31 Aralık 2012 Pazartesi

Albümlerle Son 20 Yıl - Radio Eksen Top 5


Kadir Can Türkoğlu


Selamın Aleyküm, 

Son 20 yıldaki en iyi rock albümlerin; yani üretilmiş, satılmış, çalınmış, söylenmiş ve dinlenmiş çalışmaların bize en dokunanı, deli coşturanı, acayip eğlendireni bazen de fena ağlatanı olan beş tanesini kardeş sevdasıyla paylaşmak için buradayız.Müziğe daha doğrusu müzik dinlemeye Fethiye-İzmir arası bayram seyahatlerinde (360km) şefimiz (orkestrayla alakası yok), şoförümüz, biricik babamızın özgün müzik ve türkü sevdasıyla Ruhi Su, Neşet Ertaş, Musa Eroğlu, Arif Sağ, Zülfü Livaneli (Türkçe top5) ile dağların arasında kıvrımlı yollarda, inişlerde çıkışlarda başladık. O yıllarda ve günümüzde, hala daha bu halk ozanlarının şarkılarını ezbere söyleyebiliyor olmamız, uzun yolculuklarda geriye - ileriye sardırılamayan, ve bir albümü 5 tur, 10 tur attıran eski araba teypleri düşünüldüğünde, çok da abartılacak bir olay değil; ama gerçekten de bir kaseti alıp, diğerini takmanın 8 yaşında bir çocuğa çok meşakkatli geldiği yolculukların sonu bulmaz anlarıydı bizler için o zamanlar. 

Yabancı dilde müzik dinlemeye çocukluğumun katili, bütün piçliklerimin elebaşı, haylazlık ve çor ortağım sayesinde Metallica’dan One ile çoktan sağlam ve iyi bir giriş yapmıştık. Bilye ve taso işleri çoktan bitmiş, ortaokul yılları Sepultura - Roots’lar , Iron Maiden - Fear of the Dark’lar ve daha nice benzerleriyle başlamıştı bile. O dönemleri ağır reefler ile fantastik davullar ve gırtlak yırtan vokallerle geçiren bir bireyin, biraz sakinleşme, belki de ses kısma isteğiydi lise ile birlikte grunge müziğe Kurt Cobain ve bir numaralı hasmı Eddie Wedder’la  geçiş yapmak.  Buna ne kadar sakinleşmek, ne kadar ses kısmak dersiniz bilmem ama; ergenlikle birlikte İngilizceyi yeni yeni çözmüş palelerin kendini bulma, benliğini ifade etme biçimiydi grunge bizim için. Hava kararınca top oynamaktan eve suçluluk hissiyle dönüp, şebeke suyunun musluğa dayanıp,  ağızdan içildiği bir dönemdi In Utero’nun ve No Code’un hayatımıza girmesi. Serve the Servant’la ebeveyninin kavgalarına “that legendary divorce is such a bore” nidaları, Radio Friendly Unit Shifter’la “What’s wrong with me?”  ergen tripleri ve very ape’de ki “out of the ground… in to the sky… in to the sky… out of the ground…” nakaratları bizi Kurt’le tel kopartıp gitar parçalatırken,  Eddie’nin  Sometimes girişi, Who you are gelişmesi ve Smile sonucuyla bizi ağrı kesicisi kaba etinden vurulmuş rüyalara dalmış çocuklar haline getirir nitelikteydi. Bir walkmani 3-5 dostla paylaşıp, pil tüketimine doyamadığımız zamanlarla da Thom Yorke, “Ok Computer” ile girmişti kulaklarımıza, ve biz Kolomb’un tersine bir keşifle haritada Amerika’dan İngiltere’ye geçiş yapmanın farkında bile olmadan çoktan aşina olmuştuk Paranoid Android’e, Karma Police’e ve Lucky’ye; efsane Creep ile tanıştığımız sayko bakış bu adam, bu albümle daha lisedeyken bize melankolinin ön lisansını yaptırmıştı bile; ama mutluyduk -melankolik bir mutluluk hali: şarabın midedeki fermantasyonuyla kılcalların daralıp beyne oksijenin az gitmesi gibi bir durum işte. Rotringlerin akisine  köşegen kurşun kalemleri severek ve ısrarla kullanan ve o kalemleri derslerde deli gibi çevirip  bantları geri sarmaktan hiç vazgeçemeyeceğini sanan neslin, o ortası delik parlak yuvarlak ile  garip buluşmasıyla, CD’ye çoktan satmıştık kaseti. Bu o kadar sancılı ve depresif bir geçiş değildi bizim için ve ilerleyen günlerde hepimizin odasında ki sehpasının üstünü iyi kötü CD çalarlı bir teyp ya da çantasında cd-walkmanin yerini alması çok sürmemişti. O esnada Coldplay-Parahutes’leri ile Ölüdeniz’e iniş yaptı ve eş zamanlı çıkarıldığı ülke ve dahası dünya ile birlikte aynı zamanda Don’t Panic, Yellow ve Trouble’ı dinleme şansı bulmuştuk. Şanslı, şaşkın ve şebek gibi hissederken kendimizi, deli gibi cd paylaşımları, repeat ve random tuşlarına vazgeçilmez sevdamız başlamıştı. “Look up the stars look out  shine for you” diyerek parkta sarhoş olup sabahlamaların önünü alamazken, Starsailor’dan Love is here girdi hayatımıza, Poor misguided fool ve Alcoholic ile. Gecenin sonunda biz çoktan etrafımızı göremeyecek kadar aşık ve eve dönemeyecek kadar sarhoştuk o Maliye Parkın’da. 

Son 20 yıl ile sınırlandırdığımız için Nirvana-Nevermind olmak üzere daha nice sevdiğimiz gurubun bu listeye girememiş olması üzücü olsa da, 90’larda aldığımız ve bütün lise yıllarımızı geçirdiğimiz o efsane teybin şimdilerde ebeveynlerim tarafından evdeki para ve ziynet eşya saklanan çakma bir çelik kasaya dönüşmesi ve sadece hırsızlar için hedef saptırmak amacıyla gerçek çelik kasanın yanında kullanılması benim için daha üzücü. Bir aforizmayla tüm sevdiklerime müziğin hayatımızdaki yerini ve önemini belirtmeyi çok isterdim, ama bunu zaten SEZEN CUMHUR ÖNAL yıllarca yaptı ve bize hiç gerek kalmadı, kalmayacak da… Müzik hep sizinle olsun, “lek!” 

Nice 20 yıllara … 

KissMissPeace

---

Bora Türkoğlu


Hayat, “Bir Çeşit Komik Hikaye” tadında devam ediyor. Ve tıpkı o filmde olduğu gibi, “Müziği sever misiniz?” diye soranlara her seferinde “Nefes almayı sever misiniz?” cevabını verip, yanıtı kendisinde aramaya itiyoruz...

“En iyi” listesi yapmak zordur. Çünkü, belirli bir yaş diliminde sahip olduğun karakter, sana o zamanın “en iyi”si gibi gelirken, yıllar sonra değişime uğrayan hayat görüşün, geride bıraktıkların hakkında “o kadar da iyi değilmiş” dedirtir. En azından dedirtebilir. Ama şu ihtimal de her zaman vardır; eskiden iyi olanlar ve hala iyiliğini koruyanlar...

Eksen’de seçtiğim “En iyi 5 albüm” de, son söylediğim ihtimali hissetmem kaynaklı. Hepsinin bir çağrıştırdığı, ayrı ayrı anısı var. Birinci sıradaki Nirvana, henüz mevcut bir müzik zevki oturtacak yaş sınırında değilken, benden yılca büyük biraderlerimin açtığı şarkıların kulağımda bıraktığı izler sayesinde örneğin. Nirvana şarkılarının ismini dahi bilmiyorken, hepsine mırıldanarak eşlik edebilecek kapasitedeydim o zamanlar. İkinci sıradaki Radiohead yıllarımda, biraz daha akil düşünebiliyordum. Zaten daha sonra anladım ki; OK Computer, bilgisayar çağında bize sunulmuş seçeneksizliğin seçeneği imiş. Coldplay ve Muse için de kendimce sebeplerim var. İnsan dediğin her şeyi belirli bir nedenselliğe dayandırmıyor mu zaten...

Seçimlerdeki “Son 20 Yıl” filtrelemesi iyi olmamış. Pearl Jam’in Ten albümünü herhangi bir sıralamadan azade edemem mesela. Kaldı ki, tüm bu seçilen 5’li ile karşılaştırdığımda, Pink Floyd, Rolling Stones, The Doors, Dire Straits gibi grupları daha çok dinliyorum.

Subjektif bakış açılarına göre her “altın çağ”ın farklı, daha doğrusu bir önceki zaman diliminde yaşandığı vurgulanır Midnight in Paris'te. Eskiyi yüceltmek; insanın şimdiki zamanda yaşadığı sıkkınlık ve mutsuzluktan kaynaklanabilen gayet makul bir davranıştır. Bu algı, kişileri, geçmişin daha güzel olduğu yanılgısına sokuyor olabilir. Belki yanılgı bile değildir, kim bilir?  Filmdeki gibi, köşe başındaki o siyah Peugoet’ya binip, geçmişin sürrealistliğinde gezinmek herkesin, bir kez de olsa iç geçirdiği bir mevzu. Son 20 yıl değil, en azından bi 50 yıl lazım bana.

Her fırsatta müzik dinleme şansına sahip bir toplum var. O müziği dış dünyadaki yaşanan çirkinliklerden soyutlanmak için dinleyen bir başka toplum daha var. Kulaklık, gerçekten müzik dinlemek istediğimiz için mi, dolmuşta arka tarafımızda oturan çiftin sohbetin kaçmak için mi? İkisi de değil; cevap, nefes almak içindi. Ve evet, kısa süreliğine de olsa siyah peugoet fena olmazdı, bir arkadaşa bakıp çıkardık hiç olmazsa...

---

Fikret Elgün


Grunge müzik yapan gruplar arasında, enstrümantal açıdan en farklı ve en ilgi çekici bulduğum grubun en ünlü albümü. Çok fazla ‘’Black Hole Sun’’ odaklı bir albüm olarak pazarlanmış olmasına rağmen, albüm dahilindeki tüm şarkıların benim için ‘’hit’’ olarak görülebileceği; yine kendi adıma, Chris Cornell dışında hiçbir vokalistin  bu şarkıları söylemeye cesaret edemeyeceğini düşündüğüm, en etkileyici albümlerden biri.

Coldplay – Parachutes
Yıllar geçtikçe daha sakin, yabancıların deyimiyle ‘’soft’’ bir müzik zevkine geçişimdeki en temel grubun, en etkili albümü. İlk çıktıkları zaman ve onu takip eden uzun bir süre hiç hoşlanmadığım, adamakıllı dinleme özenini bile göstermediğim, bu denli soğuk olduğum grubun; hayatımda şu an işgal ettiği yere bakınca hissettiğim tek şey mutlu bir pişmanlık. Bu albümün Coldplay’in en sevdiğim albümü olmasında en büyük payı ise ‘’Sparks, Spies, WeNeverChange’’ şarkıları bölüşüyor. Yapmış oldukları diğer albümlere de büyük bir saygı ve sevgi beslesem de; her defasında, merak edip ilk dinlediğim anki etkiyi şu anda da yaratan şarkılara sahip olması sebebiyle bu albümü çok daha farklı bir yere koyuyorum.

Nirvana – Unplugged in New York
Grunge müziğin öncü grupları arasında en az fikir sahibi olduğum grup olması sebebiyle,  stüdyo kaydı olan albümleri arasından bir seçimde bulunamıyorum. Akustik bir konser kaydı olması, daha doğrusu en çok keyif aldığım ‘’canlı müzik’’ olayının albüm haline getirilmesi bu albümü seçmemde en büyük etken olsa da; hiçbir albümünü tamamen dinlemişliğim olmayan bu grubun, tüm albümlerinden şarkılarının yer aldığı bir derleme  mahiyetinde olması da bu sıraya koymamda önemli faktörlerden biri. Bu albümde en beğenerek dinlediğim şarkıları ise ‘’Lake Of Fire, PennyroyalTea, Where Did You Sleep Last Night’’ olarak sıraya koyabilirim.

Tool – Lateralus
Benim gözümde, aksak ritim ve bas gitarın daha güzel bir tını yaratma ihtimalini, kendi üretecekleri yeni eserler dışında ortadan kaldıran gruptur. İlk 5 sıralamamda diğer gruplar arasında müzikal açıdan her türlü bağ bulunurken; bu grup ve bu albüm onlardan tamamen bağımsız bir yapıya sahiptir. En sevdiğim grup olmamalarına karşın; rahatlıkla dinlediğim en yaratıcı grup diyebilirim. Aksak ritim ve bas gitardan bahsetmişken, grubun bu denli etkileyici olmasının en büyük etkeni olan ‘’Maynard James Keenan’’ ı es geçmek olmaz. Sadece müzikal açıdan yaratıcılığın ötesine geçmekle kalmayıp, şarkı sözü olarak da çok etkileyici sözler yazmıştır. Gruptan bahsederken, kullanabileceğim iki tane kelime var. ‘’Farklılık’’ ve  ‘’Yaratıcılık’’. Çünkü az önce bahsettiğim güfte ve müziğin yaratıcılığından da öte, grubun klipleri ve konser performansları da izlediğim en marjinal, en fazla kafa yorulmuş, emek verilmiş, farklılık yaratmış görüntülerdir. Listede ‘’Undertow’’albümü ve en beğendiğim albümü olan‘’Ænima’’ albümü bulunmadığı için sıralamaya sokamıyorum. ‘’Lateralus’’ albümüne, bünyesinde çok sevdiğim şarkıları barındırması sebebiyle, ilk 5 sıralamamda yer veriyorum. Bu albümde bulunan en sevdiğim şarkılar ise: ‘’Parabola, ThePatient, Schism, Lateralus, The Grudge’’

3 Aralık 2012 Pazartesi

Deklanşör

Reuters, yılın en iyi fotoğraflarını seçmiş. Toplam 95 kareden oluşan galeride, Londra 2012 ağırlıklı olmak üzere altı tane de spor resmi var. Aslında sekiz de, ben Amerikan bayrağının gözümüze sokulduğu eskrim fotosunu ve eski arabaların yarışını pas geçtim. Bu altı, Oğuz Haksever'e de açık mektup olsun... Gerisi için tık!

Londra 2012'nin en meşhur sahnesi...

Blake ve Bolt, 2000 metre finali için eleme koşuyor. Londra 2012...

Gabrielle Gaby Douglas, denge kolonunda altın madalyaya giden performansını sergiliyor. Londra 2012...

Paralimpik atlet Lukasz Mamczarz yüksek atlama sırasında... Londra 2012...

Euro 2012, Donbass Arena'daki Ukrayna - Fransa maçı...

Tiger Woods, yaşadığı olaylar sonrası Tur'a geri dönüyor... 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Hangi Tarafın Kaderi?


Dün herkesin dilindeydi; 27 Kasım, Cantona'nın Manchester'a gelişinin 20. yıl dönümüydü. Hikayenin evveliyatında bazı ilginç detaylar var, o yüzden buraya not düşeyim istedim.

Hikaye şöyle: Platini, Nimes'da top oynayan Eric'i, dönemin Leeds United teknik direktörü Howard Wilkinson'a önerir. Borç içindeki kulüp önce tereddüt eder, ama referansın Platini'den geldiği gerçeği gözönünde bulundurulunca birkaç ay sonra ödenmesi koşuluyla 500.000 sterline razı olunur. Avrupa'da alınan Rangers mağlubiyeti sonrası Wilkonson, kulübün yönetici direktörü Bill Fotherby'den Eric için başka bir takım bulmasını ister. Ödeme günü gelmiştir. Fakat problemin tamamı, asla sadece para değildir. Howard'ın bu kararında etkili olan diğer faktör, Cantona'yla iletişim kurulamamasıdır. Takımda Lee Chapman dışında akıcı bir şekilde Fransızca konuşan oyuncu yoktur.

O dönem Leeds, Manchester United futbolcusu Denis Irwin'in peşindedir. Takım direktörü Fotherby, yıllar sonra bile konuşulacak o telefon görüşmesi için Manchester Başkanı Martin Edwards'ı arar. İlk görüşme olumsuz sonuçlanır. Edwards yine de, bu isteğin Ferguson'a danışılacağını söyler ve telefonu kapatır. Fotherby umutsuzdur. Çok geçmeden Edwards geri dönüş yapar, fakat bambaşka bir konu için. Edwards, Cantona'yı kadrolarına katmak istediğini söyler. Fotherby bir süre bekler. Daha sonra, Wilkinson'ın da takımda düşünmediği Cantona'yı göndermekte tereddüt etmez. 1 milyon sterlin karşılığı anlaşma sağlanır.

Sonrası bilindik şeyler. Cantona, Old Trafford çimlerinde bir rock yıldızı mertebesine yükseldi. Beş senede dört lig şampiyonluğu yaşadı. Alex Ferguson, onun için bugüne kadar yaptığım transferler içerisinde en iyisi diyor. Yazdığı otobiyografi kitabının neredeyse 50 sayfasında onun ismi geçiyor. Yedi alt başlık direkt onun hakkında. Kimsenin şüphesi yok, Cantona, hem Ferguson'un hem de Manchester'ın şahika noktalarından biri. Bir kulübün kaderini değiştirdi. Belki de iki... Bunu bilemeyiz. Leeds'te kalsaydı aynı ikonik figür olur muydu, tartışılır. Fotherby, hala daha, gerçekleşen transferden dolayı pişman olmadığını söylüyor. Ama Allen Road tribünleri bir daha asla 1991 sezonundaki futbolu göremedi.

Fotherby dışındaki kafalarda şu soru var; Denis Irwin'i transfer etme niyetiyle yapılan telefon görüşmesi Cantona'nın Manchester'a gelişinin ateşleyicisi mi oldu? Herkes biliyor ki; Avusturya tahtının veliahtı Arşidük Fransz Ferdinand 1914'te Yugoslav milliyetçisi tarafından vurulmasa da, 1.Dünya Savaşı gerçekleşecekti...

4 Kasım 2012 Pazar

Para



Parası çok olanı, mutlu mesut yaşayan bireyler zannediyoruz. Belki de bu yüzden, hemen hemen herkes zengin olmanın hayalini kuruyor. Değerli hissedilmektense, değeri hissetmek moda oldu. Zira, para denilen şeye olan eğilim, değerli hissedilmeyi de beraberinde getiriyor günümüz toplumunda. Oysa kaliteli bir sohbet, mutlak bir arkadaşlık, iyi bir şarkı, kekremsi bir şarap yetiyor kıymet  bilene. Şarkının girişinde de bu hoşnutsuzluk dile getiriliyor. Para, ruhu her seferinde yeniyor. Yendi de. İçinde bulunulan şema buna izin veriyor, ama bir şartla; en sonunda ruhun, parayı yenmesi şartıyla...

"Hey gentlemens, gentlemens

Now the subject of this song is, uh,
something all of you have seen 
one time or another, it's an old roadhouse

ahh we're down in the south, or in the midwest,
or maybe on the way to Bakersfield

and we're, we're drivin' in a '57 chevy
to an old roadhouse, can you dig it?

You know, it's about uhh 1:30 
and we're not driving too fast,
but we're not driving too slow either

We've got a six pack of beer in the car,
a few joints, and we're just ahh listening
to the radio and driving to the old
roadhouse, through nature, dig it?

Well, I want to tell you people about
something I know . . .
Money beats soul, every time . . . C'mon"

12 Eylül 2012 Çarşamba

12 Eylül Nedir?


Sırrı Süreyya Önder anlatıyor: "12 Eylül nedir?" ile  bklvideo

Zamanında futbolarti.blogspot.com'da görmüştüm bunu. Daha sonrasında videoya teknik arızalar nedeniyle ulaşılamamıştı. Bugün, malum tarihe denk geldiğimizden ötürü tekrardan bir google yapınca rast geldim. Burada da dursun istedim, lazım olabilir zira...

Murat Menteş soruyor, "12 Eylül nedir?" diye. Sırrı Süreyya Önder de cevaplıyor...

28 Ağustos 2012 Salı

Kirlilik



Facebook'tan sıkılmıştım. Hele de, bir arkadaşımın VJ Bülent şarkısı paylaştığını görünce bu mecradan uzaklaşmam gerektiğini fark ettim (o zaman daha "abonelikten çık" seçeneği yok tabii ). Üstünden çok uzun bir süre geçmeden de hesabımı dondurdum. Bazılarıyla aynı dünyada yaşasak bile, aynı havayı solumadığımız aşikardı zira.

"Sosyal Medya" kavramının içinin hayli boş olduğunu düşünsem de, bir bağımlılık yarattığı gerçeğini gözardı edemem. Bu olgu, kişilerde hem bilgi merakı, hem de duygu dışa vurumu olarak şekillenebiliyor. Her ne şekilde olursa olsun, sizi bir şekilde içine çekmeyi başarıyor. Tıpkı şu anki Twitter manyakalığı gibi...

Her yeni oluşum, içinde yarattığı kahramanları da beraberinde getirir. Bunlar, kimine göre fenomen, kimine göre kompetan, kimine göre ulema, kimine göre bilirkişi niteliğini kazanır, kendiliğindenci çabalarıyla da olsa... Ortaya çıkan sonuç ise, sayısız takipçisi olan hesap kullanıcıları ve onların söylediklerini birer dogma olarak kabul eden takipçiler....

Tüm sosyal paylaşım sitelerinde gözlemlenebileceği gibi, Twitter'ın da kullanıcı özelinde çok büyük sorunları var. Hep eleştirilen ve pasifize edildiği düşünülen apolitik genç kesim, birer hesap adı altında kendilerini olduğudan çok daha farklı göstererek, varoluşlarını biraz daha da olsa anlamlandırma çabası içerisinde. Tüm sorunların çıkış noktası da, tam olarak burada başlıyor zaten. Ya farklı olalım, ya da farklı olanın yanında yer alalım...

İlk etapta aklıma gelenler şunlar;

1-) Hızlı tüketilen laflar

Bilinen dil, konuşma ve yazma sırasında kullanılan kelime çeşitliliği kadar geniştir. Genel olarak baktığımızda, alelade bir insanın gündelik hayatında kullandığı kelime sayısı belki de yüzü geçmez. Bunda en büyük etken, şüphesiz ki sosyal paylaşım siteleri. Birinin bulduğu ve ortaya saldığı söylem, bir anda tüm cümlelerin vazgeçilmezi haline geliyor. Aşağıdaki örneklerin, beni ve bazı diğer kişileri irite etmesini bir yana koysak bile, kullanılan ağızlarda nasıl bir çirkinlik yarattığını, karşıdaki kişide ne denli bir izlenim bıraktığını oturup düşünmemiz gerekiyor...

-sakin ol şampiyon
-kanka
-uu beybi
-apaçi
-paha biçilemez
-stayla
-sıçtın mavisi
-yine, yeni, yeniden
-... kaç puan?
-meraklsına...
-fakat ...?
-be neyin kafası?
-neyin peşindesin?
-yüklem sonuna eklenen "re" eki. örnek: yapıyore
-yüklem sonuna getirilen "mece" ve "maca". örnek: biralamaca
.
.
.

2-) Her şeyi bilen insanlar

Twitter'da, kendisinin bir konu hakkında bilgi sahibi olduğunu kitlelere kabul ettiren kişi, takipçileri tarafından destek almayagörsün. Çünkü o kişi, hiç zaman kaybetmeden herhangi başka bir konu başlığında da bilirkişi kesilebiliyor. Örneğin spor medyasında çalışan güzide emekçilerin birçoğu, belirli bir sporsever takipçisine ulaştıktan sonra rahatlıkla müzikolog, yahut gürme olabiliyor. Daha korkuncu ise, bu hakkı kendisinde görebiliyor. Mantığın almadığı kısım, bu kişilerin nasıl oluyor da bu kadar çok konuyu 24 saat içine sığdırabildikleri. Yani bu kişiler, hem sinema sektörüne, hem spora, hem yemeğe, hem de müziğe hakim olacak, arkasından da ahkam kesecek bilgiye hangi ara ulaşıp, onu özümseyebiliyor? Ya ben harbiden baya salak, bir o kadar zaman müsrifi bir insanım, ya da onların yaşadıkları dünyanın bir üyesi değilim.

3-) TT mevzusu

Her Twitter kullancısının bildiği üzere, en çok kullanılan kelimelerin oluşturduğu bir Trending Topic mevzusu var. Gün içerisinde tüm kullanıcıların kendi hür iradeleriyle yazdığı ve yorum yaptığı konular, belirli eğilimler olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye'deki Twitter kullancıları, çoğunlukla duygu kusması olarak kabul ettikleri bu alemde, kendilerini bir tarafın savunucusu olarak görmekten alıkoyamadıkları için ortaya çıkan TT'ler sözde muhalif kesim tarafından gülünç konusu oluyor. Bu kişiler, yani yazılanları gülünç bulanlar, daha sonra TT ayarlarını dünya geneline getirdikleri anda ise, benzer sonuçla karşılaşınca, tüm insanlığı zaruri olarak eleştirmeleri gerekse bile "biz aslında gerizekalıyız" diyemiyorlar. Bir karater bozukluğu olarak sanki bu dünyada yaşamıyormuşcasına suçu dışa atıyorlar. Oysa, kendilerinin de insan olduğu gerçeğini unutmasalar, gönül rahatlığıyla "insan dediğin varlık salaktır" diyebilirler. Diyememelerin bir diğer sebebi de, takipçileri tarafından ukala yaftası yemek tabii. Sonuç olarak; kişiler, eleştirdikleri mevzunun birer parçasına olmasına rağmen, kısa zaman aralıklarında dişlisi oldukları düzenin farkındalığını unutup, Türkiye TT'sine, dünya geneli TT'sine bok atmaya devam ediyor. Fakat sorun o kadar da uzaklarda değil...

Buna benzer çeşit çeşit sorunlar var. Çoğaldıkça çoğalıyor... Daha yazılır, ama yazarken sinirlendiğini fark ediyorsun. Sinirlendiği fark ettikçe hissizleşmeye başlıyorsun. Bazen hepimiz onlar gibi oluyoruz, bazen sırf onlar gibi olmamak adına farklılığın ucunu kaçırıyoruz. Can Yücel şöyle diyor: "Marx'ın da pek sevdiği Latin bir sözü anımsıyorum, Nihil humanum mihi alienum est...". Karşılığı; "insana dair ne varsa kabulüm". Ben de diyorum ki, insana değil de, insanlığa dair ne varsa kabulüm...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Bir Ankara Hatırası


Hangi ruh halinde olursam olayım, her koşulda dinleyebildiğim yegane grup The Doors'tur. Dolayısıyla, Jim Morrison abimize saygıda hiçbir zaman kusur etmem.Onunla ve şarkılarıyla ilgili çıkan haberleri dikkatle takip ederim. O sebeptendir ki, geçenlerde Karga Mecmua'yı okurken denk geldiğim bir hikayeyi "sadece ben bileyimcilik" yapmadan buraya da not düşeyim istedim. Hem eskilerin güzel insanlarına da selam etmiş oluruz.

Bilindiği üzere, Morrison'la ilgili, yönetmenliğini Oliver Stone'un yaptığı, Val Kilmer'ın reyizlik mertebesine yükseldiği bir biopik (kurgu yaşam öyküleri), 1991 yılında tüm dünyada gösterime girdi. Türkiye'de ise bu tarih tam olarak, 27 Eylül 1991 sayfasına denk geliyor. Tevatür odur ki, 36-42 K paralelleri ile 26-45 D meridyenleri içerisinde seyirciyle buluştuğu ilk yer ise, Ankara'nın medar-ı iftiharı Kavaklıdere Sineması. Birbirleriyle daha önce hiç tanışmamış olan 20-25 kişilik güzel insan kafilesi, erken saatlerde ağızları birer ikişer ıslatmak koşuluyla filmi hep beraber izlemiş. Film bitiminde koridorlarda konuşlanan bu topluluk, ellerine aldıkları biralar, şaraplar, açtıkları radyolarla bir güzel oturmuş ve tanışmış. Film üzerine kritikler yapılmış (ki malzeme boldur muhtemelen, zira bu filmin Morrison'ın hayatını epeyce çarpıtarak anlattığı savunulur). Hayat üzerine derin mevzulara dalınmış. Perdeye yansıyan "The End" yazısının üzerinden saatler geçmesine rağmen, durumun ehemmiyetinin farkına varan sinema yetkilileri, bu arkadaşlara kıyağın tillahını yaparak, bilet parası almadan bir kez daha filmi makaraya koymuş. Yetmemiş, her izleyicinin yanına küllük verilmiş. Yetmemiş, şarap ve bira konusunda bu genç kardeşlerimize katılım gösterilmiş. Buradan "eskiye özlem" başlığı altında hem filmi izlemeye giden kişilere, hem de sinema yetkilileri abilerimize sevgi ve saygılarımla... Eskiden güzelmiş be...



Not: Yazıyı dergiye döken arkadaşın ismini hatırlamıyorum. Sayı da yanımda olmadığı için özürler dileyerekten...

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Çok Yazdı

-Film bitti, "son" yazmadı. Fakat kimse devamının geleceğini düşünmüyordu. İzleyenler oturdukları yerden kalkıp, kalabalığa karıştı.

-Film bitti, "son" yazdı. Fakat herkes devamının geleceğinden emindi. Kimse kıpırdamadı. Yeni sahnenin tahminleri, zihinlerde oluşturulmaya başlanmıştı.

Bu dikotominin çatalları, farklı duyguların kişiler üzerinde tezahür etmiş karşılıkları gibi. Bir taraf isteğini dikte ederken, karşıdaki çoktan sırtını dönüp gitmiş oluyor. Fakat birileri daima faturayı ödüyor. Kaçınılmaz "son"... Kimse çıkıp da bu sefer benden olsun demiyor. Demez de... Kağıt üzerindeki meblağ yetmiyormuş gibi, bir de eski borçlar çıkıyor. Zam üstüne zam geliyor. Kaynaklar kıt. Yenilenebilir enerji tüm insanlığın umudu. O yüzden diyorum ki; "lüzumsuzsa kapat"...


10 Temmuz 2012 Salı

Schadenfreude

Ağızdan çıkanlarla hareketlere yansıyanlar uzun zamandır örtüşmüyor insanoğlunda. Sanki hepimiz bir yalanın vücut bulmuş halleriyiz. İşin kötüsü, bu minvalde düşünen bireyleri karamsar olarak nitelendirmeleri. Hayattan keyif almıyormuşuz. Mutluluk nedir, haberimiz yokmuş. Bilmiyorlar ki, bana akbil basan kızın karşılığında para kabul etmeyerek beni tebessüme soktuğunu. Ya da ertesi gün sınavımız olmasına rağmen profesörün bizi bira içmeye götürüp "her şey sınav değil" dediğinde herkesden daha umutlu ve mutlu hale geldiğimi... Maksat küçük şeylerden tat almaksa, gelsinler de bir karşılaştırma yapalım. Yok ama, yapmayalım... Bu neyin yarışı zira? Herkes kendi mutluluk tanımın peşinden koşsun. Hoş, onların mutluluğu karşısındaki insaların mutsuzluğundan yola çıkarak şekilleniyor... Birileri "schadenfreude" der gibi işittim bir an.  Son olarak; umutsuzluk, mutsuzluğun "u" halidir. "u" dönüşün yasak olduğu ayrıma gelmeden ilk soldan sapalım iyisi mi...




5 Temmuz 2012 Perşembe

Hayata Pike Çeken Adam


“Mutluluk, uzun zamandır aradığım bir hissiyat. Hayatım boyunca onu bulmak için çok yol kat ettim. Şu an mutluluğa her zaman olduğundan daha yakınım“

**

Bilardo salonlarının yerin bir kat aşağısında olması tesadüf değildir. Loş bir ışık altında çıkan sigara dumanı, çoğu zaman hayattan siyah beyaz kareleri gözler önüne serer. Tıpkı Snooker’da da olduğu gibi… Gömlek, yelek ve papyon kuşanan isteka virtüözlerinin derinlerinde, aslında badirelerle dolu bir hayat vardır. Hayata istekayla çomak sokanların varoluş sporudur Snooker.

**

İsmini dahi bilmediğiniz bir spor dalıyla ilk tanışmanız o sporu en iyi icra edenlere denk gelirse, yeni takıntınıza hoş geldin diyebilirsiniz. 2004’te elime televizyon kumandasını alıp kanalı değiştirdiğim anda, o yeşil çuhanın beni böylesine içine çekeceğini düşünmemiştim. Bir tarafta Steven Hendry, bir tarafta Ronnie O’Sullivan yazıyordu, şahit olduğum ilk Snooker karşılaşmasında. Spiker, O’Sullivan’ı o dönemin belki de en formda futbolcusu Thierry Henry’e benzettiğinde ise ifla olmaz bir Gunner olarak tarafımı seçmiştim bile. Bilmiyordum sarışın olanın bu sporun en başarılı ismi olduğunu. Farklı iki karakterin maçını izliyordum. O’Sullivan tırnaklarını yiyor, değişik jest ve mimiklerde bulunuyordu. Doğal bir yetenek gibiydi. Onu destekleyerek iyi bir seçim yaptığımı düşünüyordum. Bir sonraki maçını da takip ettim. Ondan sonrakini de, ondan sonrakini de…

**

Her sporcunun ailesinde onu destekleyen bir yakını, diğerlerine nazaran daha sıkı bir bağ kurduğu akrabası vardır. Ronnie için bu figür babasından başkası değildi. "Sex Shop" zincirleri sahibi babası, elde ettiği geliri onun amaçları doğrultusunda kullanmak yerine, binlerce dolara mal olan bir Snooker Masası’nı evine alarak değerlendirmeyi seçmişti. Küçük Ronnie, okuldan geldiğinde bu masada antrenman yapıyor, kimi zamansa babasıyla dışarı çıkıp oynuyordu. Rakipleri “School of Excellence” okullarından mezunken, o kulüplerde yetişmiş bir isimdi. Henüz 15 yaşında ilk maksimum serisine ulaşan Ronnie, 18'ine vardığında çoktan profesyonelliğe adım atmıştı bile. Onu izleyen herkes bir gün Dünya Şampiyonu olacağını tahmin ediyordu. Babası, onu daha önce 6 kez Crucible kazanan Ray Reardon'a emanet ederek bu yolu daha da kolaylaştırıyor gibiydi. Ray, ona taktik yardımdan ziyade bir arkadaşlık, Ronnie'nin babasıyla oluşturduğuna benzer bir yakınlık gösterdi. İşler tıkırındaydı, ta ki 1992 yılına kadar... Yaşantısı üzerinde en büyük etkiye sahip olan babası, bir barda, arkadaşıyla girdiği münakaşa sonucunda bıçaklayarak adam öldürmek suçundan 18 yıl hapse çarptırılmıştı. Ronnie, sağ yanağına bir tokat yemiş gibi hissediyordu. Bu büyük darbeye rağmen yılmadı, yıkılmadı. Her fırsatını bulduğunda babasını ziyarete giden Ronnie, 1993’te Birleşik Krallık Şampiyonası’nı kazandı. Fakat bu sefer de annesi, vergi kaçakçılığı suçundan bir yıl demir parmaklılar arkasında kalmaya mahkûm edilmişti. Tokatın acısı ve sıcaklığı bu sefer sol yanağındaydı. Genç Ronnie yapayalnızdı. Bir yandan küçük kız kardeşine bakıyor, bir yandan da babasının işlerini yoluna koymaya çalışıyordu. Bunlarla baş etmekte zorlanan büyük yetenek, kendini alkol ve uyuşturucudan alıkoymayı ise başaramamıştı. Depresyon tedavisi içi seanslar çoktan başlamıştı. Kariyerinde çıktığı ilk 38 maçını kazana bu adam, 1997 yılı Dünya Şampiyonası'nda ise imkansızı başarıyor, sadece 5 dakika 20 saniyede en yüksek seri olan 147'ye ulaşarak "Roket" ünvanının sahibi oluyordu. Hayatın kendisinden aldıklarını masadaki toplardan ve paketlerden çıkarıyordu adeta. Mental olarak iyileşebilmiş değildi yine de. 1998 Irish Masters'ta küçüklüğünden beri örnek aldığı isim olan Ken Doherty'yle karşılaşmış, ancak yapılan testler sonucunda kanında marihuana bulunmuştu. Yeniden ayağa kalkmanın zamanının geldiğini hissediyordu Ronnie. 2001'de Crucible'da mutlu sona ulaşarak değiştiğinin sinyallerini veriyor, en iyi olma yolunda önüne çıkan tüm engelleri aşmakta kararlı olduğunu gösteriyordu. Kendisi o yıllar yaşadığı dönüşümü şu sözlerle anlatmıştı: "Huzur... Birçok kez mutsuz oldum. 2001'de ise ruhsal bir dönüşüm yaşadım. Hayata farkı açılardan bakıp da arayış halinde olmayı bıraktım. Dümdüz gidiyorum artık. Bazen sol elle oynuyorum, bazense Budist bir merkezde bulunmak istiyorum."


Bir diş doktorunun ona verdiği "The Power of Now" kitabı hayatını değiştirmişti belki de. Ne hissettiğinin, ne yapmasını gerektiğinin daha da farkında olan birine dönüşmüştü. Canı sıkılınca maçı bırakıyor, istekasını küçük bir çocuğa veriyor, maç sırasında havlusuyla başını örterek uyukluyordu. Budizm ile Müslümanlık arasında gidip geldiği bile konuşuldu. Bir yandan Prozac kullandığını itiraf ediyor, bir yandan da emeklilik kelimesini ağzından düşürmüyordu.

**

İnsanlar sporu eğlenceli olduğu için yapmazlar. Herhangi bir atlete sorun; çoğu, sporu sevmediğini söyleyecektir, fakat onsuz da yapamayacaklarının farkındadırlar. Sevgi-Nefret ilişkisi gibi... Antrenman için, iki çift ayakkabı için, koçları için, uzun otobüs yolcukları için, davetler için yaşarlar. Onlardan nefret ettikleri gibi onları takdir etmesini de bilirler. Karşılarındakini yenilgiye uğrattıklarında ekstradan yaptıkları iki saatlik idmanın buna değeceğinden haberdardırlar. Antrenman sırasında kafalarının içlerinde söyledikleri şarkı için yaşarlar. Takımın diğer elemanlarıyla aile olmak için, mücadele için, acı için yaşarlar. Biz neysek, sporcular da budur.

**

Bipolar bozukluk, Roket’in yakasını hiçbir zaman bırakmayacak olsa da, o; tutkuyla bağlandığı spora sarılmasını her defasında başaran bir isim. Çünkü o, işi doğru yapanlardan değil; doğru işi yapanlardan. Bu yıl Dünya Şampiyonası'nda zafere ulaşarak Crucible'daki 4.kupasını kaldırdı ve bir süre dinlenmek istediğini açıkladı. Alex Higgins, Steve Davis ve daha nice efsanelerin yer aldığı bu oyunu farklı bir seviyeye taşıdı Ronnie. Damien Hirst'e göre Snooker’ın Picasso'su o. Tüm engellere rağmen hayata dimdik kafa tutuyor. Ülkemizdeki o meşhur uyarı tabelalarında yazdığı gibi tüm zorluklara istekasıyla pike çekiyor. Son sözü Roket'e göre Snooker tarihinin gördüğü en başarılı isim olan Stephen Hendry'e bırakalım: "O, en yeteneklisi. Eğer kafasını oyuna vermişse ne yaparsanız yapın yenemezsiniz. Bu oyunda Ronnie ve diğerleri vardır..."

14 Ocak 2012 Cumartesi

Ordinaryüs


İstanbul deyince aklıma
stadyum gelir.
Kanımın karıştığını duyarım, ılık ılık.
memleketimin insanlarına
Daha fazla sokulmak isterim yanlarına.
Ben de bağırırım birlikte
Avazım çıktığı kadar.
Göğsümü gere gere.
Ver Lefter'e yaz deftere.

Bedri Rahmi Eyüpoğlu, İstanbul Destanı