10 Aralık 2010 Cuma

Son Söz Chinaski'den


Kpds sınav yerine gitmek için bindiğim dolmuşta, şoförün "sınava bozuk para sokmuyorlar, para üstlerinizi vermiyorum" demesiyle başlayan, sınıf kapısı önünde insanlardan aldığı bozuk paraları cebine atan polisleri görmemle devam eden, öğrenciye uygulanan şiddet olaylalarınla zirve noktasına ulaşan bir sıkıntı, bir umutsuzluk, bir kızgınlık hali var içimde. "Sözün bittiği yer" tümlecine hep karşı çıkmışımdır. Sözün hiç bir zaman bitmemesi gerektiğine inanan tarafatayım. Ama hamile bir kadına vuranları ve onları savunanları gördükçe, sözler bitmese bile kendini belli küfür kalıplarına bırakıyor. "O kadının orada ne işi var, onun önceliği karnında taşıdığı bebek değil mi?" diyen insan kılığındakiler, yakın zamanda öğrencilere de "onların önceliği okumak değil mi, eylem onların neyine?" sorusunu soracaklardır. Yani sizin mesleğiniz, cinsiyetiniz, yaşınız ne olursa olsun, insan olduğunuz sürece bu çok parçalı yağdanlık takımı tüm olanlar için kendince kılıf uydurmaya devam edecektir. Yumurta atanlara "önce fikir üretin, fikir" karşılığını veren zat, üretilen fikirlerin sansürlenmesinden, üretenlerin susturulmasından bihaber olduğu için, daha doğrusu kendi dünyalarından çıkamadakları için ağzılarına gelen ilk kelimelerle anlık tepkiler vermeye devam ediyorlar. Pek lafa girmeye niyetim yoktu aslında. Okuyor, konuşuyor ve paylaşıyordum sadece. Fakat Barfly filminde Charles Bukowski rölünü efsanevi şekilde oynayan Mickey Rourke'un reğliği geldi aklıma, paylaşmadan da geçemedim. Zira mevzu bahis insanları mağdur etmek olunca kimse bizim elimize su dökemez:

"I don't hate cops..I just feel better when they're not around."

İki Resimli Taso


Uzaktan bakınca Arda Turan, yakından bakınca John Frusciante.

2 Aralık 2010 Perşembe

Flying Like a...



Yukarıdaki enstantane, ilköğretim yıllarımda her sabah giyinme maksadıyla dolabı açma teşebbüsünde bulunduğum sırada karşılaştığım bir "O"an. Özellikle en sık kullanılan dolap kapağının üzerinde yıllardır duruyor. Kaç yılının FastBreak dergisinden kesip yapıştırmışızdır hiç bir fikrim yok. Son gördüğümde artık bantlar yapışkanlık özelliğini kaybetmiş, yaprağın uçları hafiften sararmaya başlamış gibiydi. Üzerinde de "uçmak" ile ilgili bir şeyler yazıyordu ama şu an net olarak hatırlayamıyorum. Tek hatırladığım her sabah uzun uzun bakıp, kendimi o hareketi yaparken hayal ettiğim. Yer çekimi kanuna karşı bir çözüm üretebildiğim an yapabileceğimden de şüphem yoktu doğrusu. Son olarak "spektaküler hareket nedir?" sorusunun cevabı tam olarak yukarıda duruyor.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Caner Eler

Eleştirmeyi, takdir etmekten daha kolay becerebilen bir toplumuz. Herkesin hatalı yanlarını görür, onun üzerine bir kamyon dolusu laf ederiz. Biz, karşımızdaki insanları, sosyal hayatlarında gösterdikleri veya ileride gösterebilecek olduğu herhangi bir uygunsuz davranış yüzünden silip atabilen varlıklarız. Ülkenin gençlerini makinalaştıran kurumu olan ÖSYM'nin sınavlarında bile acımazsız olmadığı kadar gaddarlaşıp, bir yanlışın bütün doğruları götürdüğü bir dünyayı kuran kişileriz. Bütün bunları unutarak, bir de karşımızdakilerin hep dört dörtlük olmasını bekleriz. Onlarında da bizler gibi etten ve kemikden oluşan birer insan olduğu gerçeğini yok sayarız. İşte, bütün bu sebeplerden dolayıdır ki övgü yazısı yazmak, eleştiri yazısı yazmaktan zor gelir insanlara. Eleştirirken sözcük cambazlığı yapanlar, sıra takdir etmeye gelince ağızlarından çıkaramadıkları kelimelerin içinde boğulurlar. İşin diğer bir boyutu ise nadir de olsa yazılanların "yağ çekme" olarak algılanmasındaki sıkıntıdır. Yaptıkları her hareket sonucunda dış dünyadan bir karşılık beklemeyi alışkanlık haline getiren insanların, saf ve temiz düşüncelerle yazılmış satırları, beklenti boyutuna çekmelerini çok da garipsememek lazım aslında.

Uzun zamandır Caner Eler hakkında bir şeyler karalama isteği vardı. Bire bir tanışıklığımız olmamasına rağmen, içten içe büyük bir saygı besliyorum kendisine. Bitmek tükenmek bilmeyen bir spor bilgisine sahip. Limit sonsuza giderken x basketbola ve bisiklete biraz daha yaklaşıyor ama diğer spor dallarında da azınsanmayacak derecede bir birikim söz konusu. Müzik ve sinema da cabası. Temasa dayalı spor dallarını izlemesini daha çok tercih eden biri olmama rağmen bisiklet sporunu başka kim sevdirebilirdi ki bana? Bir keresinde Tour de France'ın 2.etabında, bisikletçilerin Brüksel'den Spa'ya geçtikleri sırada dinleyeni öyle bir bilgi taarruzuna tuttu ki Spa'dan çıkan suyun sertlik derecesini bile söyleyecek diye korkmuştum doğrusu. Herşey bir yana, en önemlisi Eler'i dinlerken kendisine ait bir hayat felsefi olduğunu anlıyorsunuz ki günümüz özenti(biraz da manipüle edilen) insanının en büyük eksiği bana kalırsa.

Velhasalıkelam, hakkında söyleyebileceğim iyi sözler bu kadar. Belki yetmeyecektir ama bundan sonra yazacaklarım, kendisi hakkında yazılanları tekrar etmek olacak. Orjinalliği kalmayacak. O yüzden kendisine verilen değerin miktarını anlatmak açısından aşağıda yazılanlar daha bir manidar olacaktır diye düşündüm. Ne de olsa zaytung ile yatıp, zaytung ile kalkıyorsunuz..

"Uluslararası Spor Federasyonları Birliği, Türkiye'de spor haberciliği denilince akla ilk gelen isim olan Caner Eler'in engin bilgisini ve kültürünü kıskanıp, "biz niye böyle bir spor insanı yetiştiremiyoruz*" diye hayıflanmaya başlayınca, kurallarını kimsenin bilmediği, geçmişi olmayan, yeni bir spor icat etti. Caner Eler'in bu spor dalına da el atmasından korkan üst kurul ismini ve kurallarını sır gibi sakladığı yeni sporu sadece Eler'in uyku saatlerinde hayata geçirmeyi planladıklarını duyurdu. Fakat, bir yandan da her türlü spor basınında bir kolu olan Eler'in interntete düşen haberleri okumasından ve yeni spor dalını öğrenmesinden korkan yönetim, bu yeni spor dalının güncel haberlerini sadece belirli kişilerin görebileceği, full güvenlik donanımlı bir sitede paylaşma kararı aldı ."

26 Kasım 2010 Cuma

Jordan Reyiz

Nike'ın LeBron ile çektiği reklam ile Jordan'ın seneler önce çektiği reklamı birleştirmişler. Jordan sanki LeBron'a cevap verir gibi konuşuyor. Reyiz ileriyi görmüş.


Maybe it's my fault. Maybe I led you to believe it was easy, when it wasn't. Maybe I made you believe my highlights started at the free throw line, and not in the gym. Maybe I made you think that every shot I took was a game-winner. That my game was built on flash, and not fire.

Maybe it's my fault that you didn't see that failure gave me strength. That my pain was my motivation. Maybe I led you to believe that basketball was a God-Given gift, and not something I worked for... Every single day of my life. Maybe I destroyed the game.

Or maybe, you're just making excuses.

5 Kasım 2010 Cuma

Beşiktaş'ın istenmeyen çocuğu


Bu yazının şimdi yazılmasının Nihat’ın Porto maçında attığı golle uzaktan yakından alakası yoktur.






Çok konuşuyoruz, çok tartışıyoruz. Nihat Kahveci, 97-98 sezonu A takıma çıkmış bir isim. 19 yaşına gelmeden A takım formasını sırtına geçirdi. Toshack’ın gençleştirme operasyonunun parıltılı dönemi, sağ kanatta oynuyor genelde. Kapalı’nın önünde falan oynamak zordur. Kapalı altta maç izleyen bilir. Kendisine örnek aldığı isim Şifo Mehmet. Toshack vazgeçemedi kendisinden, kapalıya çaktığı selamları bir kenara bırakmak durumunda kaldı Nihat. Henüz hazır hissetmiyordu ama gitmek durumundaydı.




Gidişine gelelim. Gitmek durumundaydı diyorum ya gitmek durumundaydı. 94-95 ten beri gel(e)meyen şampiyonluk, kulübün maddi açıdan inanılmaz derecede batakta olması. Yıl 2002, aylardan Ocak. Taze, nakit tam 5 milyon Euro. Şimdi iyi para ki düşünün sene 2002. Kulübün alacaklıları rahatlıyor, kulüp rahatlıyor. Rahatlamayan insanlar var, beklentileri olanlar, başka baharlara bırakıyorlar beklentilerini. Gider gitmez formayı sırtına geçirdi diyemiyoruz. Yaklaşık bir sezon kadar beklemesi gerekti. İspanya’ya gittiğinde tek kelime dahi İspanyolcayı bırakın İngilizce bilmeyen Nihat, İspanyolcayı söktü. Forvet oynamaya, oynatılmaya başlandı ve yabancılık çekti diyemeyiz. Süleyman Seba’nın elini öpüp, helal hakkını aldıktan sonra oradaki gururumuz olmaya başlıyordu. 2 gol 1 asist, 1 gol 1 asist, 5 haftada 4 gol derken, 6. haftayı boş geçmiyor ve Sociedad’da Nihat sesleri başlıyordu. Adını ezbere söylüyordu herkes. Sene 2002, Nihat Kahveci gol krallığında Ronaldo ile yarışıyor, takır takır İspanyolca konuşuyor, herkes de onu konuşuyor. 16 maçta 10 gol. Başlıklar atılıyor, koca puntolarla : “ İspanya’da ki gururumuz “






Sociedad’ı sırtladığı gibi zirveye çıkarıyor. Real Madrid’i 4-2 yendikleri maçta attığı gol, oyundan alınırken deliler gibi alkışlanması, tekrar tekrar izlenesi. Keşke gitmeseydi diyordu insanlar. Gitmek durumundaydı oysa. Barcelona’nın transfer listesine girmiş, Real Madrid’in teklifini reddetmiş bir Türk futbolcudan bahsediyoruz bu yazıda.Türk Futbolu’nun yetiştirdiği en başarılı lejyonerden. Gel gelelim, İspanya sınırları içerisinde yarattığı fırtınayı istenilen şekilde yansıtamıyordu Milli Takım maçlarına. La Liga’da 100 maçta 51 gole ulaşıyor. 3 sezonda Ronaldo’nun ardından en fazla gol atan oyuncu oluyor.





Sociedad’da mali krizin ardından çoğu yere gidip geliyor Nihat. Valencia ile görüşüyor, olmuyor. Cska ile görüşüyor, olmuyor. O zamanlar Fenerbahçe falan talip. Beşiktaş’ın yüzü yok. Gitti, gidecek derken Kovacevic’in sakatlığı sebebiyle sezon sonuna kadar kalıyor. Geçiriyor o formayı sırtına ve bask derbisinde bam bam atıyor gollerini.Tam 4.5 yıl. Ayrılmaya hazırlanırken yine Bask bölgesi gazetelerinden Diariovasco, Türkçe bir metin ve “Yolun açık olsun” başlığını kullanarak veda ediyor. Yeni bir Arif mi geldi derken. Aynı dönemde Mark Gonzalez, Liverpool’a geri dönecek. Tarifi imkansız bir yıkım Sociedad için. 






El Turco kardeşimizin işleri, önceleri pek iyi gitmedi Villareal’de. Tomasson vardı babalar gibi zira. Rossi bir vardı bir yoktu. 4-3’lük Atletico Madrid maçı ile döndü diyebiliriz. Birisi son dakikada olmak üzere 2 gole imza attı Nihat. Bütün transfer dönemlerinde geldi, gelecek söylentileri çıktı. Fenerbahçe – Beşiktaş ve daha niceleri. O üzerine koydukça bir şekilde gururlanıyorduk. Büyük bir ciddiyet ve çalışma içinde sessiz sedasız büyük bir kariyeri sürüklüyordu ardında. Sessiz sedasız derken, tantanalı insanlarda kariyer peşindeydi gerek Türkiye, gerek ise Avrupa. Onlardan çok farklı Nihat. Karakter olarak farklı, görüş olarak farklı. Şu üstte yazdıklarım Hakan Ünsal’ın kariyerinden parçalar olsaydı şimdi bütün “ak” belediyeliklerinin parklarında bir şekilde heykelleri vardı. 2007-2008, Four Four Two en iyi 100 listesi, 39 numara. 2007-2008 derken Çek Cumhuriyeti maçıyla tazeliyoruz hafızalarımızı. Zira formsuz Nihat. Sakatlıklarla boğuşuyor, hoca görev veriyor çıkıyor elinden geleni yapıyor ama olmuyor. Bir şekilde gol veya goller atıyor ama yapması gereken tam da bu iken beğenilmiyor. Sahne hatırlatmak istiyorum bu noktada, Colin-Kazım zırtapoz bir şut atıyor (orta bile olabilir) ve Nihat’a dönüyor kameralar, “sakin oğlum sakin” önde falan değiliz biz. Yenik durumdayız ve tepki bu. Atacağı galibiyeti getirecek gol veya gollerin habercisi bu özgüven.





Biraz daha öznel kısma geliyorum, uzun tuttum yazıyı çünkü. En basitinden başlıyorum. Hakan Şükür, Emre, Okan 1 maç oynadığında fırtınalar koparken (aman gol falan atmasınlar kalbimiz var) La Liga’da Nihat takır takır oynadı senelerce. Bütün bağları koptu, domuz bağı tedavisi ile sahalara döndü ama döndü. Sağ kanatta oynadı, forvet oynadı, tek forvet bile oynadı. Bir gün çıkıp, herhangi bir rahatsızlığını belirtti mi ? Bir tane yakınan demeç verdi mi haylaz basına ? Birilerinin gözüne girmek gibi bir çabası oldu mu ? Hadi onu geçtim onlarca maç izliyoruz. Bir tanesinde bir tartışması, kavgası, polemiği var mı ?






Geldi Beşiktaş’a. Geliş sürecini falan yazmak istemiyorum çok bilindik şeyler. Uzun yazdığımdan dolayı bir sıkıntı var üzerimde zira. Beşiktaş’a dönüşü ve kaptan rolü.Dönmesine hepimiz çok sevindik. Şimdi çok üzülüyoruz. Ben dönmeseydi keşke derken Nihat’ı düşünüyorum, insanlar anlık skor ve puan durumu üzerinden düşünüyor. Patladı patlayacak, önümüzdeki sezon, kamp yapmadı falan filan biz kendimizi oyalarken Nihat gerçeği önümüze geldi. Olmadı. Olmuyor. Olmayacak. Her kötü Nihat hamlesinden sonra şöyle bir uzaklaşıp, “Nihaaaat” diyorum. Nihat demeye alışkın değiliz çünkü. Böyle sevdirmiş ismini, ben böyle telaffuz ettim hep. Attığında da kaçırdığında da bu değişmedi. Ayakta duramadı “Nihat” demedim. Yine “Nihaaaaaat”.





Bütün eleştirileri anlarım. Nihat kendine bakmıyor denilir, hak vermem ama mantıklıdır. Nihat yaşlandı be kardeşim denilir, ya harbiden sanırım öyle derim içimden. Nihat kim ? Nihat topçu mu ? Nihat cırt, Nihat pırt dersen ben bu yazıyı yazarım işte kardeşim. Çok para alıyormuş dersin, hak veririm ama üzülmem hak ediyor o parayı çünkü. Beşiktaş’ta işler böyle gider(di) işte. Beşiktaşlının Beşiktaşlıda kredisi çoktur. Tükenmez bu kredi. Arabası tartışılır, hayatı tartışılır. Eh be kardeşim bu adam bütün varlığını Beşiktaş sayesinde mi yaptı ? Nihat iyi olsaydı La Liga’dan döner miydi ? Bu sorunun cevabı çok karışık, Mehmet Topuz olaylarından sonra başkanın kapısında yattığı bir isimdir Nihat. (Diğeri Ferrari)





Bilmeniz gereken bir şeyler daha var. Şuna emin olun ki, senden, benden, senin haftada 1 futbol izleyen dayından, amcandan, herkesten; daha çok ister Nihat gol atmayı. Eskisi gibi oynamayı, şöyle harbiden göğsünü gererek pıt pıt koşmayı en çok Nihat ister. Bu durumda olmasının tek sebebi Nihat mı ? Yeteneksiz mi ? Çaba sarfetmiyor mu ? Sahada arkadaşlarının emeğini mi çalıyor ? Hayır. Olmuyor. Farkındayım, farkındasınız. Israr ediyoruz ama olmayacak.


Beşiktaş taraftarına yakışan, Nihat’ın bütün emeklerine, bir dönem Beşiktaş kurtuluşuna imza attığını unutmadan konuşmaktır, davranmaktır, yaşamaktır. Amatör, Profesyonel bütün branşların bütün maçlarını kaçırmasan, hep tribünde bir şekilde yerini alsanda bu değişmeyecek. Nihat’ı ıslıklamaya, küfretmeye, yuhlamaya kimsenin hakkı olmamalı. Yok zaten. Biz nasıl diğerlerine benzemiyorsak onların kötü örneklerini kendimize emsal yapmayacağız. Nihat, Beşiktaş forması altında anlamlıdır, Beşiktaş forması Nihat’ın üzerinde anlamlıdır. Nihat, o tepkileri veren bütün insanlardan daha fazla Beşiktaşlıdır. Hiçbir zaman hiçbir yerde adı kötü bir şekilde anılmamıştır, anılmayacaktır. Nihat her dönem sadece işini yapmıştır. Türk futbolunu Avrupa’da en iyi temsil eden Türk futbolcudur. Sporcudur. Zekidir.




Mazeret ne olursa olsun, yuvasına dönen bir Beşiktaşlıyı ıslıklamak, yuhlamak, abartıp küfretmek Beşiktaş taraftarına yakışmaz. Yakışmıyor. Hasan Şaş, Hakan Şükür ve diğerlerinde olduğu gibi. Hiçbir taraftara yakışmıyor ama söz konusu Nihat olunca bir başka yakışmıyor. Yapmayın etmeyin.
Beşiktaş’ın çocuğu Nihat Kahveci.



30 Ekim 2010 Cumartesi

Sen Koşma Alex!

Alex'in 2004 senesinin yazında, başarısız sayılabilecek bir Parma macerasında üstüne yapışan "Avrupa'da oynayamaz" lafları sonrasında geldiği Fenerbahçe'de neler yapabileceği o günlerin en çok konuşulan konularından biriydi spor camiası için. Türlü söylentiler ve tartışmalar çıkmıştı hakkında. Brezilya dışında bir varlık gösteremeyeciğini savunanlar olduğu gibi, onun bir futbol virtüözü olduğunu savunanların sayısı da azımsanamayacak kadar fazlaydı. Aradan 6 yıl kadar bir süre geçti neredeyse. Fenerbahçe'ye ilk geldiği sene şampiyonluk sevincini yaşadı. Keza, kulübün 100. yılındaki başarısında da pay sahibiydi. Ligin asist ve gol kralı oldu. Fenerbahçe'nin Avrupa'da en çok forma giyen ve gol atan futbolcusuydu aynı zamanda. İstatistiksel olarak kulübün herhangi bir yabancı oyuncudan almaya alışık olmadığı verimi sağlar gibiydi. Takım Alex'in önderdiliğinde Avrupa kupalarında yakalayabildiği en üst noktayı ulaştı. Herşey Alex'in mutluluğu ve takımın onun önderliğinde elde edeceği başarılar içindi. Fakat bütün bu rakamlara, başarılara ve ilklere rağmen hep bir "AMA" vardı Alex ile başlayan cümlelerin içerisinde. İlk geldiğinde süren tartışmalar, aradan 6 yıl geçmesine rağmen hiç bir zaman bitmedi. Tıpkı hala devam ettiği gibi.

Fenerbahçe'nin başına kim geldiyse, hepsi de Alex'in merkezde olduğu formasyonlarla sahaya çıktı. Bütün bu tartışmalara rağmen hiç bir zaman değişmeyen tek gerçek Alex'in Fenerbahçe kadrosundaki yeri oldu. Oyun içindeki aktif dinlenmesi sayesinde gücünü 90 dakiyaya yayan, yalancı pres yapan fakat zamanı geldiğinde fizik kuralları dışında bir hareketle takımının puan ve puanlar almasını sağlayan bir oyuncu olduğunu bütün futbol izleyicilerine kabul ettirti. Ta ki Cuma günü oynanan Bursa-Fenerbahçe maçına kadar. Uzun bir süredir, Alex'in mücadele eksiliğinin farkında olan izleyiclerin fısıltılar yerini "Demek ki isterse Alex de koşuyormuş" gürültülerine bıraktı. Bursaspor maçında hiç alışılagelmemiş bir mücadele yapısıyla sahadaydı. Top kaptı, yerlere kaydı, faul yaptı. Alex dışı hareketlerin tamamını yapmaya niyetliydi. Lider Bursaspor'dan alınacak bir galibiyetin öneminin farkındaydı. Fakat vücudunu alıştırmadığı ölçüde mücadele ettiği için maçında son 15 dakikasında öyle yorgun düştü ki berabere giden maçın kopma anlarında, kaleyi cepheden çok net bir şekilde görmesine karşın şut vurmak yerine, forvet oyuncularına vermek istediği fantastik paslarla hem kendisini hem de o topları yakalamak isteyen oyuncuları küçük düşürdü. Yani Alex mücadele etti diye sevinenler, aslında maç sonu yerlerde sürünen performansın farkında değildi.

Günümüz futbolunda koşmayan hucüm oyuncularına yer yok savlarını sıklıkla duyuyoruz. Toplu savunma, toplu hucüm modern futbolun gerçekleri diyorlar. Doğrudur. Lakin bu tarz bir futbol anlayışını benimsemek istiyorsanız, kadronuzu da bu futbolu oynamaya uygun futbolcularla kurmalısınız. Diğer bir deyişle, kadronuzda Alex tarzında futbolcular varsa, ya Alex'in futbol yapısını kabullenip, arkasına onun mücadele eksikliğini kapatacaklar adamlar yerleştirirsiniz, ya da Alex'i yedek kulübesine mahkum edersiniz.

Kıscası, fizik gücünü nizami bir şekilde 90 dakikaya yayan, gerektiğinde dinlenen, ama sahne alması gereken noktada da en doğru hareketi yapan Alex her daim tercihimdir. Alex'in kadro içindeki mevcudiyetinin sene sonuna kadar kaçınılmaz oluşu herkes tarafından kabul gördüğüne göre, Alex'i de olduğu gibi kabul etmek gerekiyor. Zaruri yollardan da olsa, Alex'li kadroyu kabul eden insan Alex'i kabul etmelidir.

29 Ekim 2010 Cuma

Kurşun Kalem



Not:Resme tıklarsanız büyür.
Kaynak: thingsfallapartcomic

28 Ekim 2010 Perşembe

Where Words Fail, Music Speaks


Mevcut şartlarda oluşması zor, gerçeklerden uzak hayaller kuran insana deriz ki "O dediğin filmlerde oluyor senin". Peki izlediği bir filmdeki karakterin hayatına imrenen, akabinde onun gibi bir hayat yaşama isteği kuran bir insana, "O hayal ettiğin ancak filmlerde oluyor." demek isterken, zaten film izlemekte olduğu gerçeğinin farkına vardığınızda ne dersiniz? Ya da, sizin kelimelerinizin kifayetsiz kaldığına mı üzlürsünüz yoksa; filmi izleyen, onun bir film olduğunu bilmesine rağmen hayal kurma eylemine devam eden, kendisine paranoyak damgasının vurulmasından korktuğu için "Bu hayal ettiğim de ancak filmlerde olur zaten." cümlesini içinden dahi söyleyemiyecek kadar hayallere dalan insana mı üzülürsünüz?

26 Ekim 2010 Salı

Where Sleepless Night Happens


NBA'in başlamasına saatler kala anırlarla dolu duygusal satırlar yazmıştım aslında. Mirsad Türkcan'dan başlayan, Semih ve Ömer ikilisiyle son bulan epey uzun bir yazıydı. Muhtelif nedenlerden dolayı yayınlamaktan vazgeçtim. Kendisini bir süre taslak olarak kabul etmek durumunda kalacak. İlerki zamanda tozlu raflardan çıkarırız belki.

Geceleri geç yatmayı huy edineli çok uzun zaman oluyor ama "bu gece bizimkilerin NBA maçı yok en azından" deyip, kafayı yastığa vurduğumuz da oluyordu. Şuan gelinen noktada neredeyse her gün bir Türk basketbolcunun maçının olduğunu düşünürsek, "hain geceler" yine bizleri bekliyor gibi. Klişelerin arkasına saklanıp, olayın taktik kısmına girmeye, laf kalabalığı yapmaya gerek yok. Ama hepsi için birer cümle yazalım da gönüller hoş olsun istedim.

Hidayet- Son bir senedir kafaca ara verdiği basketbola, Dünya şampiyonasıyla biraz ısınmış gibi gözüksede, vücut dili "çok istekliyim, Phoenix'de harikalar yaratacağım" tarzında sinyaller vermiyor. Hele ki "4" numara pozisyonunda alacağı sürelerin artması sonucunda, bel ve sırt bölgelerin bolca ağrı hissedeceğini kestirmek güç değil. Phoenix kendisi için en doğru takım olmasada, basket hayatının bir döneminde de olsa S.Nash ile oynamanın keyifini sonuna kadar sürmesini dileriz.

Mehmet Okur- Sakatlıktan sonra nasıl bir iyileşme dönemi geçirdiği performansı açısından çok önemli olacaktır. Sağlıklı bir M.Okur'un 25-30 dakikalara varan süreler alması kuvvetle muhtemel. Gerçi Boozer'ın ayrılmasından sonra takıma yapılan Jefferson ve Elson takviyelerini göz önünde bulundurursak, pota altı için bir hayli fazla seçenek oluştu ama bu isimler arasında klasik J.Sloan oyunu için en büyük aday sağlıklı bir M.Okur olacaktır. Kemikleşmiş sayı ve ribaund istatistiklerinin yakınında gezinecektir. Fakat tekrardan belirtmekte fayda var, bütün bu tahminler tamamen sağlıklı bir M.Okur için geçerli.

Ersan- Geçen sezon olduğu gibi, bu yılda en büyük umutları onun için besliyorum. Çalışan, savaşan ve mücadele eden her oyuncu hak ettiği süreleri bulur. Ersan da bunun en somut örneği. *Pas vermesine bayılan, atmaktan çok attırmayı seven* B. Jenning varken üstüne bir de E.Boykins, C.Maggette ve K.Dooling eklenince Ersan'ın ekmeğini yine hücum ribauntların çıkarması gerekecek gibi gözüküyor. Dış şut tehdidini de eklersek, kendisi benim nazarımda Milvaukee kadrosunun en önemli "4" numarasıdır ve takımın kilit oyuncusudur. Tek farkına varması gereken nokta, istekli yapasını bütün maçlara yayıp, istikrar yakalayabilmesidir.

Semih ve Ömer; hemen hemen benzer özelliklere sahip bu ikilinin kat etmesi gereken çok yolları var. Bir gün yollarının NBA'e düşeceklerini bile bile, kariyer planlama aşamasında İngilizce öğrenmemeleri, onları eleştirebileceğimiz ilk nokta. Ömer'in gerçekleştirdiği felaket ötesi bir röportaj sonrası, D.Rivers'ın "Semih dediklerimi anlamıyor" beyanatı durumun ehemmiyetini gösteriyor. NBA'de yaşanan uzun kısırlığından faydalanarak adım attıkları bu yeni macerada kalıcı olmak istiyorlarsa, hücum anlamında kendilerini geliştirmeleri şart. Boozer'ın sakatlığı sonrası Ömer'in aldığı dakikalar istemeden de olsa arttı fakat bu aldığı süreyi çok iyi değerlendirip, kendine yer edinmeli. Boozer döndüğü takdirde Boozer, Noah, Gibson ve Thomas gibi rekabetin bol olduğu bir ortamda, Thibodeau adında savunmayı seven bir koç ile çalışması Ömer'in alacağı süreler açısından olumlu gibi gözüksede potaya yakın yerlerdeki bitiriciliğini ve serbest atışlarını geliştirmesi zaruri ihtiyaçları arasında. Aynı şekilde Semih'in de Perkins ve J.O'Neal'ın sakatlıklarla boğuştuğu, Shaq'ın bolca sakatlacağı bir sezounda River'ın gözüne girebilmesi için salt yaptığı bloklar ve aldığı ribauntlar yetmeyecektir. Garnett, Perkins ve O'Neal'ların olduğu bir pota altında, ekstra hareketler yapmalısınız ki süre alabilesiniz değil mi? Sonuç olarak ikisinin işi de çok zor. İlk sezonlarında, sakatlık problemleri olmadığı takdirde(hem kendilerinin, hem takım arkadaşı olan rakiplerinin) istedikleri süreleri belki alamayacaklardır ama fırsatın bir gün onlarada geleceğini bilerek kendilerini sürekli hazır tutmaları, bu süre zarfında kendilerini geliştirmeleri çok önemli. NBA'de tutunmak için doğru takımda oynamak çok önemlidir. İkisi için de bu kadar çok pota altı oyuncusunun olduğu kadrolar en iyi seçenek değil belki ama kendilerini kanıtlamış büyük isimlerin yanında onlardan öğrenecekleri tecrübeler en büyük şansları. Ne demiş büyüklerimiz: "NBA girmesi kolay, okuması zor"

23 Ekim 2010 Cumartesi

Orkestra Şenyaylar #1


Eksik kalmıştı çünkü. Grooveshark'sız olmazdı. Artık internette blog okurken mi dinlersiniz, gazete okurken mi bilemem. Ama hangi şarkıyı açacağım derdine son versin diye düzenlendi bu liste. Haftada bir kez güncellemeyi umuyorum. Bakarsın iki hafta da bir kez olur.

21 Ekim 2010 Perşembe

Küçük Mutluluklar, Büyük Sıkıntılar



Saat
8:15 Sabahın köründe dersi olmasına rağmen gece geç yatıp, üstüne birde gece boyunca oda arkadaşının horlamasını dinleyince, o sıcak yataktan çıkıp yağmurlu bir güne merhaba demenin zorluğunu yaşıyorum tam bu dakikada. Zaten kafamda türlü sıkıntı. Ales'e ne zaman başvuracağım? Ales'e neden başvuruyorum? Kahvahtılda ne yesem ki? GS'nın başına kim gelecek acaba? Türban tartışmasında son durum nedir? Sonu yok bunun.. Alelacele Pink Floyd-Echoes açıyorum bir an önce kendime gelebilmek için. Fakat yeteli değil. Hala sevimsizim. Kendimi daha da güzel bir şeyle motive etmem gerektiğine inanıyorum. Burnumu sağa, sola ve yukarı doğru kaşıdıktan sonra buluyorum. Menemen

8:45 Sıcak bir duş düşüncesi sarıyor dört bir yanımı. Tamamen ayılabilmek ve menemenin tadı daha iyi kavrayabilmek için. Bu esnada banyoda telefonun hoparlöründen açtığım şarkı Pink Floyd-Comfortably Numb olarak değişiyor. Uykusuzluğun verdiği huysuzluğu yavaş yavaş atar gibiyim.

9:00 Giyinip, kantinin yolunu tutuyorum. Günaydın ve hal hatır sorma ritüelini kısa kesiyorum, zira sabah kalktığımdan beri güne olumlu bakabilmemin yegane sebebi menemen. "Mehmet Ali abi, bana malzemesi bol olanından bir menemen. Üç gündür çay, poğaça derken boğaz kurudu be abi, midemiz bayram etsin bir." diye sevimli bir surat ifadesi takınıyorum. Az sonra somurkantlığına dönüşeceğinden habersiz bir şekilde. "Kusura bakma Borca'cığım, bıraktık menemen yapmayı, domatesin fiyatları bu denli artınca zarar eder olduk" cevabını veriyor Mehmet Ali abi, hem de çok savunmasız yakalandığım bir anda. O sırada, ruhumun derinliklerinden geçen küfürleri sansürlemeye hiç bir "dıt" sesinin gücü yetmez tabii. Üç saatlik uykuya ve kafamdaki bin türlü soruna rağmen güne pozitif başlayabilmesinin koşulu olarak menemeni gören biri nasıl küfür etmesin ki bu cevap karşılığında. Oysa ne hayellerim vardı, bir yandan ekmeğimi bandıracaktım, bir yandan gazetelere göz gezdirecektim.

9:15 Kahvaltıyı fakültenin kantininde edeyim bari düşüncesiyle kitaplarımı aldığım gibi dışarı çıkıyorum. Bir saattir ahmak ıslatan olarak seyrine devam eden yağmur, bir anda doluya çeviriyor. Duruyorum. Hızlı düşünce seli oluşuyor kafamda. Ne bir şemsiye, ne bir kapşonum var. Montumu kafama siper edip, cebimdeki parayı sayıyorum. Bir küfür daha çıkıyor ağzımdan. Ales başvurusu için yeterli bakiye yok. Bunun anlamı önce para çekmemeye gitmek demek. Yani daha fazla ıslanmak ve kahvaltı edemeden derse girmek. Benim bunları düşündüğüm sırada pantolonum, çamaşır makinasından yeni çıkmış gibi sırılsıklam tabii. Sonunda nihai karara varıyorum ve yurdun kapısından içeri dalıyorum.


9:20 Odaya girip hemen bir Pink Floyd- High Hopes açıyorum. Aynı zamanda benim uyku müziğimdir çünkü. Kafamda direk yatağa kıvrılmak var. Ama önce şu an neden bu durumda olduğumu irdelemem lazım. 1-) Özel sektöre iş başvurusunda bulunmak isteyen kişilerden bazı şirketler başvuru ücreti keser. İş bulma telaşını girmiş her insan şikayetçidir bu rezillikten. Fakat her ne hikmetse, aynı kişiler her sınav için 40 tl gibi bir ücret alan güzide devletini sorgulamaz. 2-) Ülkenin en büyük sorunu baş örütüsüymüş gibi iki haftadır tartışıyorlar. Yahu millet yiyecek domates bulamıyor. Karnını doyuramıyor. Sebebini ne soran var ve ne umursayan. Filistin'e ilaç gönderip, ilaçların üstüne "tok" karnına yazmak gibi bir şey bu da. Doyamayan, temel gereksinimlerini karşılayamayan insan hayatını devam ettirdi zaten, üstüne bir de baş örütsü kaldı. 3-) Hava muhalefeti ve ülkenin sahip olduğu çarpık spor kültürü. Galatasaray ile senin ne işin olur demeyin. Çeşitli zorluklarla getirdiğin, hemen hemen ülkedeki çoğu spor adamından daha bilgili ve efendi olan adamı gönderiyorsun. Göndermen yetmiyormuş gibi, onun koltuğuna düşündüğün adamları hiç utanmadan, dalga geçer gibi yüzümüze vuruyorsun. Zerre umrumda değil. İstiyorsanız en çapsızını getirin. Lakin bunların hiç biri sizin gibilerle aynı ülkede yaşadığım gerçeğini değiştirmiyor.

9:30 Kalktığım saatten itibaren epey zaman geçmiş. Hiç kalkmasam ne kaybderdim diye düşünmeden edemiyor insan. Küfüre meyyalim vallahi dertten. Ayrıca bu sabah yine her sabahki gibi sıkıldım Ankara'dan. Ben iyisi mi yatayım...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Roads

Bugün bol bol laf ettim. Sağa, sola kimi zaman ortalığa. Bu günlerde sıklıkla yaptığım aktivitlerin başını çekiyor. "Ne iş yapıyorsun?" diye sorduklarında hala aynı serilikte "öğrenciyim" cevabını verebiliyorum. En azından şimdilik. İleride kartvizitimde ne yazar bilinmez. Bir kartvizitim olur mu ondan bile emin değilim. Aslında çok bilindik bir şarkı paylaşmak için girmiştim buraya. İnsanlık tarhinin en "yıkım" şarkılarından birisini. Ama önce buna hazır mısınız diye sormak istedim. Ha bir de kendimizi şanslı hissetmeliyiz. Bu şarkıyı herkesin bildiğinin farkındayım. Fakat bu, ne benim şarkıyı paylaşmama engel, ne de bir kez daha dinlememe. Vesile olmak güzel şey...

17 Ekim 2010 Pazar

Temel

Bugün Taksim'de yasa dışı dinleme olaylarına karşı eylem yapan ÖDP'liler saldırıya uğradı. Bu saldırıyı buraya taşımamın sebebi ise saldırganların Trabzonspor'lu taraftarlar oluşu. Sebepleri nedir, nelerdir vs. araştırdım biraz. Saldırganların köpüklü ağızlarından süzülen cümlelere göz atalım: "Kahrolsun Pkk", "Ogün Samast Oley" , "Şehitler ölmez,vatan bölünmez".

Temel bir gün kahvede arkadaşlarıyla iddiaya girmiş. "Trabzon'dan, İstanbul'a 7 saatte girerim.", "Giremezsin.". Rakı masasını kurun, 14 saat sonra geliyorum demiş. Hakikaten 7 saat sonra İstanbul girişinde tabelada resmini çekmiş ve göndermiş arkadaşlarına. Aramışlar Temel'i, "Hadi geri gel, sofrayı kuralım.". Saatler geçmiş, Temel yok. 10 saat 15 saat derken 1 gün olmuş. Arıyorlar, açmıyor. Mesaj atıyorlar, geri dönmüyor. 2 gün sonra Temel  gelmiş kahveye. "Ula Temel ne oldu niye bu kadar geciktin ? ". " La geri gel demediniz mi ? Geri geri araba hız yapmıyor. " demiş.

İşte o hesap, bütün gruba genellerim ama genellemiyorum, bir grup Temel; Ödp ile Bdp'yi birbirine karıştırmış. Karıştırmanın yanında Bdp'yi de anlamamış. Şişeler falan havalarda taklalar atmış,Galatasaray Lisesi'nin önünde. Ödp'liler, "Yaşasın Halkların Kardeşliği" , "Kahrolsun Faşizm" falan derken yaralananlar olmuş.

Çirkin, iğrenç, boş bir hareket. Basın üstüne gitmiyor görüldüğü gibi. Peki bu olay Doğu'da olsaydı, olacakları şöyle bir gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz ?

Futbolun içine siyaset girmesin söylemleri olan insanlar var. Bu söylemi gerçekleştirmek bile büyük bir siyasettir zaten. Siyaset, hayatın her alanında vardır. Bir şekilde var olmayı başarmıştır. İki sevgili arasında bile Faşizan bir ilişki olabilir. Tribünlerdeki problem bu işte. Uzaklarda aramasın kimse. İçine girdikçe,kendinden uzaklaştıran tribünlerin tek sebebi bu. Ne kadar derin girdiyseniz içine, o denli hızlı uzaklaşmak istiyorsunuz. (Benim gibi düşünüyorsanız.)

13 Ekim 2010 Çarşamba

SexMusic//10. Unplugged



sexmusic // 10. unplugged

1-)a movie script ending [acoustic] // death cab for cutie
2-)layla [acoustic] // eric clapton
3-)be quite and drive (far away) [acoustic] // deftones
4-)hysteric [acoustic] // yeah yeah yeahs
5-)kissy kissy [acoustic] // the kills
6-)stellar [acoustic] // incubus
7-)a martyr for my love for you [acoustic] // the white stripes
8-)katherine kiss me // franz ferdinand
9-)train song // ben gibbard & feist
10-)us // regina spektor

Kaynak: sexmusic

12 Ekim 2010 Salı

9 Ekim 2010 Cumartesi

Siz Kirpileri Bilir Misiniz?


Siz hiç kirpileri düşündünüz mü diye başlardı Eyavh Necdet bu satıları yazıyor olsaydı. Evet, ben kirpileri düşündüm. Peki siz kirpiler nasıldır bilir misiniz? Birbirlerine yanaşırlar ta ki birbirlerine batana kadar. Sonra tekrar uzaklaşırlar. Öyle bir kısır döngüdür ki, tekrar yanaşmaya başlarlar, ta ki yeniden birbirlerine batana kadar. İnsanoğlunu onlara benzetir oldum son günlerde. Konuşmak, samimi birer arkadaş olmak için yanaşırlar, sonra da tartışıp uzaklaşırlar. Küskünlüklerle geçen vakittten sonra tekrar size sokulurlar. Neden biliryor musunuz? Bunlar tek başına hiç bir şey yapamayan insalardır çünkü. Schopenhauer'un dediği gibi bunlar yattıklarında bile kendileri için dua edemezler. Başkalarından, onlar için dua etmesini beklerler. Bu internet diye adlandırdığımız mecranın da pek farklı bir durumu yok aslında. Herkesin aklında birer fikir. Tıpkı göt deliği gibi. Herkesde birer tane var. Konuşuyorlar sonunu düşünmeden. Mesut, Türkiye için mi oynamalı mıydı yoksa Almanya için mi? Sebepsiz yere tartışıyorlar, birbirlerinle kavga ediyorlar. Hem de cevaplarını bildikleri sorular için. Empati yeteneğinin bu kadar düşük olduğu bir toplumda, farklı ve anlayışlı davranışlar bekleyerek zamanlarını harcıyorlar.

Mesut konusu hakkında bu zamana kadar tek bir kelam bile etmedim, etmeyi de düşünüyordum. Fakat, bu insanların beni de zıvanadan çıkarabileceğini nereden bilebilirdim? Olayı çok basit bir örneğe indirgeyerek anlatmak istiyorum. Mesut Özil ve babası hakkında kesin doğruluğunu bilmediğimiz çeşitli komplo teorileri dolaşıyor ortalıkta. İlkbaşta Türk Milli takımını seçmek istediler fakat, aldıkları olumsuz cevap karşılığında Almanya tarafına seçtiler gibisinden bir çok açıklama var. Nihayetinde Mesut Almanya Milli takımı için ter döküyor ve görevini lakıkıyla yerine getiriyor. Hatta ve hatta kulübünden sonra Milli takımda sergilediği performans sonrası kednisine Real Madrid yolu açılıyor. Diğer tarafta, Galatasaray'ın halihazırdaki en iyi futbolcularının başı çeken Arda Turan daha düne kadar kadar Türk pasaportuna sahip oyuncuların çektiği ve çekebileceği sıkıntılardan bahsediyor. Yani kendilerinin handikap sahibi olduklarını söylemeye çalışıyor. Bu ifadeleri okuyan herhangi bir sporcu ki bunun Mesut olmasına hiç mi hiç gerek yok, hangi şartlar altında Türk milli takımın seçer sorarım size? Ya da siz bu açıklamaların kol gezdiği bir spor kültürüne sahipken hangi futbolcuyu sizin Milli takımınız için oynamasına ikna edebilirsiniz? Geçmiş zamanda olan geçmişte kalır. Daha fazla olayı kurcalamanın da anlamı yok zaten. Adam sahaya çıktı çatır çatır topunu oynadı. Şu an gösterdiği performans ve bulunduğu nokta da ne kadar doğru kararlar verdiğini göstermez mi zaten? Siz iyisimi birbirinize çok yaklaşmayın arkadaşlar. Nasılsa birbirinize batıp, sonraki maçlar için tekrar yaklaşacaksınız. Eğer ki yaklaşmak istiyorsunuz, önce kendi futbolcunuzun kendi ülkesi hakkında yaptığı açıklamaları okuyun, ardından çoktan yolunu seçmiş insanlar hakkında yorum yapın. Yanlış anlamayın, ben sizin ve çevrenizdekilerin iyiliği için söylüyorum.

7 Ekim 2010 Perşembe

Bitmeyeydi İyiydi


Herkesin her şey hakkında yorum yapmaya başladığı anda ebedi bir suskunluk oluşuyor bende. Gereksiz ve çok kavramları geriyor beni. Zaten bir şey popüler olmaya görsün bu dünyada, işin hemen cılkı çıkıyor. Mevzuya dönmek gerekirse, fotoğraftaki maçın oynandığı tarih 2010 Wimbledon'a tekabül eder. Bizi üç gün boyunca televizyona bağlayan bu maç hakkında konuşmak için geç kalındı tabii ama o zamanlar yazının girişindeki bahsettiğim sebeplerden dolayı, herhangi bir karalama isteği yoktu bende. Lakin bu gece, bir gece ritüeline dönüşen "blog gezenlemesi" eylemini gerçekleştirdiğim anda farkına vardım ki tarihin sadece tekerrürden ibaret olmadığını bize anlatmaya çalışan bu sportif olayı ölümsüzleştirmek, her tenis-severin yapması gereken bir hareketmiş. "Bu adamların çişi gelmiyor mu?", "Bunlar x-men mi?", "Maç bitmeden, mevsim değişti" gibi çeşitli esprilere maruz kalmamıza sebebiyet veren Isner ve Mahut, unutulmazlar arasını adlarını çoktan yazdırdı. Bir de buraya yazsınlar istedim. Haa, şunu da unutmayalım bu maçı Mahut kaybetmedi, Isner kazandı.


"Isner de insanmış"

28 Eylül 2010 Salı

To Let


Xavier Rudd - To let (Live)

Okul öncesi sedromu mu çekiyorsunuz? Sevgilinizden mi ayrıldınız? Gelecek planları arasında mı sıkışıp kaldınız? Tuttuğunuz takımın performansında mı memnun değilsiniz? Etrafta fütursuzca konuşan insanlardan mı şikayetçisiniz? Sosyal hayatta gösteremedikleri özelliklerini, sosyal paylaşım sitelerinde sergileme çabası içine giren insanlardan mı rahatsızsınız? Cebinizde paranız mı kalmadı? Arkadaşınız size yamuk mu yaptı? O zaman toplanın beyler. Zira adam çalıyor. Adam dert, derman bırakmıyor. Nihayetinde bir müzisyen, bu kadar şeyi nasıl çözer deyip, sığ bakmayın olaya. Bazen bir müziktir, bazen bir resim... Tavsiyesi benden, denemesi bedava...

21 Eylül 2010 Salı

Okuyom Ben Yaa!!



Dikkat, çanlar öğrenciler için çalıyor. Son defa...

Kaynak: 3Zar

18 Eylül 2010 Cumartesi

Göt İster

13 Eylül 2010 Pazartesi

Kuşlar ve Erkin Koray

Bundan yaklaşık üç sene önce, farklı bir düşünce yapısına sahip olduğunu düşündüğüm bir arkadaşımın yanına yaklaşmıştım ve "kızın ya da oğlun olduğunda, onu devlet okuluna mı gönderirsin, yoksa özel okula mı?" diye sormuştum. Verdiği cevap hayata bakış açısı yeni yeni şekillenmeye başlamış bir insan için epey hayret vericiydi. Okula göndermeyeceğim dedi. Israrla tekrarlıyordu, "o benim gibi okula gitmeyecek". Kendince haklı nedenleri olmalıydı diye düşünmeye başladığım anda, başından geçen bir anekdotu anlatmaya başladı: "İlkokul yıllarımda, haftalık resim dersimizde, öğretmen bizden gökyüzü, bulutlar, ağaçlar, kuşlar temalı pastoral bir resim istemişti ve bunun için bir ders saati vermişti. Aslında ben gökyüzü bile çizmek istemiyordum ama hoca sözüdür deyip, başladım çizmeye, ardından boyamaya tabii. Gökyüzü benim için özgürlük demekti. Kuşların dilebildiğince uçabildiği bir dünya. Fakat benim kuşlarım turuncu renkteydi. Onlar benim koruyucu meleklerim olacaklardı. Bir anda hoca yanımda beliriverdi ve bana turuncu kuş mu olur evladım diye kızmaya başladı. Onun görüşüne göre kuşlar beyaz, siyah bilemedin gri renkte olmalıydı. Hayatı renksiz bir adam için, bu üç renk epey fazlaydı aslına bakarsan. O yaşta bunları düşünüp, kendisine söyleyemedim. Resmimi beğenmemişti, üstüne baya bir kızmıştı." O yaştaki bir çocuğun yaratıcılığını, dar bir bakış açısına indirgemeye çalışan zihniyetten dert yanıyordu anlayacağınız. O günden beridir de resim çizmişliği yokmuş kendisinin. O anda, her dert yanan insanın yalnız olmaması gerektiğini hissettiren bir duyguyla, ona Erkin Koray'ı anlattım. "Biliyor musun, Erkin Koray da kızını hiç okula göndermemiş" dedim. "Okullarda insanların akıllarının saçma, sapan şeylerle dolduğuna inandığı için kızına, eğitimini evde aldırmak zorunda kalmış" diyerek anlattım da anlattım. Ardından uzun süre tartıştık bu konuyu ve Erkin Koray'ı. Garip adamdı Erkin Koray. Değişik fikirleri vardı. Bugün bir kez daha anladım bunu. Erkin Koray'ın 10 dileğine kulak veriyoruz(göz atıyoruz)... Kapağından hiçbir şey çıkmayan bir gazoz fabrikası kurmak isterdim: İnsanlara, mutluluklarının, gazoz kapaklarına bağlı olmadığını anlatmak için isterdim böyle bir fabrika kurmayı. Ölmeden önce cennet ve cehennemi görmek: Böylece her ikisini de bir güzel gezer incelerdim. Hangisi benim daha iyiyse ona gitmek için kendimi hazırlardım. Bir genç kızın aynası olmak: Herhalde o zaman beni hiç yanından ayırmazdı. Durmadan gözleri ve dikkatleri üzerimde olurdu. John Lennon ile karşı karşıya 10 dakika konuşabilmek: O zaman ona, barış için bütün uğraşlarının boşuna olduğunu anlatırdım. Bugünün insanının ne denli çığırından çıktığını olaylarla ispatlardım. Kocaman bir köpeği korkutan bir kedi olmak: O küçücük kedinin aldığı bütün zevki tatmak isterdim. Gözde büyütülen bir kuvvetin yıkılışı sonunda kedicik ne kadar sevinir, neşelenir kim bilir. Evine saat 19'da gitmek mecburiyetinde olmayan kızların çoğalması: Çünkü bugüne kadar bütün kız arkadaşlarımı, babaları eve dönemeden evvel eve teslim etmekten sıkıldım. Cahil olmak: O zaman etrafımda dönen bin bir dolaptan haberim bile olmazdı. Kötülüklerin farkına varmaz, her şeyi oluruna bırakabilirdim. Başbakanla aramızda direkt bir telefon hattı kurmak: O zaman boş zamanlarında belki bir-iki konu hakkında görüşebilirdik kendisiyle. Kocaman bir mikrofon olmak: Bütün insanlara sesimi duyurmak, iyilik, sevgi gibi bütün güzel duyguları anlatabilmek için isterdim. Özel bir su olup annemin beynini yıkamak: Belki o zaman feza çağının getirdiklerini kabullenebilirdi. (Milliyet, Hafta Sonu İlavesi, 1970) Kaynak: Bir+Bir

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Be Your Self


Son günlerde çığ gibi büyümeye devam eden bir blog, blogger tartışması var. Tartışmanın ana fikri bu ülke topraklarının en iyi spikerleri sıralamasında en başlarda olan Dağhan Irak'ın yazısıyla çıktı. Kendisini ve yazdığı yazıları okumaya çalışırım. Zira özü-sözü bir olan, gereken lafı söylemekten çekinmeyen, kendine has fikirleri olan, emekçi diyebileciğimiz insanların azınlıkda kaldığı bir ortamda Dağhan Irak gibi insanların varlığı, hayata hala umut ve tebessüm ile bakabilmemizi sağlıyor.

Kendisinin blog ve blogger tartışması hakkında yazdıklarını okuduktan sonra, onu destekleyen ve ona tepki olarak yazılan yazıların tamamını okudum. Fakat hiçbiri tam olarak Dağhan Irak'ın söylemek istedikleri ile (benim anladığım kadarıyla) örtüşmüyordu. Konuyu herkes kendi göre algılamış gibi bir izlenime kapıldım ben. Daha doğrusu herkesin blog ve blogger'larla ilgili düşünceleri varmış ve bunları başlayan bu tartışmayla kusmuş gibi geldi bana. Uzun zamandır bunu bekliyormuşuz gibi yani.

Dağhan Irak'ın yazısı ve ona destek çıkan diğer yazılardan çıkardığım sonuç söyle: Blog tutmak son derece samimi, bir o kadar amatör bir eylemdir. İnsanlar söylemek istediklerini, vermek istedikleri mesajları, "follower" kayıgısı olmaksızın kendi bloguna yazmak için yazar. Bu yazdıklarıyla "popüler medya"da yer almak gibi bir karşılık bekleyen veya her alınan hit karşılığı reklam geliri elde eden bloglar, aslında blogger olmanın gerçek ehemmiyetini kavrayamamıştır. Çok basit futbol terimleriyle yazılan ya da kaynak belirtmeksizin yabancı basından yapılan çeviriler ile oluşturduğunuz postlar tamamiyle ticarileşme, para kazanma ve popüler olma mantığıyla ilgili olan hareketlerdir. "FB maça 4-4-2 taktiğiyle başladı, maçın 20.dakikasında takım savunması toparlandı" şeklinde başlayan pragraflar, yerine geçmek istediğiniz Sergen Yalçın'dan, Rıdvan Dilmen'den pek de farkı olmayan yorumlardır.

Bunlara karşı olarak yazılan yazıların sahiplerinin oluşturduğu kesim ise blog yazmanın, işini iyi ve temiz yapan bir blogger'ın, herkes tarafından beğenilmesi sonucunda, medyaya zıplamasının veya aldığı hit sonucu gelir elde etmesini normal olduğunu savunan kesim. Halihazırda televizyonda geyik muabbeti çeviren eski futbolcu ya da hakemlerden daha iyi bir yorum getirebileceklerini düşünmeleri çok da yanlış bir nokta değil tabii ama, bunu her blog ya da blogger için söylemek pek de mümkün değil.


Benim blog açmakda çok basit bir mantığım vardı. Her gün internet ve televizyonla öyle bir bilgi taaruzunun altında kalıyordum ki, okunanlar, öğrenilenler bir süre sonra aklımdan uçup gidiyordu. Bunları kendi yorumlarımla birazcık da olsa yazıya dökebilirsek daha kalıcı olabilir düşüncesiydi ilk başta bana blog açtırtan. Kimsenin okumayacağını bilsem bile yazacaktım. Önemli olan benim yazdığımdı. Rahatlıyordum. Sıkıntılı olduğum anlarda içimi boşaltabileceğim bir mecraydı benim için. Daha sonra bloga 4 farlı arkadaş transfer ettik. Bu sayede benim gözümden kaçanları onlar yazacaktı. Farklı şehirlerde olduğumuzdan dolayı her zaman yapamadığımız sohbetleri, bu blog sayesinde kendi aramızda paylaşabilecektik.

Hiç bir blog havuzuna üye değilim, üye de olmam. Çünkü ben arkadaşlarım ve kendim için yazıyorum. Ayrıca açtığım blog sayesinde çok güzel farklı bloglar da tanıdım. Benimle aynı dünyada yaşadığına inandığım insalar gördüm bloglar sayesinde. O kadar çok blog oldu ki takip ettiğim, artık zaman ayıramaz oldum. Şimdi yeni bir blog ile karşılaşsam hemen filtrelerimi çalıştırıyorum. Sağ veya sol taraf koyduğu resimler, linkler , başlıklar bile o blogu yazan insanın ne tarz bir insan olduğunu belli ediyor. Hoşuma gideni okuyor, gitmeyeni hemen kapatıyorum.

Sözün özü: Bana sıradan maç yazılarıyla gelmeyin, bana sadece futbol yazmayın, bana daha çok takipçiniz var diye artistlik de yapmayın. Çeviri yapabilirsiniz, o da bir emektir ama hemen altında kaynağı belirtin. Kendi yazınızmış gibi gösterip insanların gözünü boyamayın. Çok güzel yazabilirsiniz -ki kafadan çok güzel yazan 10 blog sayabilirim- ama ille de medyada yer almak için ekstra bir çaba sarfetmeyin. İnanın fırsat insanın ayağına her zaman geliyor. Yeter ki yaptığınıza ve yapılanlara saygılı olun. Sağduyulu olun, empati kurun. Gereksiz reklam kokan hareketlere girmeyin. Kendinizden ve fikirlerinizden ödün vermeyin. Böylece farkılılaşıcaksınız zaten. Para kazanmışsınız, TV'ye transfer olmuşsunuz benim için çok önemli değil. Benim için önemli olan benim yazdıklarım, benim okuduklarım ve herkesin kendi olması.

Ben, eğlenmek ve öğrenmek için giriyorum bloglara. Sizinki de bundan farklı olmasın. Tekrarlıyorum, her blogu takip etmek gibi bir zorunluluğunuz yok, ister beğenirsiniz, ister beğenmezsiniz. Fakat blog yazanları da kırmayalım. Çünkü; yazı yazmak için araştıran, öğrenen, her şeyden önemlisi farkındalık duygusunu artıran insanlar var etrafta ve bunların varlığı şu anda kötünün iyisi konumunda.(yaklaşan referanduma istinaden)

Son olarak, çok iyi yazdığımı düşünmüyorum. Öyle bir iddiam da yok zaten. Ama sırf bir sertifika programlarına katıldınız diye, sırf medyadan birini tanıyorsunuz diye de başkalarından iyi yazdığınızı da zannetmeyin, gözünüzün yağını yiyim.