eşe sahip komşumdan, ütüsüz pantolonlardan, küçük dairelerden, dolma kalemlerden, sömürenlerden nefret ediyordum. Birbirimizden farkımız yoktu. Hatta kıyaslama yaptığımızda, ben ondan daha çok onun haklarını savunur durumdaydım. Sefil değildim, ama işçiler için eylemelere giderdim. Bir sendika üyesiydim. Zenginlere, ezilen sınıftan daha çok ses çıkarıyordum. Yapmak zorunda değildim. Dediğim gibi, para ve sahip olduğum haklar konusunda sefil değildim ama yine de yapıyordum. İktidara baş kaldırıyordum, ama o kaldırmıyordu. İşçiler böyleydi. Şikayet ederlerdi ama eyleme geçmezlerdi. Kendi adeletlerini yalnız başlarına sağlayabileceklerini düşünürlerdi. Tomurcuk kokulu bir çay demleyip epey sohbet ettik boyacıyla. En favori yazarımın Bukowski olmadığını ama en favori filmlerinden birinin Factotum olduğunu anlattım ona. İşinde dikiş tutturamayanlardan bahsettim. Yeraltı edebiyatını anlattım. Ölü doğanları, her gün ölüp yeniden doğanları anlattım. Boyacıya ben de aslından senin gibiyim demek için elimden geleni yaptım. Gariptir ki, tüm bu meseleleri altımdaki iki elamandan birini çıkartmam gerektiği söylendiğinde kanıksamıştım. Ne zordu birinin işine son vermek... Karşındakine silahla ateş etmek gibiydi. O an patrondum, ama daha çok işçi gibi hissediyordum.

Başta yapmam gerekiyordu ama unutmuşum. Size kendimi tanıtmama izin verin. Bana "Patron" derler. İsmimi bilen üç-beş kişi kaldı. İkisi annemle babam. Ki onlar da, ciddi görünmek istedikleri anlar dışında 'Patron' diye seslenirler. Diğerleri ise eski arkadaşlarımdan bazıları. Emek dediklerinde dönüp bakmıyorum bile artık neredeyse. Hayatımdaki birçok şey ismimin önüne geçti. Bana başka yol bırakmadılar. Her zaman başka yol vardır martavalından sıkılmadınız mı gerçekten? Herkes aşağı yukarı biyolojik ve çevresel faktörlerin çizdiği yolda ilerliyor. Sadece kabullenip itiraf etmeye kalmış tüm kader. Küçüklük yıllarımdan beri bir işin başına geçeceğim, patron olacağım öngörülüyordu. Aldığım eğitim, duyduğum laflar, sosyal çevrem, aklınıza gelebilecek hemen hemen her şey patron olabilmem doğrultusunda gelişti. Daha 12 yaşında derslerim iyiyken patronlar böyle çalışkan olur dendi. Şekere ve aburcubura abanıp kilo aldığımda patron dediğin koltuğu doldurur zaten dendi. İkinci kez izninizi istiyorum. Gece kulübünde bir çarşamba günü partisine davetliyim. Gitmem lazım. Bazen patron olmam gerekiyor.


28 Haziran 2015 Pazar

Karşıyaka Nerede Başardı?


Geçtiğimiz yılın en çok konuşulan filmlerinden biri olan Whiplash’i izlediniz mi? İzlediyseniz, anlatacağım sahneyi anımsayacaksınız. Bateri çalma konusunda doğal bir yeteneği olduğu düşünülen Andrew ile okuduğu okulun caz duayeni hocası Terrence Flecther’in yolları, ikilinin birbirleriyle yaşadığı husumetli günlerin ardından bir kez daha kesişir. Filmin final bölümünde, sahnede bir kez daha sahip olduklarını açığa çıkaramayan Andrew, başarısızlık ve hayal kırıklığı hissiyle konserin orta yerinde salonu terk etmek üzereyken bir anda sahneye geri döner. Ve kendinden geçmişçesine bir ruh haliyle, unutulmaz bir solo performansa imza atar. Andrew, en iyisi olmak için hayatını harcamaya hazır olduğu bir yolda, planlamadığı bir zamanda, planlamadığı bir şekilde kendi zirvesine ulaşır.

Pınar Karşıyaka tam 28 yıl sonra, Türkiye Basketbol Ligi’nde kimsenin ummadığı büyük bir sürprizi gerçekleştirdi ve şampiyon oldu. Bir cümleyle yazması ne kadar da kolay... Oysa Karşıyaka’nın bahsettiğimiz yere gelene kadar karşılaştıklarını gayet iyi biliyoruz. Adım adım, yaşaya yaşaya, öğrene öğrene… Ufuk Sarıca ile geçirdikleri ilk sezonda Eurochallenge finalinde kaybettiklerinde aslında çok şey kazandıklarını düşünmeye başlamıştık. Bir sonraki sezon Türkiye Kupası ve TBL yarı finali bir bakıma doğru yolda olduklarının göstergesiydi. Bu sezon ise daha da üstüne koyarak, Cumhurbaşkanlığı Kupası, Eurocup çeyrek finali, TBL şampiyonluğuna ulaştılar. Neresinden bakarsak bakalım senelerce anlatılacak bir başarı hikayesi. Ufuk Sarıca ve Karşıyaka camiasının söylemiyle, hayallerin gerçeğe dönüşmesi. Karşıyakalılar sezon boyunca kendileri adına birçok şeyi doğru yaptı. Modern zaman basketbolunu tanımlayan üç belirteci; yarı sahayı geçiş akıcılığı, hızlı pasa dayalı tempoyu ve dış şutlar üzerine kurulu oyunu iliklerine kadar benimsediler. Bir bakıma, rakiplerinden farklı bir yol izlediler. Çünkü kadro yapılarının bu oyun için uygun olduğunun ve dünya basketbolunun fiziksel güçten tempoya, yani hıza doğru evrildiğinin farkındaydılar. Hemen hemen bütün play-off serisi maçlarında benzer durumlara şahit olduk. Banvit’i ev sahibi olmanın da avantajıyla geçtiklerinde de, Fenerbahçe Ülker ile Anadolu Efes’i darmaduman edip bozguna uğrattıklarında da hep, yapmayı bildikleri en iyi şeyi yaptılar. Fakat sürklase ettikleri son iki rakibi sadece sahip oldukları basketbol anlayışıyla devirdiklerini söylemeyiz. En azından söylemekten kaçınmalıyız. İnsanlar oyunu icra edenlerin robot olmadığının farkındalar. Bir bilgisayar oyunu oynanmıyor ve sadece taktik detayları konuşmak çok doğru bir hareket değil. 8-10 kat daha fazla bütçelere sahip takımları, favori olunmayan bir seride, mutlak bir hakimiyet ve kontrol kullanarak alt edenleri anlatmak için farklı yollara sapmalıyız. Evet; Dixon, Strawberry, Palacios, Diebler, Gabriel play-off’la beraber bir üst seviyeye çıktı, hiç olmadık anlarda uyguladıkları tam saha baskıyla rakiplerini hataya zorladılar, Ufuk Sarıca her defasında rakibinin açığını yakaladı, kenardan müthiş bir enerji aldılar, tribünleri hep arkalarındaydı, her takımdan daha fazla mücadele ettiler. Ama yetmez. Böylesine bir şampiyonluğu açıklamak için bazen tüm bunlar bile yetmez. Çünkü Karşıyaka, başarıya ulaşmanın tek bir yolu olmadığını gösterirken, başarıyı tanımlamanın da tek bir yolu olmadığını gösterdi.

Amerikalı yazar Steven Kotler’in “Superman’in Yükselişi: Nihai İnsan Performansının Şifrelerini Çözmek” kitabını Yenal Bilgici’nin kaleme aldığı bir yazı dolayısıyla not etmiştim. Yıllardır düşündüğümüz, dile ve yazıya dökemediğimiz, anlatmakta zorlandığımız bir konudan bahsediyordu Kotler: “Flow(akış)”. Konunun fikir babası Macar Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi. Hepimiz biliyoruz aslında bu ‘akış’ın ne olduğunu. Bazen halı sahada kendimizin bile şaşırdığı işlere imza atarız; arka arkaya çalımlar sonunda al da at dercesine bir pas örneğin. Ya da karşımızdaki kişiyle tartışırken bir anda, rutinimize göre çok daha anlamlı ve kurgulu sözler sarf ederiz. Bilgisayar başına geçip yazı için oturduğumuzda klavye kendiliğinden akar hani bazen. Bir basketbol maçında ne atsanız girecekmiş gibi hissedersiniz arada. İşte akış tam olarak bu. Bilgici’nin de yazısında belirttiği üzere, Kotler akış halini şöyle ifade ediyor: “(…) Bir işe kendinizi kaptırıp dünyayı unuttuysanız, akışın ne olduğu konusunda bir fikriniz vardır. Akış halinde elimizdeki işle o kadar meşgulüzdür ki, geriye kalan her şey anlamsızlaşır. Aksiyon farkındalıkla birleşir. Zaman yok olur. Benlik ortadan kalkar. Bu şekilde performans da zirve yapar”. Kotler’in anlattıklarında bir bakıma mutlak bir odaklanma hali mevcut. Kişi o kadar hızlı karar veriyor ve yaptığı karara inanıyor ki, eyleme dönüşen hareket o an için genel geçer düzlemde doğru bir hamle olarak gözükmese bile, inanç süzgecinden geçerek kişiye pozitif anlamda geri dönüyor. Ve tüm bu aksiyon zamandan bağımsız şekilde gerçekleşiyormuş gibi gözükse de, gerçekleştiren kişinin gözüne zamanın ağır çekim halde filme alınması şeklinde yansıyor. Basketbolcuların attığı son saniye şutlarını düşünün. Hepsi ani ve yanlış birer karardan ibaretmiş gibi. O sekansta akışta olan oyuncular için zaman sanki durağanlaşıyor, diğer herkes içinse su gibi akıyor. Akışa girebilen oyuncular, daha önceden bunu başaranlar ve bu hazzın bağımlısı olmaya yatkın olanlar şutlarında çok daha fazla isabet sağlıyor. Akış dediğimiz olgu sadece iddialı laflardan ibaret değil elbet. Şut atarken bahsettiğimiz akış ve inanç aynı zamanda bir keyif hali içeriyor. Kişiler performans zirvelerini yaşarken, davranışın karar verildiği yer olan prefrontel korteks kendisini devre dışı bırakıyor ve ilham perileri omzunuza konuyor. Mutluluğun karşılığı olan serotonin ile acıyı azaltıp zevk üreten endorfin salgıları beyne yöneliyor. Tüm bu sebeplerden ötürü Amerika’da bilimsel çalışmaların odağına oturmuş durumdaki akışın öncelikli deney grubu ekstrem sporlarla uğraşanlardan oluşuyor. Yüksek zirvelere tırmananlar, dev dalgalarla boğuşanlar, havada bir kuş gibi süzülenler… Hepsinin ortak özelliği tüm organizmalarda olduğu gibi hayatta kalma içgüdüsünü şiddetli şekilde hissetmesi ve kusursuz bir konsantrasyon. Sonrasında da bağımlılık yaratan bir keyif salınımı. Akış hali en çok onlarda görülüyor. Çünkü yaptıkları sporlar hayati riskler taşıyor ve en iyi performansları gösterebilecekleri bir akışa giremedikleri takdirde sonuçlar sporcular için çok pahalıya mal oluyor.
  
Akış haline girebilmenin bazı psikolojik, çevresel ve sosyal önkoşulları var. İlk olarak derin ve uzun bir konsantrasyon istiyor. Çizgileri çizilmiş, belirli, net amaçların olması gerekiyor. Çünkü neyi, neden yaptığınızı bilmeniz lazım. Alacağınız geribildirim çok önemli. Neyi, nasıl yaptığınızı öğrenmeniz sizi bir sonraki sefer geliştirmeye yarıyor. Sıkıntı ya da kaygı arasında bir yerlerde olmalısınız. Aksi halde akışa girmeniz pek mümkün değil. Yaptınız işi her gün küçük ama belirli oranda arttırarak devam etmelisiniz. Bir anlamda antrenman temponuzu her geçen gün arttırmalısınız. Riski sevmelisiniz. Şayet ortada risk yoksa konsantre olmanız ve odaklanmanız için ekstra çaba sarf edersiniz. O yüzden risk, akışın olmazsa olmazı. Yenilik ve tahmin edilememezlik de çorbanın önemli malzemelerinden. Bir sonraki adamın ne olacağını bilmemek yoğunlaşmayı kolaylaştırıyor. Son olarak sosyal faktörler… Eğer bireysel olmayan bir takım işi yapıyorsanız herkes tarafından eşit katılım ve katılımcılar arası benzer özellikler gerekiyor. Örneğin konuşulan ortak bir dil…

Pınar Karşıyaka’nın basketbolunu izlerken çok defa Steven Kotler okuyormuş gibi hissettim. Banvit’le oynadıkları çeyrek final serisinin üçüncü maçını gözünüzün önüne getirin. İlk periyotta atılan 35 sayıdan bahsediyorum. Kim tarafından, nerden, ne şekilde atıldığının önemi olmayan topun sayı oluşunu izledik 10 dakika boyunca. Oyuncuların her hareketi, her kararı bir metronun ray üzerindeki seyri gibi akıp gidiyordu. Oyucular tam olarak akışa girmişlerdi ve aldıkları keyif onların bir süre daha o akışta kalmasını sağladı. Anadolu Efes’le oynanan dördüncü maçın son periyoduna da bakabilirsiniz. Karşıyaka, hesap edilmeyen bir farkı kapatıp üzerine kafa yorulması gereken bir geri dönüş gerçekleştirdi. Herkes inanmış, son derece kararlı bir şekilde potaya gitti ve olmaz denilen her şut girdi. Tüm bu örnekler yetmez ise Fenerbahçe Ülker’le oynadıkları yarı final serisinin ilk maçındaki ikinci periyot da bizim için gayet uygun.

Ocak ayında Ufuk Sarıca ile yapılmış bir röportajda başarılı koçun ağzından çıkan sezon hedefinde tam olarak şu sözler yer alıyordu: “Hedefimiz ligi üst sıralarda bitirmek ve ilk turda saha avantajı elde etmekti. Bunu hala başarabiliriz; ama lig bu sezon çok karışık, herkesin çok güçlü kadroları var.” Aynı dönemde herhangi bir basketbol izleyicisine de sorsanız, Karşıyaka ile ilgili daha fazlasını söyleyemezdi. Aradan aylar geçti. Karşıyaka neler yapabileceğini gösterdi ve yarı finalde Fenerbahçe Ülker’le eşleşti. Herkes tarafından serinin favorisi sarı-lacivertlilerdi. Karşıyaka o seride ayakta kalan taraf oldu. Bu kez Anadolu Efes’le eşleştiler ve bir kez daha favori olan taraf onlar değil, rakipleri Anadolu Efes’ti. Fakat her şey ilk maçın ardından değişti. İlk kez Karşıyaka’nın artık kupayı kazanabileceği konuşulmaya başlandı. Değişen sadece Ufuk Sarıca ve takımındaki oyuncuların algısı değildi. Tüm basketbol izleyicileri Karşıyaka’nın kazanma şansının artık daha fazla olduğunu düşünüyordu. Bu öyle kolay bir şey değil. Her seferinde dezavantajlı konumundayken sonunda favori konumuna gelmek, insanlardaki algıyı değiştirmek, bir psikolojik eşiği aşmayı ifade ediyor.

Hedefe giden yolda psikolojik eşik herkes için önemli. Durup bir kez daha Kotler’e yönelmeniz gerekiyorsa, çekinmeyin, yapın. Ya da Whiphlash’i bir kez daha izleyin.  Andrew’u o eşiği aşarken göreceksiniz. Sahneyi terk ettiğinde duygu hezeyanı yaşıyordu. Fakat hissettikleri onu karar almaya itti. Risk alıyordu. İlk kez ciddi şekilde odaklanma yaşadı. Akış için tüm bileşenler toplanmıştı. Bagetler elinde kendiliğinden hareket eder gibiydi. Kimseyi duymuyor, umursamıyordu. Zaman ilerledikçe, yapabildiğini gördükçe andan keyif almaya başladı. Kanayan eline rağmen devam etti çünkü haz duyuyordu. Ortaya, kendisi dahil herkesin ilk kez şahit olduğu bir performans zirvesi çıktı. Karşıyaka için de durum farklı değildi. Net, belirgin bir amaçları vardı. Dış çevreye, hakemlere, sakatlıklara, maç sonu açıklamalarına kulağını tıkayıp tek bir amaca yöneldiler. Kazandıkça, şutlar girdikçe, belli dönemlerde istedikleri oyunu oynadıkça algıları değişti ve gerçekten yapabileceklerine inanmaya başladılar. Geribildirimi sağlıklı şekilde alıyorlardı. Sonuna kadar risk aldılar. Yaptıkları tam saha baskı da, işlerin kötüye gittiği dönemde çekinmeden şut atmaları da bunu gösteriyordu. Herkesin katılımcı olduğu, ortak bir dilleri vardı. 30’ar dakika sahada yer alıyorlardı fakat yorulmalarına rağmen devam edebiliyorlardı. Çünkü endorfin çoktan salgılanmaya başlanmıştı. Oyuncular, belirli dönemlerde Adrew’un final bölümündeki performansını sergiliyorlardı. Ufuk Sarıca da, onları en iyiye zorlayan caz hocası Terrence Feletcher olmalıydı.

18 Nisan 2015 Cumartesi

Aynı Yoldaydık, Ayrı Daldaydık

'Down by Law'a selam çakalım
Uzunca bir düşnünce sürecinin sonunda koyulduğum yolda geri dönüşün olmadığını biliyordum. Kontağı çalıştıracaktım ve her şey yeniden başlayacaktı. Epeydir bu zamanı bekliyordum. Dikiz aynasına baktığımda gördüklerimi bir daha asla göremeyecektim. Bu durum beni korkutmuyordu. Beni daha çok düşündüren şey 100 kilometre sonra ikiye ayrılan yoldu. Birini seçmem gerekecekti. Ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Sağa gidersem bir daha hiç duyamayacaktım. Sola gidersem bir daha asla konuşamayacaktım. Verilmesi gereken zor bir karardı. Kalbimin sesini dinlemeliyim diye düşündüm. Sonra vazgeçtim. Karar vermek için aklın kullanılması gerekir dedim kendi kendime. Sonra yine vazgeçtim. Amaçlar ve araçlar birbirine karışmıştı. Hayatımın her anında böyleydim. Hiçbir şeyi işlevselliği ile kullanamıyordum. Yeni aldığım kitaplardan sehpa yapardım. En sevdiğim kalemle musluk gideri açtım genelde. Elime geçen ve daha sonrasında kaybolan çakmaklarımla kişilerin kafasını yardım. Cebimden ayırmadığım çakımla bira kapağı kaldırırdım arada. Yastık her zaman bacak aramdaydı benim. Terlikleri sadece sivrisinek öldürmek için kullandım. Favori sandalyem en ideal kirli sepetimdi. Tişörtümle yerleri sildim ne zaman pislense. Birkaç yıl önce zorda kalırsam kafama sıkarım diye tüfek aldım, fakat salonumun duvarına daha çok yakışmıştı doğrusu. Arabamı çoğunlukla bir garsoniyer olarak görüyordum. Rastladığım güzel kızlara hep gözlerimle konuştum, çünkü dilim sadece alışkın olduğu tatlar için uykusundan kalktı ağzımda. Söylenenleri götümle anlamak gibi bir huyum vardı. Ellerimi dokunmak, hissetmek için değil, kırıp dökmek için kullanmayı tercih ederdim. Ayaklarım gol atmaktan başka hiçbir işe yaramadılar. Uzun kollarım vardı ama hiç sarılmayı denemedim, sırtımın kaşınan yerleri için daha uygunlardı sanki.

Merdivenlerden aşağı indim ve arabaya atladım. Günler öncesinden yolculuk için uygun bir şarkı listesi yapmıştım. Çok geçmeden teybi çalıştırdım. Camı, sigaramın külünü dökebileceğim şekilde aralandırdım. Hazırdım. Son kez etrafıma baktım. Ardından tereddütsüz bir şekilde gaza bastım. Bu refleksim, beynim tarafımdan kararlı olduğumun vücuduma bir gönderimiydi. İlk 50 kilometre ne olduğunu pek anlamadan geçti. Fakat ilerliyordum. İlerledikçe seçim yapmam gereken sapağa yaklaşıyordum. Hala daha net bir karar vermiş değildim. Çorak bir arazide ortalama bir hızla seyrediyordum. Az ötede sırt çantalı bir çocuk gördüm. Elini yukarı kaldırmış, otostop çeker bir vaziyette yol kenarında dikiliyordu. Almam gerekir mi diye düşündüm. Ter içinde olduğunu görünce yanaşıp, nereye gideceğini sordum. Siz nereye gideceksiniz bayım dedi. Henüz bilmediğimi, fakat 40 kilometre sonra ayrılan yolda ya sağa, ya da sola sapacağımı söyledim. 40 kilometre ilerlemek benim için yeter de artar bile deyip arabaya bindi. Sessizliğimi hiç bozmadı. Soluklanıp, çalan müziğe kendini verdi. Bir süre sonra çocuğun arabadaki varlığını unutup kendi kendime konuşmaya başlamıştım. Onunla konuştuğumu farz etmiş olmalı ki, bir iki kez karşılık verdi. Çocuğun sesini duyunca bir anda şimdiki zamana geri döndüm. "Siyasetten ne kadar da nefret etmişsiniz böyle, bayım" dedi.

"Bana bayım demene gerek yok, ben senin şu an için yol arkadaşınım."
"Öyle tabii. Siyaset diyordum, sizi epey bir germiş olmalı. İki saattir birçok kişiye saydırdınız."
"Hiç farkında değildim, kusura bakma. Bir an kendimden geçmiş olmalıyım."
"Hiç sorun değil bayım. Pardon, yol arkadaşım."

Kısa süreli konuşma bana iyi gelmişti. Tek başıma konuşmaktansa, yanımda arada tepki veren biri belki de sadece tesadüften ibaret değildi. Seçmem gereken yol için, sesli düşünmeye ihtiyacım vardı belki de. Tüm bunları kafamdan geçirdiğim sırada, bir kez daha konuşmak için çabada bulundu.

"Tam olarak nereye gidiyorsunuz?" dedi.
"Tam olarak bilmiyorum."
"Nasıl yani, nereye gittiğinizi bilmiyor musunuz, yoksa nereye gideceğinize henüz karar vermediniz mi?"
"Bilmiyorum. Karar da vermedim. Fakat bir taraf benim bir daha hiç duymamak, bir tarafsa bir daha hiç konuşmamak anlamına geliyor. Sen olsa hangisini seçerdin?"
"Anlamadım."

En iyi konuşmalarımı genelde en sevdiğim şarkılar çalarken yapardım. Arkama iyice yaslandım. Güneş, gözlerimi almaya başlamıştı. Gözlüğümü taktım. Bir sigara yakıp sol elime sıkıştırdım. Teybe uzanıp Dire Straits'ten Telegraph Road'u açtım. Çocuğa uzun bir cevap vermeye hazırlanıyordum. Beni anlayacağından emin değildim. Derdim de bu değildi. Konuşurken bir çözüm bulabileceğimi umuyordum. İçimi boşaltıp, kendime karşı dürüst olabilirdim bu şekilde. Kafamı az sağa çevirip, "Solculardan hep nefret ettim." dedim.

"Okuduğu kitaplara, yaşamlarına, yaptıklarına hak ettiğinden fazla değer biçtikleri için onları sevemedim. Çünkü onlar, yaptıkları her şeyi kutsallaştırırlar. Seni, izlediği bir filmi kaçırmakla, dinlediği bir konsere gitmemekle eleştirirler. Seni sığ olmakla suçlayıp zor duruma sokmak için fırsat ararlar. Dikkat et, bu solcular her ortamda az para ödemek isterler. Paraları azdır, paylaşımı savunurlar, ama tam tersini yaparlar. Hesap gelince çişe giderler. O bizim yoldaşımız, bizden de bu kadar almaz derler. Yine de, o sıra çişe giderler. Güzel bir kız görünce, bu hayata daha hakim olduklarını, kendilerinin hakkı olduğunu düşünürler. Hep bir ispat çabası içindedirler. Sorgularlar, bir çözüm ararlar, insanlığın kurtuluşunu hesaplarlar ama, hep kendi yararlarına olanı yaparlar. Ağızlarının çok laf yaptığını sanırlar, bu sayede ortamdan sıkılınca uzarlar. Kendilerini hep haklı görürler. En önemli özellikleri ise asla dinlemezler. Karşıdakini hemen kalıba sokarlar. Ne söylersen söyle, boşadır. Onların yaptığı çıkarım, onların hayat görüşü, felsefeleri hep en doğrudur. Değişimden korkarlar. Hapsoldukları kalede güvende hissederler. Konuşturmazlar. Hiçbir zaman konuşturmazlar. Hep ben konuşayım isterler."

"Peki ya sağcılar?"dedi çocuk.

"Hayatım boyunca sağcılardan da hep nefret ettim. Gördüğüm en cahil, en kapalı, en köktenci, en muhafazakar insanlar onlar. Bir kez bile kontrol edemediğimiz ülkeyi, bayrağı, dili, dini, geçmişi savunurlar. Aksini söyleyeni, gözünü kırpmadan vururlar. Vicdansızlardır. Çok düşünmezler, çünkü bu daha önce yapmaya alışık oldukları bir eylem değildir. Düşünenden korkarlar. Hayatları boyunca hep kolayı elde ettiklerinden uğraşımı ve emeği hiçe sayarlar. Kendilerinin yerine en yakınları gelsin isterler. Dünyanın en büyük yanlışı, onlardan biri yaptığından dünyanın en büyük doğrusu olur çoğu zaman. Kalabalıktan güç alırlar. Silah taşırlar. Sembollerini ezdirmezler. Darbecidirler. Kontrol manyağıdırlar. Saçma sapan argümanlara sahiptirler. İstedikleri olsun isterler. Geçinilmesi zor tiplerdir. Seni yıldırırlar. Onlara katlanabilmek için seni, kulaklarını tıkamaya iterler. Bağırarak haklı olacaklarını sanırlar. Sağır edene kadar bağırırlar."

Sözlerim bittiğinde nefes nefese kalmış bir şekilde sadece yola bakıyordum. Yanımdaki çocuk ise gözlerini bana dikmişti. Bir dal sigara istedi. Çalan şarkıyı başa aldı. Rahatlamış gözüküyordu. Kendi arabasındaymış gibi davranmaya başlamıştı. Söylediklerimden yola çıkarak benle bir kader birliği yapmış olabilirdi. Söylediklerimden yola çıkarak bu adam sigarasız çekilmez demiş de olabilirdi. Derin bir fırt çekti. Ellerini arabanın ön konsoluna doğru koydu. "Siyaset..." dedi.

"Bu ülkede siyaset bir insanın elleri gibidir. Ya sağdır, ya da sol. Ortası yoktur. Bazen alternatif dersin, bazen başka bir yol, ama kabul etmezler. Solcu değilsen sağcısındır, sağcı değilsen solcu. Tarafsındır, ya da bertaraf. Seçeneğiniz yok gibi duruyor. Buna rağmen, yine de bir yönü seçecek durumunda olmanız büyük ironi gerçekten de, bayım."

Bana üstüne basa basa bayım demesine takılmıştım doğrusu. Ama söyledikleri, yıllardır düşünüyor olmama rağmen ilk defa duyuyormuşçasına mantıklı gelmişti. Konuşmamızın ardından uzun bir sessizlik oldu arabada. Yol olmaya devam ediyordum ve nereye sapacağım umurumda değildi artık. Çünkü ben ne kulağımla duyuyordum, ne de ağzımla konuşuyordum. O an fark ettim ki, üzerinde ilerlediğim yolu da bir yere varmak için değil, kaçmak için kullanıyordum. İşlevsellikleri, araçları, amaçları birbirine katmakta üstüme yoktu. Ben, nereye saparsam sapayım yine aynı bendim. 

2 Nisan 2015 Perşembe

Korkuyu Paketlere Sığdırdım

Daha önce hiç sigara içmediğim için, o günü unutamıyorum. Dedemin paketinden bir dal alıp, ateşe vermiştim ucunu. İnsan ilkleri kolay kolay çıkaramıyor aklından. İlk öpücük, ilk gol, ilk arkadaş, ilk sevgili, ilk kitap, ilk film, ilk bisiklet, ilk kazık, ilk yumruk, ilk dayak... Hepsi iz bırakıyor ne kadar zaman geçse de, ne kadar unutmak istesek de. Kuzenim yanıma gelip söndür şu sigarayı, dedem görürse çok kötü olur demişti. Ne var bu kadar korkacak ya dedim. Kuzenim dedemden çok korkardı. Dedem babasından, babası karısından, karısı köpekten, köpek insandan, insan Allah'tan korkardı. Dedemin de iki gözü vardı, benim de. Dedem de iki kol, iki bacak sahibiydi, ben de. Neden bu kadar korkacaktım ki ondan, herkes birinden veya bir şeylerden korkuyor icabında diye düşünüyordum. Kötü bir şey yapıyor olabilirdim ama bunu yapmadan nasıl anlayabilirdim ki? Kuzeni bilerek yanımda tutuyordum. Zorla. Bir suç işliyorsam ve bunun cezasını çekeceksem, hiç olmazsa iki insan arasında paylaştırılıp, bana düşen yük azalır hesabındaydım. Herkes bir suç ortağı arardı hayatta. Elime güzel bir gofret geçtiğinde asla ona gel beraber yiyelim demezdim ama. Kötülük paylaşılırdı, güzellikse asla. Doğamız buydu, karşı gelmek anlamsızdı. İyi olmak için uğraşmazdım, çünkü iyi insan görmemiştim. Dedemden hiç korkmuyordum. Bana vurmaya kalkışırsa ben de ona vururdum. Çok geçmeden kapı açıldı ve dedem geldi. Elimdeki sigarayla gördü beni. Gelip bir tokat attı. İlk kez birinden tokat yiyordum. Neye uğradığımı şaşırdım. Bir tekmeyle karşılık vermek istedim ama bir tokat daha yedim. Ne kadar vurmak istersem aynı şiddette karşılık görüyordum. Kavganın cesaret işi olduğunu söyleyenler fena yanılıyordu. Birisi senden fiziken gözle görülür şekilde üstünse onu dövemezdin. Kural buydu. Dedemden fena dayak yemiştim. Ama bu sayede bir daha mahallede bir kez olsun dayak yemedim. Benden büyük kimseye artistlik yapmadım bir daha. Onları dövebileceğimi zannetmedim. Benden küçük olanları haşat ediyordum sadece. Kafalarına vurup bilyelerini alıyordum. Yine de dedem çok ayıp etmişti bana. Kuzenimi pas geçip sadece bana vurduğu yetiyormuş gibi, bir de kuzenimin yanında vurarak küçük düşürmüştü beni. Dedem, bu dayaktan sonra kendisinden korkacağımı sanıyordu, ama korkmadım. Sigaradan daha çok korkuyordum. Çünkü babam da sigara içerken yakaladığın da dövdü, abim de sigara içerken yakaladığında dövdü. Sigara, benim için dayak yemek demekti. Fakat büyüyecektim ben de, o zaman dedeme iki laf edecektim. Senden korkmuyorum moruk diyecektim, hiçbir zaman da korkmadım.

Epey bir dayak yediğimden olsa gerek eskisi gibi zinelik peşinde koşmuyor, kavga etmiyor, ders çalışıyor, kimsenin bilyesini çalmıyor ve söz dinliyordum. Kafama vurula vurula bir şeyler rayına girmişti sanki içeride. Olgunlaşmıştım. Kitaplar okuyordum, hikayeler yazıyordum. Özel okula gidiyordum ama ödediğimiz paranın hakkını veriyordum. Öğretmenleri sorumlarımla terletiyordum. Derslerimle uçuyordum. Parmakla gösterilen öğrenci olmuştum. Veli toplantılarında hep benim ismim konuşuluyordu. Tüm herkes çocuğunun benimle arkadaşlık etmesini istiyordu. Zenginlerin en büyük yanılgılarından biri de buydu. Akıllı insanlarla beraber olunca akıllı olacaklarını zannederlerdi. Çocuklarını bu doğrultuda yetiştirirlerdi. Yok arkadaşlarını çalışkanlar arasından seç, yok piyano çalan arkadaşa yapış, yok kötü yola düşenden uzak dur, yok aklını çelmelerine izin verme... Aklı ve zekayı bulaşıcı sanıyorlardı. Zaten para denilen bu meret, hep yanlış insanların elinde olmuştu tarih boyunca. Bir gün okuldan döndüm ve politikacı olacağım baba dedim, devrim yapacağım, değiştireceğim bu düzeni. Ergen aklı işte, kendine fazla inanıyorsun, fazla güveniyorsun. Devrimmiş, düzenmiş, bir şeyleri değiştirmekmiş. Bugüne kadar gördüğüm tek değişim, sermayenin el değişiminden başka bir şey değildi. Gümbür gümbür gelen ekonomik kriz nihayetinde gerçekleşmişti ve bu durum daha ben orta okuldayken babamın iflasına sebep oldu. İşler öyle kötü değildi ilk başta. İnşaat sektörü her zaman belirli oranda para kazandırıyordu insana. Fakat babam, ticareti az bilen, iyi niyetli olarak sonra alırım diye düşündüğü hiçbir parayı alamadı ve borçlarını ödeyemedi. İlk dükkan gitti. Sonra araba, sonra ev, sonra okulum. Hepsi bir bir gitti elimizden. Bir kitaplarım vardı, bir de zamanında birazını üttüğüm, birazını gasp ettiğim bilyelerim. 48 yaşındaki babam, çareyi babasında aradı. Dedem çiftçiydi. Tutumlu adamdı. Hayattaki tek lüksü sigaraydı. Tütünü resmen yerdi. Parasını sürekli olarak biriktirir, ihtiyacı olan çocuklarına eşit ölçüde paylaştırırdı. Hakkaniyetli adamdı. Babam gibi ticaretle uğraşan hala ve amcalarım da kepenk indirmişti krizle beraber. Neredeyse tüm aile aç sefildi. Kuzenlerin pek umrunda değildi ama benim çok canım yanıyordu. Okulu, okumayı, sıramı, sınıfımı çok seviyordum. Çok alışmıştım her şeye. Ama tüm bu romantizm boşunaydı. Devlet okuluna kaydım çoktan tamamlanmıştı. Dedemle babam telefonla konuşuyordu bir gün. Paralel telefondan ahizeyi kaldırıp çaktırmadan dinledim onları. Orhan, bu çocuk okuyacak, ne yapıp edip bu çocuğu okutacağız demişti. İlk kez dedeme kanım ısınmıştı doğrusu. Beni çok sevdiğinden mi, derslerimin diğer sığır kuzenlerime göre çok  çok daha iyi olduğundan mı, yoksa küçükken attığı tokatların pişmanlığından mı bilmiyorum ama, dedem benim okumama kafayı takmıştı. Çok geçmeden Fransa'ya işçi alımı sırasında gideceğini duyurdu bizim hisli moruk. Eldeki avuçtaki, tüm sülaleye yetmiyordu. Daha çok kazanmak gerekti ve ailenin en büyüğü olarak elini taşını altına sokmak istemişti. Dedemin Fransa'da kazandığı paranın, Türkiye kurunda korkunç bir karşılığı vardı. Üç ayda bir babamı aradığında ver oğlanı da sesini duyayım derdi. Tüm ilişkimiz bundan ibaretti. O da, ben de katı adamlardık. Sevgisini belli eden tiplerden değildim. Bu konuda ona çekmiştim. Severdim söylemezdim, aşık olurdum sarılmazdım, delirirdim öpmezdim, kıskanırdım ama susardım. Lisedeki son senemdi ve hukuk okumak için delicesine çaba gösteriyordum. Politikacı olacaktım çünkü ve politikacılar iyi hukukçulardan çıkardı. Dünya yine fazlasıyla yanılıyordu. Hukukçuların politikadan anladığı yoktu. Siyasetin dahileri iktisatçılardı. Fakat iktisatçılar siyasete atılmayacak kadar akıllı adamlardı. ÖSS'den çok yüksek bir puan almıştım. Ankara Hukuk için yollar açıktı. Tercihlere kısa bir süre kala babam beni karşısına çekip birer kadeh rakı koydu. İçki, ciddi bir konunun habercisiydi. Biliyorum, bugüne kadar hiç bahsetmedim sana ama, eğer sen de istersen seni hukukun kalbine, Fransa'ya göndereceğim dedi. Zamanında Cadillac'tan inip traktöre binen bir ailenin bireyleri olarak fazla hayalci bir teklifti bu. Son 10 senede babamda para emaresi görmüş değildim. Sadece, yetecek kadar kazanıyordu. Tüm ekonomik çıkmaza rağmen, benim dedemin yanında ne işim var ya baba, bırak bu işleri diye karşılık verdim. Fakat peder bey ciddiydi. Önüme dokümanları koydu. Banka cüzdanındaki meblağı gösterdi. Okulların kataloglarını açıp, karıştırdı ve beni bir hafta içerisinde ikna etti. Dedemin varlığı beni ürkütüyordu ama o çekincem de karşılıksız kaldı. Bizim moruk emekli olmuştu ve ben gitmeden bir ay kadar önce Türkiye'ye kesin dönüş yaptı. Bizim sülale, neredeyse oyuncu değişikliği hakkını kullanıyordu. Fransa'da en az bir Türkoğlu yer almalıydı sanki.

Geçen 1,5 sene boyunca bir kez bile Türkiye'ye gitmemiştim. Yol parası fazla pahalıydı ve ben artık eskisi kadar aileci değildim. Bir kez evden ayrılınca alışıyordu insan yalnızlığa. Özgürlük, bağımlılık yapan tehlike bir duyguydu. İyi-kötü devam ediyordu hayat. Okulda sıkıntı yoktu. Benim gibi okumaya gelen Türk bir kız arkadaşım vardı. Türkiye'ye gelip pizza sipariş eden turistler gibiydik. Kebap yemekten korkuyorduk. Alışkanlıklarımızın esiriydik. Bildiğimiz tatlara yöneliyorduk. Birbirimize çok benziyorduk. Yığınla yabancının arasında bir şekilde bildiğimize, birbirimize meyletmiştik. Vaktimi, dengemi ayarlamam konusunda beni düzene sokuyordu. Zamanında, periyodik olarak üç ayda bir babam aracığıyla hatırımı soran dedem, bu kez 4 ayda bir kendi arar olmuştu. Aradan altı ay daha geçmişti ve artık memleket hasreti çekiyordum. Yaz tatilini tümüyle ailemle geçirecektim. İlk uçakla Türkiye'nin yolunu tuttum. Benim gelişim şerefine tüm sülale toplanmıştı.Yenildi, içildi, gavaraya vuruldu. O an, dünyanın en büyük birleştiricisi gibi hissediyordum kendimi. Akşamın sonuna doğru gideyim, sessiz sakin odanın birinde bir bira içeyim istedim. Tam kapıyı açacaktım ki, içeriden babamla dedemin hararetli konuşmalarına tanık oldum. Varlığımdan habersizlerdi. Para konusunda tartışıyorlardı. Bir süre sonra mevzu benim okuluma geldi. Kulağımı kapıya iyice yapıştırmıştım. Ödeyeceğin hepi topu iki senesi daha kaldı baba, bir bilse senin onun için şu yaptıklarını, fedakarlığını, sana öyle bir minnet eder ki, dedi babam dedeme. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Meğer dedem, Fransa'da okumam için herkesten gizli saklı bir para biriktirmişti. Durumu bildiğimi bir kez olsun hissettirmedim kimseye. Ama ağır gelmişti işittiklerim. Saatlerce, günlerce, aylarca muhasebesini yaptım kafamda. Babamın benden konuyu saklamasına kızdım. Dedemin benim için yaptıklarına şaşırdım. Uzun bir süre Türkiye'ye gelmeyeceğim diye karar aldım.

Hayatıma her zamanki gibi devam ediyordum. Fazlaca içki içtiğim bir gün kız arkadaşıma dedemi anlattım. Beni zamanında çok dövdüğünü ama kazandığının büyük bir kısmını benim eğitimim için herkesten saklı olarak kullandığını anlattım. Anlatırken, dedeme karşı beslediklerimin değiştiğini ve yumuşadığını hissettim. Ona karşı ilk kez sevgiye, merhamete yakın bir şeyler duyuyordum. Para konusunu bildiğimi çaktırmadığım gibi, ona olan hissiyatlarımı da telefon konuşmalarımızda hiç belli etmedim. Sınavlar, konferanslar, makaleler derken dönemin sonuna gelmiştik ve ben küçük bir Kuzey Avrupa turu planlıyordum. Tüm hazırlıkları yapmış, ertesi gün kalkacak tren için biletimi ayırmıştım. Evdeki son günümde biramı içerek vakit öldürürken telefonum çaldı. Babam, biraz da acıklı bir ses tonuyla 1-2 gün içerisinde Türkiye'ye gelip gelemeyeceğimi sordu. Çıkacağım turu, uçak biletlerinin pahalılığını ve istediğinin çok erken bir tarih olduğunu anlattım. Deden oğlum dedi, deden, yoğun bakımda... Peki, en yakın uçuş ne zamansa geleceğim deyip uzatmadan kapattım. Bir trene binmeyi umarken, kendimi uçakta bulmuştum. Kafamı uçağın penceresine dayamış , ölmesin len, en azından ben onu görmeden ölmesin diye iç geçiriyordum. Deep Purple'dan When a Blind Man Cries dinliyordum. Orospu çocuğu Ian Gillian çok iyi söylüyordu. Gözyaşlarıma engel olamadım. Yıllardır hissettiklerime, düşündüklerime, söyleyemediklerime kızıyordum. Nötr olduğum bir adama karşı son iki senede planlamadığım bir şekilde sevgi beslemeye başlamıştım. En azından bir özrü, bir teşekkürü hak ediyordu.

Vardığım gibi hastaneye gittim. Çok geçti. Bana iki laf etme şansı bırakmamıştı. Konuşabilecek duruma geldikten sonra, bir anda ne oldu baba, benim bilmediğim nesi vardı ki diye sordum. Biz sana söylemedik evladım, deden akciğer kanseriydi, içtiği zıkkımı da bırakmadığı için de son bir senede çok ilerledi hastalık dedi. Bana bu zamana kadar neyi söylemişlerdi ki? Onların kafalarındaki projeleri hayata geçiren bir aktördüm ben yalnızca. Hayat benim hayatımdı ama karaları ben alamıyordum. Dedemin hareketsiz bedeninin yanına gitmek için görevliden izin istedim. İlk tokadından bu yana aradan 13 sene geçmişti. Dedemin bana vuracak canı yoktu. Benim dedeme vuracak hıncım yoktu. Büyümüştüm. Senden korkmuyorum moruk dedim ona, hiçbir zaman da korkmadım. Fakat, sigaradan hala çok korkuyordum.

15 Mart 2015 Pazar

Can Alıcı Bir Oyundu Mario

Dosdoğru gitmeye programlandık hepimiz, biraz bodoslama. Sağın ve solun değeri, bir tek ileriye doğru adım atacağımız zaman önem kazandı. Trafik ışıklarında karşıdan karşıya geçer gibi bekledik bir ömür. Bazen sola, bazen sağa, belki bir şans daha ittifak yapmış sola baktık. Sadece baktık. İlgilenmedik. Maksat ezilmemek ve yol almaktı. Başkasından bize neydi. Kendimi bildim bileli herkesi bir Mario karakteri olarak görüyordum. Bir tuşa basalı, sona doğru yol alan... Nihai bir hedef koydular bize. Mutlu olmak, başarılı olmak, zengin olmak... Hepsi aynı kapıya çıkıyordu: bölüm sonundaki prensesi kurtarmak. Bir bakıma ölümsüzlüğün göstergesiydi bu, ölmemek demekti. O prensese giden yolda börtü böcek, kaplumbağa, deniz anası, kanalizasyon delikleri, bayrakları yukarıdan yakalayıp puan kazanma, yer altı, su altı, gökyüzü etapları, mantar yeyip büyüme, çiçek toplayıp ateş etme, altın toplayıp can alma gibi tecrübelerimiz oldu. Oyunu bitirdik sandık, yanlış prenses dediler. Ne doğruydu ki bu hayatta? Şüphesiz, en önemlisi can kazanmaktı. En önemlisi hayatta kalmaktı. Ölüp de geri dönmek vardı oyunda, ama hayatta yoktu. Bize oyun oynuyorlardı, biz oyun oynadığımızı düşünürken.

Kaç kez tuşumuz basılı kaldı, kol değiştirdik. Arkadaşlarımız gibi, eşyalarımız gibi... Varmak istediğimiz yolda, işimize yaramayacağını düşündüğümüz her şeyi atıp yenisi, iyisini aldık. Prensese odaklandık çünkü. Ölümü yadsımak, mülk edinmeye ve ebediyen varolacakmışcasına yaşamaya itti bizi. Kimse bizi ulaşmak istediğimiz yoldan alıkoyamazdı. İlk bölüm kolaydı. Hayatımızda uzun yıllar vardı daha. Birkaç altın topladık. Emekliyorken bölüm sonuna doğru bir mantar kapıp büyüdüğümüzü gördük. Yürüyüşümüz, zıplayışımız değişti. Tuğlaları kafamızla kırabiliyorduk artık. İstediğimize yumruk atıyor, istediğimizi dövebileceğimizi sanıyorduk.

Gözle görülmeyen yerlerde bazı kolaylıklar içeriyordu oyun. Gizli yerde duran mantar, boşluğa zıplayıp can kazanma. Bana göre düpedüz hileydi yaptığımız. Çalarak, rüşvet yiyerek zengin olmak ve istediklerini yapabilmek kolay yoldu hayatta. İşin ibneliğini bilmek, hak yemek, güçlünün yanında yer almak, ölmemek için öldürmek, önceden duymak, istihbarat beslemek ne yazık ki sadece sanal dünyada avantaj değildi.

Kanalizasyon borusuna daldık bazen. Burası bir altın madeninden farksızdı. Tüm bölüm dümdüz gitsek bu kadarını toplamamız olanaksızdı. Yeraltı dünyası her zaman pisti ama getirisi çok fazlaydı. Karanlık işler, risk ile beraber yüksek kazanım demekti. Hele de o girdiğimiz kanalizasyon borusunun ucunda girip çıkan zakkumlar ve piranha bitkileri yok muydu... İşte, yerlatında her zaman kurşuna açık bireysin demek istiyordu birileri bize.

Fena gitmiyorduk. Bir iki bölüm sonra kasayı 100 altına tamamlayıp fazladan bir can kazandık. Bu, bizim için hata yapma şansı anlamına geliyordu. Paranın küstahlığıydı başka bir deyişle. Para kazanan için en önemli şey her zaman sağlıklı ve güvenli kalabilmek demekti, yani ölmemek. Para varsa en iyi doktora giderdik, para varsa orospunun temizini bulurduk, para varsa güvenlikli sitede otururduk, para varsa zırhlı arabaya binerdik, para varsa kendimize koruma bile tutardık. Para, can kazanmaktan farksızdı aslında. Oyunu, hayatı iyi bilenler yapmıştı.

Bazı bölüm sonları her zamankinden daha tehlikeli canavarlar çıkardı karşımıza. Tek hamlede ölmeyen, çok dikkat edilmesi gereken. Polise benzer; biber gazı sıkan, job vuran, plastik mermi atan. Askere benzer; darbe yapan, rütbeyle korkutan. Yaşadığımız dünyada birey olmak kolay değildi. Devlet bir ejderha gibiydi, seni her an öldürebilirdi. Dikkat etmek gerekti. Önlem almak gerekti. Her şeyi düzgün yaparsak ancak yenebiliyorduk o bölümlerin sonundaki canavarları. Alt edebiliyorduk karşımızdakini; devlet de, polis de, asker de bizden akıllı değildi çünkü. Biz güçlendiriyorduk onları; seçerek, susarak, hamle yapmayarak. Bu canavarları geçtikten sonra, oldu, başardık sanıyorduk. Bir de bakıyorduk ki, yanlış prenses. Olsun diyordu ailelerimiz, daha ilk bölümler bunlar, yaşınız genç, daha çok sevgiliniz olur. Yaşımız gençti de madem neden bu kadar çok çocuk ölüyordu bu ülkede, ölmek için de genç değil miydik diye karşılık veriyorduk hemen.

Bölümü bitirmeden sarmaşıkla başka dünyalara da adım atardık. Bir sigara yakar hayallere dalardık. Aşık olur uzaya çıkardık. 4'ün 2'sinden, 8'lere çıkan sarmaşıklara tırmandık. Bir tercih meselesiydi adeta. İster sağlamcı olur ilerlerdik, ister merak eder bitkiden giderdik. Bize kalmıştı. ÖSS sonucu puanı almıştık ve daha çocuk olarak gördükleri bizden karşımıza ne çıkacağını bilmediğimiz bir meslek seçmemizi istiyorlardı. Doktor olursak prenses kolaylaşırdı kesin. Sıfat önemliydi insanlar için. Öğretmensen belki. İşçiysen kesin yanlış prenses diyordu sanal beyin. İşçiysen oyunun sonunu da zor görürdün zaten. İşçilerin kaderi ölmekti genelde. Hangisinden devam edeceğini bilmeyen Mario'nun da işi ne zordu. Bildiğimizden mi gitmeliydi, başkasına mı sapmalıydı. Prenses nasıl daha kolaydı?

Bayrakları yukarıdan yakalayarak kalelere giriş yapardık. Sömürgeciliğin doğası böyleydi. Bir bayrak inerdi, bir bayrak yükselirdi. Genişlemek ve hayatta kalmak istiyorsan o bayrak inecekti.

Mario'nun sağa gitmesi, ekranın ilerlemesi demekti. Geriye dönüş yoktu. Geçmiş, artık sadece hakkında konuştuğumuz bir kavram olarak kalırdı. Zamanı geriye sarmak ne yazık ki hiçbir yerde mümkün değildi. Ölen, öldüğü ile kalıyordu. Can, bir kez gitti mi, geriye gelmiyordu. Hasta olduğun için değil, hayatta olduğun için öleceksin demişlerdi. Çok şey diyorlardı fakat dinlemiyorlardı. Bir canım vardı. Bir de kardeşim. İsmi Can. Mario'nunki ise Luigi. Her şey oyundaki gibiyken bize sadece bir tek can verilmesi adil kaçmıyordu. Bir tek can verilmişken her an ölümle yüz yüze olmamız ise düpedüz haksızlıktı. Dünya kocaman bir oyun konsoluydu. Türkiye o konsoldaki Mario oyunu. Bizler de Mario. Prenses umurumuzda değildi. Hem biz ne zaman muslukçuyken prens olmuştuk ki?


20 Şubat 2015 Cuma

İnsanın İnsana Ettiğine Bak


1 Aralık 1987 doğumluyum. Bunu, hangi burç olduğumu anlatmak için söylemedim. Zamanın kime göre erken, kime göre geç, kime göre vaktinde olduğunu anlatmak istiyorum sadece. Bir şeyin sonunda ya da başında olmayı sevmiyorum. 12 aylık bir zaman diliminin başı ve sonu... Düşünsenize, baş ve son mevzu bahis olduğunda binbir türlü hengame ortaya çıkıyor. Yok yeni yıl, yok yıl sonu, yok hesaplar, yok beklentiler... Baş ve son meselesi gereksiz planları ve hayalleri beraberinde getiriyor. Bir sürü keşkeli cümle kullanıyorsun. 12. ay doğmak bence bir çocuk için talihsiz bir zaman. Mayıs ayını tercih ederdim. Haziran da olabilir. Öyle olsaydı, belki de hayatım bambaşka ilerleyecekti.

İki amcamdan bir tanesi eski bir futbolcu benim. O sebepten, tüm sülale futbola bir hayli ilgili ve bilgili. Kötü para kazanmamış bizim amca, dolayısıyla da aileye epey bir yardım etmiş. Doğan her çocuğa potansiyel topçu gözüyle bakılıyor. Amca sanki Maradona'ydı da, genleri bize geçecekti anasını satayım. Alelade bir topcuymuş işte. Bizde şampiyon geni olduğunu falan sanmıyorum yani. Sokakta kim o kadar top oynasa, topçu olabilirdi bence. Tabii bunu gel de sülaleye anlat. Babam hesapçı bir adamdır. "Suyu çaydanlıkta kaynattığımda mı daha çok masraf yaparım, kettle'da ısıttığımda mı"nın bile hesabını yapar. Ben 12. ayın başında doğunca da, adamın kafası hemen düşünce gark olmuş doğal olarak. Nasıl olsa futbolcu olacağım ya, bir yaş bir yaştır demiş. Tam tamına bir ay boyunca bekletmiş beni nüfusa yazdırmak için.Yani aslında ben 1 Ocak 1988 doğumluyum. En azından kağıt üzerinde öyle gözüküyor. Hiç doğum günü kutlamadım ama, 1 Aralık, 1 Ocak'a nazaran daha çok heyecanlandırıyor beni. Bir kız arkadaşım olsaydı, Aralık'ta kutlamasını isterdim kesin. Yalana, dolana, düzenbazlığa, sahteciliğe çok kılım. Neyse, konumuz bu değil. Topçu doğmuşum ben, sırf amcam yüzünden. Yahu, amcam dışında bir kişi daha sporla uğraşsa, sporcu olsa diyeceğim ki, tamam. Ama yok işte. Bırak sporcuyu, sağlıklı bir birey bile yok. Beş yaşımdan beri sağ ayak, bazen sol ayak bir şekilde topa vurdum. Kulüpler, okul takımları, antrenörler, menajerler... Hepsini çok iyi tanırım. Size yemin ediyorum, bir edebiyat öğretmenini, bir bilim adamını, bir yazarı, bir müzisyeni tanımayı yeğlerdim. Bunu şimdiki ben söylüyor tabii. Şampiyonluk maçında iki gol attığımda götüm sanki atmosferdeydi. İnsanlar küçücük gözüküyordu, yüksek bir tepeden onlara bakıyormuşcasına. Amcam sağ olsun, yanlış bildiği ne varsa benim yapmama izin vermediği için, alt yaş gruplarında ondan daha iyi bir topçu oldum. Gelecek vaat ediyordum. Milli bile olmuştum. Yalnız atlamayalım, rakiplerimden her zaman fiziki olarak daha iyiydim. Çünkü hiçbir zaman oynamam gereken yaş kategorisinde oynamadım. 18 yaş altı takımında oynamam gerekirken, babamın kurnazlığı sayesinde 16 yaş altı takımında oynadım. Bir ay geç nüfusa yazılmak, hayat standardımı iyi yönde korkunç bir şekilde etkilemişti. Kime omuz atsam yıkardım. Beynim daha erken olgunlaşmıştı. Milli topçuydum ulan, daha ne anlatayım. Kaç milyonluk bir ülkede kolay iş değildi baktığın zaman. Köpekler gibi antrenman yapıyordum. Çalışıyordum. Fakat hepsi buydu. 18 yaşımı yenice bitirmiştim ve şansız bir pozisyonda, zeminin de kötülüğü yüzünden sağ ayak bileğimi kırdım. Neredeyse altı ay futbol oynayamadım. Deli gibi korkar olmuştum her şeyden. Yuvarlanan bir topa vurmak, gelen bir tırın altına girmek gibi ürkütüyordu sanki beni. Özgüvenim gitmişti. Yine de, fiziksel ve psikolojik olarak aldığım destekler sayesinde geri döndüm. Yeşil sahaya tam anlamıyla döndükten sonra, daha ilk maçımda, bu kez de sol ayağımı kırdım. Ronaldo'yu hatırlar mısnız? İnter döneminde, başına buna benzer şeyler gelmişti hani. Hayvanın oğlu öyle bir girmişti ki ayağımdaki topa, sol bacağım, rakibimin iki ayağı arasında bir kalem gibi gitti. Benim için her şeyin sonu gelmişti. Ailem için de öyle. Bırakın top oynamayı, dışarı bile çıkamıyordum. Kimlere gösterdiler, kimlere götürdüler ama kar etmedi. Ödüm kopuyordu koşarken bile. 18 yaşındaydım ve kötü başlamayan kariyerim bitmişti. Ayağımı kıran çocuğu araştırdım bir zaman sonra. Büyük bir kin duyuyordum herife. Garip bir şekilde fark ettim ki, o da 1 Ocak 1989 doğumluydu. Bizim camiada 1 Ocak'ta doğanlara şüpheli bakarlar. Kuvvetle muhtemel babalarımız benzer düşünce yollarından geçmişti. O an kendi kendime şunu dedim: bir yıl büyük olsam ve bu yaş kategorisinde olmasam, belki de ayağım kırılmayacaktı. Babam belki de kötü bir karar vermişti.

Beş yaşından beri uğraştığın bir dalda başarısız olmak ve hedeflediklerinin doğrultusunda bir duvara toslamak insana katlanılamaz bir acı veriyordu. Altı ay peşinden koştuğu kızı tavlayamayan insanların bu dediğimi anlayabilmelerini beklemiyorum. Tüm hayatım, futbolcu olmak üzerine kurgulanmıştı. B planım bir kez olsun yoktu. Amcam futbolcu olmam için elinden geleni yapmıştı ama futbolcu olamadığım takdirde ne yapacağımla ilgili bir kez olsun aklını çalıştırmış değildi. Elimden iş gelmezdi, kafam herhangi bir konuya basmazdı. Bir-iki kez elime kitap almışlığım vardı takım kamplarında yatmaya doğru niyetlenmişken. Hem takım arkadaşlarım, hem hocalarım hemen dalga geçmişti benimle. Ne o len it, alim mi olacaksın başımıza dediler. O zamanlar haklı geliyorlardı söylediklerinde. Şimdi hepsinin ağzına sıçmak istiyorum. Bankada az biraz param vardı kazandığım. Ya onunla kendime bir iş kuracaktım, ya da kıytırık bir işe girecektim. Parayı çarçur etmek istemediğim için ilk olarak işe girme tercihini kullanmak istedim. Fakat herkes ağzını askerlik kelimesiyle açıyordu. 35'ime kadar futbol oynayacağımı düşündüğüm için askerlik hiçbir zaman gündemimde olmamıştı. İlk kez bu kadar yakındım üniformalı soytarıların arasına girmeye. Lise mezunuydum. Bütün topçuların, haybeden sınıfı geçtiği bir liseyi neredeyse hiç okula gitmeden bitirdim. Bunun hayattaki karşılığı 12 ay demekti. Paşa paşa sürünecektim. Tek yırtar yolum vardı, o da bedelli askerlikti. Hükumet en başta, haktan, adaletten, fakirle zenginin bir olduğundan bahsetmişti ama her zamanki gibi söylediklerinin tam tersini yapıp, bedelliyi çıkaracaklarından kimsenin şüphesi yoktu. İki, üç ay civarı bekledim. Parti grup toplantıları, Milli Savunma Bakanı'nın açıklamaları derken ilk kez gazetenin spor sayfaları dışında bir şey okumaya başlamıştım. Ülkeye para lazımdı. Önümüzde genel seçim vardı. Her şey bedelli askerlik için uygun gözüküyordu. Fakat bir önceki yasanın bedelini ödeyecek meblağ bende yoktu. Hoş, bir önceki yasaya göre yaşım da tutmuyordu. Ortalıkta dönen rakamlara göre hesabımı yapıyor, bir umut besliyordum. Hükumet daha fazla beklememize razı olmadı ve sonunda ağzından bedelli lafını çıkardı. İlk olarak paraya odaklanmıştım. Yaştan daha önemli bir kriterdi benim için. 18 bin dediler. Epey sevindiğimi hatırlıyorum. İş kurmak için ayırdığım paranın önemli bir kısmı gidecekti belki ama hiç değilse 12 ay askerlik yapmayacaktım. Bu sevinci yaşarken yaş sınırına hiç dikkat etmemiştim. Meğer, sevinç sonrası ağır bir hüzün beni bekliyormuş. 31 Aralık 1987 doğumlu olanlar, yasadan yararlanabilecek son şanslı kişilerdi. Tam tamına bir gün ile bedelliyi kaçırdım. Tam tamına bir ay ile yırttığım bedelliyi, tam tamına bir gün ile kaçırdım. Babam yüzüme bakamıyordu neredeyse. Celp dönemim geldiği için çaresiz bir şekilde kışlanın yolunu tuttum. Kimse eski topçu olduğuma, milli olduğuma inanmıyordu. İlginç bir şekilde, gol atmak dışında bir hünerim de, askerlikte, silahı elime alıp atış taliminde bulunduğum sırada ortaya çıktı. Tam istediğim yere çakıyordum mermiyi. Hedef göstermeleri yeterliydi. Başka bir hayatta, bu devletin tetikçisi bile olabilirdim. Eli silah tutan, kafası hiçbir şeye basmayan, iyi nişan alanlara vurdurtmadılar mı o güzelim insanları bunca zamandır? Gidenler iyi bilir, askerliğin denetlemeleri meşhurdur. Kısa dönemleri bilmem ama, uzun dönemler illa ki bu zırvalığa denk gelir. Keskin bir nişancı olarak atış takımının en birinci üyesi bendim haliyle. Ömrümde ilk kez silah görüyordum ama elimde tuttuğum tüfeğin 50 yıllık olduğunu anlayabilecek kadar aptal değildim. Bazen tıkanır, bazen mermi sektirir, bazen tutukluk yapar, bazen ateşlemezdi. En az askerlik kadar beş para etmez bir tüfeği zimmetime geçirmişlerdi. Her tetiğe bastığımda, sanki ayağım bir kez daha kırılacakmış gibi korkardım tüfeğin yüzümde patlamasından. Bu senaryo gerçekleşseydi çok şaşırmazdım. İki kez ayağı kırılan bir insanın makus talihi için çok da kötü bir hikaye sayılmazdı çünkü. Bereket, silah hiç patlamadı. Ama yanımda benimle birlikte denetime tabi asker arkadaşımın yanlışlıkla beni vuracağını hesap edememiştim. Hedef tahtama doğru giderken bir anda tüfeğini ateşlemiş ve beni kolumdan vurmuştu. Mermi, koluma girdi, kemiklerimi kırdı ve çıkarken etimi dağıtıp toprağa saplandı. Ayağım ikinci kez kırıldığında kurşun döktürmek istememin, bir mermi yemem anlamına geleceğini bilseydim, kurşun döktürmeden, muskadan, üfleyenlerden koşarak kaçırdım. O an, bedelliden yararlanamamanın üzüntüsünü bir kez daha yaşadım.

Yaşıtlarımın, hayatımızın baharı diye tabir ettiği yıllarımda iki ayağımı ve bir kolumu işlevsel bir şekilde kullanamıyordum. Bir ayla iyi topçu olacakken, bir ayla sakat bir insan oldum. Bir şeyin sonunda ve başında olmayı sevmiyordum bu yüzden. Neyse ki, ilk kez son kavramının beni mutlu ettiği bir ana denk geldim de, bu her anını hatırladığım, neredeyse bir film kadar uydurma, fakat Türkiye'de gerçekleşmesine şaşırmayacağımız kadar gerçeğe uygun rüyanın, kimine göre kabusun, sonuna gelmiştim. Uyandığımda önce iki bacağıma, sonra koluma, daha sonra da nüfus cüzdanıma baktım. 22 Mayıs 1988 yazıyordu. Rahatlayıp bir kez daha uykuya daldım.