23 Ocak 2024 Salı

Help

Huyumdur, genelde başlığı hep sona saklarım ama bu sefer peşinen yazayım dedim: Help. Çivisi çıkmış bu dünyada mücadele eden bir vatandaşın yardım çağırısı gibi geliyor kulağa ama değil; bir mekan ismiydi Help. Fethiye'de hayat bulan, ardından yer değiştiren ve sonunda kapanan. 

Patates yetiştirmekle çadır kurmak arasında gelip giden Ölüdeniz diyarında açıldı ilk olarak. Bilirsiniz, Fethiye'nin eski adlarından biridir Meğri. Ulaşılması güç, uzak, sapa yer demektir. Bu tür yerlerin kaderi Vizontele'den hallicedir. Her şey geç gelir. Bir şeyin gelmesine gerek de yoktur kimine göre. Ama tarım toplumundan turizm toplumuna geçmek istiyorsan şayet, bir şeylerin gelmesi şarttır. Eldeki kumla deniz, tepedeki güneş yeter zannedersin, ama yetmez. Diyalog kurmaktır turizm. İnsanla anlaşmaktır. Dil konuşmaktır. Bildiğin 100 kelime yetmez kendini ifade etmene veya sahip olduğun eşsiz doğayı anlatmaya. Bilişsel dağarcığını geliştirmen gerekir. Geliştirmek için okursun, gezersin, en kötü dinlersin. Bu da bir kültür meselesidir. Sana hiçbiri uğramamışsa, bir şeylerin gelmesini beklemekten başka çaren kalmaz. Help'in sahibi Erkin Abi de dışarıdan gelenlerdendi. Büyüdüğü, gezdiği ve gördüğü yerdekileri birleştirip Help diye bir mekan açmıştı. Sandalyelerin arkasında ünlü müzisyenlerin, aktörlerin ismi yazardı. Mekanın her yerinde Aliağa gemi söküm işletmelerinde büyük gemilerden sökülen hurdaya çıkmış objeler yer alırdı. Kullanılmayan elektrik levhalarından dekore edilmiş dj kabini vardı. Şahsına münhasır, alışılmışın dışında, benzeri olmayan bir işletmeydi. Konumu güzeldi, manzarası güzeldi, yemekleri güzeldi, müziği güzeldi, tasarımı güzeldi. Erkin abinin işleri bildim bileli iyiydi. Üstünde sade ama şık şeyler olurdu. Bazen bir uzak doğu işi, bazen basket takımı ekipmanı. Mekan sahibi değil de, oranın müşterisi gibiydi. Göze batmaz, kasılmaz, erinmezdi. Elinde servis tabağı da görürdün, tekilayla puro da. Garsonluk zordur derdi. Hakkını vererek yapmak ise daha da zor. Ayağında terlik, boynunda kolyesi vardı hep. Buram buram Akdeniz kokardı. Sırıtmaz, eğreti durmazdı olduğu yere. Malzemeleri bildiği yerlerden alırdı. Tek bir yeri yoktu, neresi iyiyse oraya yönelirdi. Yemediği, beğenmediği şeyi yedirmezdi de satmazdı da. Şatafatlı, süslü tabaklar kullanmazdı. Bir şeyi saklamasına, hedef şaşırtmasına gerek yoktu çünkü. Güvenirdi verdiği ürüne de, sunduğu hizmete de. Müziği güzel seçerdi. Günün her saatine farklı çaldırırdı. Yaşı gereği 80'ler disko müziği de bilirdi, 90'lar grunge dönemini de. Tahmin ediyorum ki Ölüdeniz, onun sayesinde amatör gruplardan canlı Santana performansı dinlemiştir. Belki de yanılıyorumdur.

Şimdi diyeceksin ki, ne var bu anlattıklarında, zaten bir mekanda olması gerekenleri söylüyorsun. Olduğunu görmedik ama. Burası Meğri idi. İsmi, bu şehrin kaderiydi. Buraya bir şey geldiğinde, başka yerdeki çoktan unutmuş oluyordu. Diyeceksin ki, ne var bu anlattıklarında, ben açsam öyle bir yerde ve zamanda ben de işletirdim orayı. Görmedik ama. Ne mekanlar açıldı bu şehirde, sonra ne mekanlar battı. Onu gördük.

Şimdi kapanıyor Help. Her şey değişiyor çünkü. Müşteri değişiyor, kurallar değişiyor, kural koyucular değişiyor. Mevsimler bile değişiyor. Başarısız olduğundan kapanmıyor Help. Kötü iş yaptığından, kaliteyi bozduğundan kapanmıyor. Ömrü bu kadarmış. Cesur adamlar ve iyi şarap uzun ömürlü olmaz derler, belki de öyle bir şeydir bu kapanış. Ben bir müşteriydim sadece. Hikayesi olan adamdı Erkin Abi. Ruhu ve dili olan bir mekandı Help. Ama evet, belki de çivisi çıkmış bir dünyada bir yardım çağrısıydı son kez Help. 



31 Aralık 2022 Cumartesi

Ben En Çok Duvarlardan Utandım

Dört duvar arasında tek bir yatağın olduğu odada uzanmış, dünyayla kavga ediyordum. Düşünmek için gözlerimi kapatmama gerek bile yoktu. Duvarlar o kadar beyazdı ki, aklından ne geçiriyorsan onu veriyordu sana. Gözlerim büyük bir projeksiyon lambası gibiydi. Sanki o duvarlar gerçekti. O gün ev sahiplerini yansıttım soldaki büyük olana. Yumruk artıp duruyordum sürekli. Her seferinde aynı şiddette karşılık veriyordu. Hiç mi utanman yok ulan, diyordum. Vallahi yok, diyordu. Beyaz eşya tamircisine geçtim sonra. Bir süre sonra anladım ki, onun da utanması yoktu. Manav, galerici, maliyeciler, polis derken bir baktım utanan kimse yoktu. Sonra kendi kendime şunu sordum: Ben neden utanıyorum?

Bana hep kibar olmamı, kötülükle karşılaşsam bile çizgimden çıkmamamı nasihat ettiler. Çizgimi çekenler, nasihat edilenlerdi. Nasihat edenler, kibar insanlardı. Aynılar aynı, ayrılar ayrı taraftaydı. Ama onların idealize ettiği dünya, sokağa adamını attığında anda son buluyordu. Sokak sertti. Sokak soğuk, karanlık ve acımasızdı. Sokak kötü bir tecrübeydi ama geçirilmesi gereken bir hastalıktı. Sonuçta ekmeği bulmak ve almak için sokağa çıkmak mecburiydi. Vücudun o mikropla tanışması gerekiyordu. Tanışacaktı ki, bir daha hastalanmayacaktı. Öyle olmadı tabii. Binlerce kez hastalandı. Çünkü insan, mutasyona uğrayan en alçak mikroptu. En aşağılık, en kalıba uymayan, en ölmek bilmeyen... Bizler ise, kalaşnikoflarla donatılmış bir savaşa çakıyla giren organizmalardık. Tüm bu adaletsizliğe rağmen çakıyı her çekmeye hazırladığımızda beynimize işlenmiş nasihatler çıktı karşımıza. Tıpkı birer el freni gibi. Karşılık vereceğimiz her an durdurulduk. İçimizdeki öfkeyle sürekli olarak baş başa bırakıldık. En büyük sınavımız, daha doğrusu savaşımız buydu bizim. 

İlk başta sandım ki, susarsam geçer. Sonra anladım ki, kimse susamaz. Dünyaya ayak basmış hiçbir insan bugüne kadar sessiz kalamadı. Ne kadar efendi olursan ol. Ne kadar sessiz, ne kadar içine kapanık, ne kadar tutuk... Çünkü hayat bir antitezden ibaretmiş. Hep bir sunulan var, bir de sunulana verilen cevap. Karşılıksız kalman çoğun zaman mümkün değil. Zaten, susmak da, bir cevap verme şekli. Dil yoksa da; gözlerin, ellerin, vücudun bir şekilde anlatıyor hadiseyi. Kafandaki saç, yüzündeki sivilce, dirseklerindeki sedef, ellerindeki vitiligo çok şey söylüyor dinlemesini/görmesini bilene. Buna rağmen hep biliyordum ki, içselleştirilmiş mağlubiyet sonrası öfkem eninde sonunda geçecek ve vicdanım rahat bir şekilde yaşamaya devam edeceğim.

Nasihat çizgilerimi zaman zaman aştım tabii. Arada yalan attım, küfür ettim, osurdum, burnumdan leş gibi sümük çıkardım. Sağa sola baktım, kimse yoktu. Beyaz duvarlar ve yataktan başka. Eminim ki, o anlarda, o odada yalnızca ben vardım. Ama bu gerçeğe rağmen her seferinde duvarlara bakıp durdum. Bakıp durdum çünkü, ya birisi varsa diye hep tereddüt ettim. Ya birisi gördüyse diye. Sandım ki, kimse görmezse sorun yok. Sorun yoksa utanılacak bir şey de yok. Biliyorsunuz ki, gerçeklikte sorun yoktur; sorun gerçeğin gözükmesindedir. Fakat öyle değilmiş. Meğer nasihat edenler çizgimizi çekmemiş, içimize bir şeyler yerleştirmiş. O mekanizma her ortam ve koşulda devreye giriyormuş. Duvarlar, bir süre sonra daralmaya başlıyormuş.

İyisiyle kötüsüyle tam 35 senedir bu hayattayım. Beni var olduğum kişi yapan her şeyle hala daha temas halindeyim.  Kusurlarım oldu elbet, ama her zaman insanlığa tutunmak için gayret ettim. Çeyrek yüzyıldan fazladır bu duvarların şahitliğinde düşünüyorum. Her şey değişti, fakat duvarlar hala aynı. Yaptıklarıma en çok buradaki duvarlar şahit. Zaten ben en çok duvarlardan utandım.

17 Mayıs 2022 Salı

Kasabanın Sırrı

Fethiye Belediyespor Basketbol Takımı, 2020 yılında Türkiye Basketbol Süper Ligi'ne yükseldiğinde Fethiye'nin yakın geçmiş basketbol serüvenine dair amatör sosyolojik bir yazı yazıp (yazı için tık), naçizane bildiklerimi / hatırladıklarımı dile getirmiştim. Aynı takım, aradan geçen iki senede, bölgenin gözde spor etkinliği olan yamaç paraşütünden rol çalarak, sırtına taktığı paraşütle ivmeli bir şekilde iki lig birden düştü. Önümüzdeki sezon - şayet takım diye bir oluşum kalırsa - Türkiye Basketbol İkinci Ligi'nde mücadele edecekler. Niyetim, bu iki yıllık serüvene dair bir basketbol yazısı yazmaktı. Ama maalesef, yine, amatör sosyolojik bir bakışla antropolojiye dalmam gerekti.

Fethiye bir turizm cenneti değildir. Hiçbir zaman da olamayacaktır. Çünkü Fethiye, muhafazakarlığı üzerinden atamayan (atmak da istemeyen, hatta bununla övünen) bir kasabadır. Bu tip yerleşim yerlerinin en tipik özelliklerinden biri, modernize ve çağa uygun toplum refleksi gösterememeleridir. O yüzdendir ki, toplum olarak ahenkli bir tutum ve norm bütünlüğü sergilemeyen bu tarz sürüleri bir arada tutan tek şey menfaattir. Yani Türkiye, dolayısıyla Fethiye, bir toplum değil, menfaat birlikteliğidir. Sevgili Necmi Erdoğan bu düzeni "suç ortaklığı" olarak tanımlar ama, nihayetinde her suç bir menfaate hizmet eder. 

Benzer bir açılım, Anthony Quinn'in başrolünde oynadığı Kasaba'nın Sırrı filminde işlenir. Santa Vittoria kasabasını ayyaşı Italo Bombolini, dönemin egemen gücü olan Mussloni'ye  ve ideallerine inanmış, Mussolini'nin adını kasabanın yüksek su kulesine yazmıştır. Fakat Mussolini iktidarının devrildiği öğrendiği zaman yaptığından utanan Bombolini, kafa kıyak halde yazıyı silmek için kuleye çıkar. İşe yaramazlığın, pişmanlığın, altyapısızlığın ve alkolün etkisiyle bitap düşen Bombolini, yazıyı silemediği gibi kuleden aşağı da inemez. Tam bu noktada müstakbel damadı devreye girer. Damat, onun aşağıya inmesini cesaretlendirmek için, olaylara hayatları boyunca yalnızca seyirci kalabilmiş topluluğa "Viva Bombolini" diye bağırır. Ne olduğunu anlamayan aşağıdaki kalabalık da, hep bir ağızdan "Viva Bomboli" diye karşılık gelir. Bombolini diye inleyen kasabalıların gürültüsünü belediye binasında işiten Mussolini yanlısı Belediye Başkanı ve meclis üyeleri ise, Bombolini'yi kasabalının seçtiği yeni lider sanarak yönetimi Bombolini'ye devreder. Bir taraftan Alman orduları Kasaba'ya varmak üzeredir. Tek geçim kaynakları olan şaraplarını Alman ordusundan korumak için bütün kasaba birlik olur ve şaraplarını gizlerler. Bu sır, onları bir bütün olarak hareket ettirir. Film her ne kadar Bombolini'nin sembolik önderliğinden mutlu biten bir hikayeyi anlatıyor gibi gözükse de, esasen yerel yönetimlerin basiretsizliğini, hak edilmemiş koltukları, güçlüyken güçlünün yanında yer alan ama gücü kaybettiğinde ise kıçlarına tekme atan vasıfsız halkı, direnince kazanmış gibi gözüken oysa sadece menfaati için birlik olan kasabayı anlatır.

Fethiye kasabasında da durum Santa Vittoria'dan farklı değildir. Elini uzatsan denize değeceğin Fethiye'de bugün turizm bile layıkıyla yapılamıyorsa temelde bir sorun var demektir. Bu sorun hiç şüphesiz ki insandır ve insanların yarattığı değerler bütünüdür. Birey olamamış, olmaya niyet etmemiş, emeksiz zenginleşmiş, zenginleşince güçlenmiş, güçlenince zehirlenmiş kişiliklerin olduğu yerde yaşam kültüründen söz edilemez. Bu tip yerlerde zenginlik, kültürle veya yaşam sevgisiyle değil; maddiyat ve gösterişle ölçülür. İnşaata ve arabaya yatırım başlar. Bu metalaşmaya erişemeyen kişiler, o lüks evde oturan ve o lüks arabalara binenleri başarılı olarak addederler. Oysa bu tamamen bir yanılmasadır. Evet, parayı kazanma konusunda belki başarılılardır ama aynı başarı harcama konusunda kendini müthiş bir başarısızlığa bırakır. Sabahları kalkıp yürüyüş yapmak, akabinde duş alıp sokağa çıkarken kendi gücünce özenmektir zenginlik. Ya da kendine ayarında bir rafadan yumurta sonrası ihtişamlı bir limonata yapmaktır. Bunları yapamamak süper bir zenginlik sorunu mudur? Hayır, değildir. Sadece, yaşam sevgisi ve yaşam zevki sorunudur. Bunları yapmamak çok mu önemlidir? Hayır, değildir. Sadece, bildiğimiz kadarıyla bir kez gelip, bir kez geçtiğimiz hayatta en sade koşullar altında dahi bir şeyleri ıskalamadığımızın göstergesidir. Güzel bir şarkı dinlemek ya da bir çiçek yetiştirip onu koklamak da böyledir. Yaşam sevgisi meselesidir. Yaşam sevgisi ya vardır ya yoktur. Olmaması genel istem mekanizmasıyla alakalıdır. Çünkü bu sevgi; enerjinin, yaşam zevkinin kuşaklar boyu ortaklaşa yoğurulup bireylere nüfuz etmesiyle oluşur. Ve ne yazık ki oluşmuyor ve pekişmiyorsa, orada insanlar ne yaratıcı bir yaşama, ne sağlıklı ilişkilere ne de sportif bir aktiviteye yelken açabilirler.

İçinde bulunduğumuz tüm bu iklime rağmen arada bir bataklıkta bir gül beliriverir. Ama uzun soluklu ol(a)maz. Tıpkı basketbolda Süper Lig'e yükselen ve iki senede iki lig birden düşen basketbol takımı gibi. Çünkü kültürden yoksun insanlar, onu korumak ve çoğaltmak yerine ondan kısa süreliğine de olsa yararlanmaya çalışırlar. Ortada bir menfaat vardır ve herkes pozisyonunu alır. Suni bir birliktelik oluşur. Bir anda her yer gülistana evrilmek üzere projelendirilir ve gül en sevdikleri çiçek oluverir. Fakat botanikten anlamayan bizler, yazın sonunda kışın geleceğini unutarak o gülün kısa sürede kuruduğunu görürüz. 

Bugün burada, basketbol takımının pandemi gibi yanlış bir zamanda lige çıktığını, bu yüzden de Fethiye gibi düşük bütçeli ilçe takımlarının gişe gelirinden mahrum kalmanın yanında, taraftar desteğini alamadığını söyleyebilirdim. Ya da, iş bilmez insanların basketbola yön vermeye çalışmasından bahsedebilirdim. Görünen böyle olabilir, ama neden bu kadar yüzeysel değil. Burası Santa Vittoria kasabası. Yönetim, rüzgara göre pozisyon almış. Seçmen, hayatı bir maç izler gibi seyrediyor. Menfaatlerine dokunacak bir şey olursa her an birlik olup tekrardan dağılmak üzere hazırlar. 

Basketbol takımı düştü. Çünkü bu kasabada yaşam kültürü yok. Kültür olmadığı için yaşam sevgisi ve zevki de yok. Ve maalesef eğri cetvelden doğru çizgi çıkmıyor. Yanlış hayat doğru yaşanmıyor.

Tüm Bombolinilere selam olsun.

2 Mart 2022 Çarşamba

Bize İki Çay

10 yaşındaki çocuk da ekonomi konuşuyor, 75 yaşındaki demans hastası Ali Amca da.

Fakir, salatalık fiyatının derdine düşmüş, zenginin aklı ise benzinde. 

İngiliz de kur hesabı yapıyor, 5000 euro yastık altıyla hayatını sigortaladığını zanneden komşumuz Emine Abla da.

Kiracı da ev derdinde, ev sahibi de. Sadece birisi oturmayı, biri ise boşalttırmayı düşünüyor.

Asgari ücretli, çalıştığı işyerinin kasasından her gün kasadan 20 tl tırtıklarımın hesabında. Belediye imar memuru Mehmet ise, günlük 10 bin tl bağış makbuzu doldurtuyor.

Elektrik, gecekonduda oturan orkestracı Selim'e de fazla, villa havuz motorunun kaç kw tükettiğini hesap eden gayrimenkul zengini Ayşe'ye de.

Merak etme, anlıyorum seni. Ama sen de şunu anla: günün sonunda senin yediğin ekmekle benimkisi aynı. Tıpkı sorunlarımızın nedeninin aynı olduğu gibi. Seninki belki siyezdir ama un, undur. Ekmek ekmektir. Sorun da sorundur. Senin sorun, benimkinden büyüktür belki ama; eminim ki benimki daha hayatidir. Önemli olan nicelik ve nitelik değildir zaten. Sen olmazsan ben olmam, ben olmazsam da sen yoksun. Hatta bir hiçsin. Biliyorsun, bu bir piramit meselesi. Aşağısı çekilirse, yukarıdaki mecburen aşağı iner. Demem o ki, gün, sıcak evine girip telefonu ve kafanı uçak moduna alma devri değildir. Sırtını dönüp gideceğine, nezaketen de olsa bir sor yanındakinin halini/hatırını. Sen ağlıyorsan, bil ki, o da ağlıyor. Çünkü o da bir annenin, babanın oğlu. O da bir insan. Hatta o, hala insan. En azından öyle kalmaya çabalıyor. Peki, ne mi yapacağız? Yanındakinden başlayacaksın. Zenginleşme uğruna destek verdiklerin seni bu hale getirdi. Ben hiç destek vermememe rağmen senin yaptıklarının bedeli ödüyorum. Ona rağmen seninle görüşüyor, seninle konuşuyor, seni düşünüyor, senin için de endişeleniyorum. Tekrar söyleyeyim, bu sorunlara neden olanlara bir kez olsun destek vermedim. Ama sen verdin. Pişman olabilirsin. Ama eyleme de geçebilirsin. Yarın öbür gün pencereyi, kapıyı açamam diye korkuyorsun. Suç artar diye kaygılanıyorsun Endişelenme; sadece yardım et. Sebep olanlara karşı çık, tepki koy. Önümüz yaz, o kapı ve pencere illa ki açılacak. Buna mecbur kalacaksın.

Şimdi gel bir kez daha konuşalım istersen. Bize iki çay lütfen, biri açık olsun.



30 Ocak 2022 Pazar

Akşamdan Kalma

cumhuriyet mahallesi burası. ara ve çıkmaz bir sokak. güneş almaz, rüzgar esmez, misafir geçmez. demir’le pazar meşgalesi yapıp, geziniyorduk. fotoğrafı çektiğimi görünce, ne yazacaksın şimdi buna dedi. bilmiyorum ama, başlığı hazır dedim. önceden beridir, ilk olarak manşeti atarım. gerisi, delinmiş şeker çuvalı misali kendiliğinden akar. başlık: akşamdan kalma. iki çocuk koltuğa uzanmış. birinin elinde tablet, birinin önünde dizüstü. evdeki mevsim değişiminden haberleri yok. yazlıklar, bir sonraki sene kullanılmak üzere son kez yıkanmış. mandalların olduğu ip boş. orada hayaller, kurumaya bırakılmış. ne kadar öteberi varsa, atılmak üzere kenara koyulmuş. yayıntıya yer kalmamış evde. tahammüle kalmadığı gibi. eşyanın kaderidir, evin sıkıntılı anlarında tüm cefayı onlar çeker. ya evden dışarı atılır, ya tekme yer. duvardaki gürler yoğurt kovası üç yıllık. önce çiçek sulama amacıyla kullanıldı, sonra da saksı vazifesindeydi. şimdilerde mandal kovası olmakla yükümlü. bunların hiçbiri yaradılışına ve yeteneğine uygun değil . tıpkı koltukta uzanan çocukların geleceğinin tezahürü. çocukların umuru değil ama. bir daha hiç kış gelmeyecekmiş gibi yaşıyorlar. biliyorsunuz, kış öldürür. onlar içinse, ne olduğu, neyin olacağı önemli değil. oysa ki gerçek manasıyla cumhuriyet'in merkezinde yaşıyorlar. burada, doğu ile batı bir arada. yerel ile evrensel, eski ile yeni, rumlar ile romanlar, hayaller ile gerçekler... mozaik işte. ama hiçbiri tam değil. tüm bu görünen, esas gerçekleşenlerden ibaret değil elbet. asıl hikaye içerideki odada yatıyor. kimseyi çekecek takati yok. boş verin bu fotoğrafı. vitrin palavra; gerçek, mutfaktır her zaman. müthiş bir akşamdan kalmalık kokusu geliyor içeriden. ve başlıyor baş kahraman düşünmeye: 

akşam masadakilere adeta deklarasyon yayınlarken, sabah niye tek kelime bile duymak istemezsin?

gece tüm hesaplar sendenken, sabah niye ekonomi yapıp kuru ekmeğe talim olursun? 

her şeyi içerim getirin diyen mide, nasıl olur da sabah bir yudum suyla bulanır? 

zeytin yağının son damlasına bine ekmek banan bünye, sabah n’için ipin ucu kaçtı, az yemeli diye kendini tembihler? 

gece o kadar keyifli uzanmışken, sabah yatmak nasıl bu kadar zul gelir? 

akşam küllükte pasta olan sigaraya, sabah neden tövbeler edilir? 

akşam şarkıların gözü kor olurken, sabah nasıl kapat şu müziği, başım çatlıyor denir? 

çocuklar! kesin şu bilgisayarın sesini, getirtmeyin beni oraya. kırarım bir tarafınızı...

4 Mayıs 2021 Salı

İki Video Bir Devlet

İrfan Abi'ye (Bkz: İrfan Alış) büyük sevgi ve saygı besliyorum. Bana göre Türkiye'nin en iyi 'Indie' grubu Peyk. İrfan Abi de Peyk'in solisti. Şarkıların birçoğunda imzası var. Kendi ifadesiyle, yazdıklarının ve akabinde söylediklerinin tamamı, yaşanmışlıklar. Ticari veya popüler tabirle catchy olma derdinde değiller. Büyükanne, Köleler ve Kilitler, Göçük veya Ölümsüzler dinlediğinizde ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Devlet büyüklerimiz sağ olsun, bizi korona'dan korumak için içeri teptiği periyodun bir günü önüme İrfan Abi'nin Köleler ve Kilitler şarkısını anlattığı video düştü. Şarkının arka planını şöyle aktarıyor İrfan Abi: "Bundan altı yıl önce. Daha hiç Suriye olayları yokken. Amerika, Suriye'yi yıkmamış. Bir gün Ahmetbeyli'de bir tane tekne batıyor, küçük bir tekne. İçinde 60 tane kadın çocuk, kamarasında, kilidi kapalı olduğu için boğulup ölüyor. Ve bu kıyıya çok yakın bir olay. Normalde görüyorsun, kıyıdan bakıyorsun, berrak cam gibi suda, ölmüş insanların olduğu bir tekne var ve kapısı açılamıyor. Çünkü kaptan onların kapısını kilitleyip, bırakıp kıyıya kaçıyor. Ve tekneyi batırıyor adam. Ve benim bundan haberim yok. Evin önünde oturuyorum, bir adam geliyor. O bölgede çalışan bir bahçıvan. Adam olayın etkisinde, başlıyor içine dökmeye. Ya böyle şey mi olur, Allah'tan utanmazlar, korkmazlar falan filan. O kadar yakın, şuracıkta dedi, uzatsan ayağın değer, o kadar yakın, insanları boğmuşlar dedi. Ben orada direkt o sözü aldım. Oysa sahiller öyle yakındı, uzatsan değerdir ayağın, bir gemi batıyor cani sulara..." 

Köleler, kilitler, gemiler, denizler ve yasaklar derken oturup ilk defa görmüş gibi izlediğim bu kısa video bittiğinde, aklıma bu kez de Gemide filmi geldi. Filmin senaristlerinden Önder Çakar şöyle anlatır filmi: "'Bir memleket gibidir gemi' diye başlar film. Kaptan anlatır, bir ideolojisi vardır. Gemide metaforunu kullanarak bir ülke tarif eder. Burada nizam, düzen vs gibi şeyler bozulmamalıdır. Bunu sorumlusu da, iktidarı da benim der kaptan. Ve bütün film, kendini bu kadar, geminin bütün düzeninden, nizamından, ahlakından, felsefesinden sorumlu olduğunu sanan kaptanın aslında hiç de bir bok bilmediğine, onun altındaki insanların onun farkında olmadığı kumpaslarla başka bir düzen kurduğuna tanık oluruz. O zaman iktidar çaresiz kalır. Çünkü aslında iktidar, iktidar değildir yani. Kaptan iktidarın aslında kendinde olmadığını anladığında, kendine göre en yakın yoldaşına sorar: Nabıcaz be Kamil? 

Bazı şarkılar da, bazı filmler de olanı anlatır. Ekstra bir şey katmana gerek yoktur. Suyun dibinde oturan ama denize giremeyen insan da, uzatsam değerdi ayağım diyor. Denizin ortasında, umuda yolculuk yapan da. Devlet aynı devlet. Kuralı koyuyor. Ne kıyıdakinin, ne denizdekinin birbirinden farkı yok artık. Kaptan var, düzenin başında. İnsanlar var, kilidin ardında. Kimse bir şey yapamıyor. Ve İrfan Abi'nin dediği gibi, kaptanlar korkar isyandan, fırtınalardan bile daha fazla. Bir gemi batıyor, cani sulara... Ah Kamil Ah. 

 Videolar için: 
 Köleler ve Kilitler: https://youtu.be/HIISbLy5dlw 
 Gemide:https://youtu.be/ca9zspcTnWk

14 Ekim 2020 Çarşamba

Amatör Sosyolojik Bir Bakış: Fethiye'de Basketbol

Lokman Hekim Fethiye Belediyespor Basketbol Takımı,  2020-2021 sezonunda, Türkiye basketbolunun en üst liginde mücadele etmeye hak kazandı. Bu cümle şimdilik  tek başına burada dursun. Çünkü bu yazı aslında basketbolla alakalı.

Bir Fethiye hastalığıdır: Emeksiz zenginleşmenin olduğu yerde, kişiler, karşıdakine kendini ispat etme çabasında olduğu için sürekli olarak 'ben' derler. Ben yaptım, ben şöyleyim, ben bilirim, ben birinciyim, ben iyisinden anlarım... Niyet, kendini değerli hissetme ve hissettirme çabasıdır. Bazen, aşırıya kaçarak kendilerini 'başarılı deliler' olarak nitelendirirler. Çünkü, elde ettiklerini, kimsenin cesaret edemediği hamleleri yaparak kazandığını ve türünün tek örneği olduğuna inanmışlardır. Bazen ise, delilik bir çamur atma aracıdır. Kendi taifesinden olmayana "deli ya bu, uzak dur" diyerek şahsına övgü için kullandığı deliliği bir anda yergi yapabilirler. Haksızlık etmeyeyim, sadece Fethiye'de değil, dünyanın birçok yerinde de böyledir belki ama, bu psikoz halinin Fethiye'de yoğun bir şekilde hissedildiği kesin.

Aziz Yıldırım'ın Vefa Küçük'le başkanlık yarışına girdiği ve yalnızca 1 (bir) oy farkla kazandığı 1998 senesinde, tüm üyeler verdiği oyun peşine düşmüş ve kendileri sayesinde  Aziz Yıldırım'ın  başkanlığı kazandığını dile getirmişti. Aradan 22 sene geçti, değişen hiçbir şey olmadı. Etraf hala, ben olmasam Aziz Yıldırım kazanamazdı diyenlerle dolu. Teknik olarak yanlış bir ifade değil elbette ama, diğer oy verenler olmadan da, verdiği oyun değersiz olduğunu kimse anlamak istemiyor. Çünkü herkes, Fenerbahçe tarihini değiştiren o bir oyun tek kahramanı olma derdinde. Teşbihte hata olmaz ya, Basketbol Süper Ligi'nde mücadele etmeye hak kazanan Lokman Hekim Fethiye Belediyespor Basketbol Takımı da, her nasılsa, bir anda birden çok kurucuya ve emektara sahip oldu. Kimse sorsan, kulübü ben kurdum diyor. Karşılık olarak da, "ne sallıyorsun kardeşim, al bu kanıtı" diyemiyorsunuz. Zira elde avuçta özenle hazırlanmış hiçbir yazılı doküman yok. Olan birkaç fotoğraf, birkaç gazete kupürü ve anılar dışında...

Bir arkadaşım demişti: Bireylerin kişiliklerinin kuvvetli olmadığı korkak cemaat/sürü toplumlarının özelliklerinden biri, riyadır. Bu topluma mensup kişilerde mutluluk, yalnızca karşındaki(ler) mutsuzsa değerlidir. Eldekinin değeri, karşıdakinin ona sahip olamadığı ölçüde ve hallerde anlamlıdır. Dolayısıyla ne zaman bir spor kulübü başarılı olsa sahibi tektir. Başarısızlıkta ise herkes suçludur.  Ekonomi, eğitim ve ego problemi olan suç birlikteliği toplumlarının (insanları birbirine yakınlaştıran, yapılan iyilikler ve yardımlar değil, bir suça ortak olma ve sır paylaşma eylemidir)  asla aşamayacağı bu gerçekliğin gölgesinde Fethiye'deki kısa basketbol tarihini, şahit olduğum, duyduğum ve toparlamayı becerebildiğim ölçüde anlatacağım.  Bana anlatılanlar ve benim hatırladıklarım dolayısıyla kısmen yanlış ve/veya eksik noktalar olabilir. Fakat nasılsa fark etmeyecek ve yazdığımın birçoğuna karşı çıkılacaktır. Birilerini yeteri kadar övmediğim, birilerinden bahsetmediğim için her okuyan kendi kafasında olanı, gerçekten olduğundan daha güçlü şekilde kendine ve taifesine inandırmaya çalışacaktır. Ve biliyoruz ki, insanın en büyük hüneri kendini kandırabilme yeteneğidir.

Okul bahçesi yılları

Amerika'nın sokak basketbol mabedi Rucker Park ise; Fethiye'nin mabedi de, ilçe merkezindeki orta okulun bahçesidir. Onlarca kişi toplanıp orada basket oynar, bir o kadarı izler, etraftan geçen yerli ve yabancı turistler bile oynanan oyunu seyrederdi. Fethiyeli gençlerin yalanı nerede öğrendiğini bilmiyorum ama, basketbol sevgisini o okulun bahçesinde öğrendiğine eminim. Şu an bile devam eden tanışıklıkların çoğunun müsebbibi, zamanında oynanan o basketbol maçlarıdır. Kısacası, o okulun sahasında, kendiliğinden oluşan bir birliktelik vardı. Hal böyleyken bile Fethiye'de basketbola var olan kısa geçmişi boyunca hiçbir önem verilmedi. Tüm Türkiye genelinde olduğu gibi, Muğla'nın en büyük ilçesi olan Fethiye'de de futbol, her zaman başat spor müsabakası olarak değer gördü.

Tüm bu destek eksikliğine rağmen ilk basketbol takımı denemesi, Fethiyeli gençlerden oluşan, 1980'li yılların sonunda kurulan ve Boyacı Mehmet mahlasına sahip, spora ve sporcuya önem verdiği anlatılagelen  bir kişinin çabaları ile Fethiye Doğan Spor çatısı altında olmuş. Hiçbir kişi ve kuruluş tarafından desteklenmeyen bu sporsever abinin ve takımın serüveni pek tabii ki uzun soluklu olamamış. Fakat Fethiye Doğan Spor, kısa bir süre sonra kapanmak zorunda kalsa da, en azından o zamanki gençlere basketbol aşkını aşılamış bir girişim olarak mazideki yerini almış.

Fethiyespor ve Belediyespor

Daha sonraki yıllarda basketbol sadece ortaokul ve lise düzeyinde kalmış, okullarda eğitim gören gençlere yalnızca okullar arası düzenlenen resmi müsabakalarda oynama şansı verilmişti. Ta ki 1999 senesine kadar. Fethiyespor'un o zamanki yöneticilerinden İsmail Öztürk'ün ikna edilmesi ile Mete Ay, Ufuk Çaçaron ve Çetin Hakan Kaya adlı kişiler, oluşturulması planlanan Fethiyespor Basketbol Takımı'nın temellerini atmış ve takımı kısa bir süre içerisinde faaliyete geçirmişlerdi. Bu takım genç kız ve genç erkek seviyelerinde Muğla'da boy gösterdi. Hiçbir geçmişi ve tecrübesi olmayan, neredeyse toplama sayılabilecek takım, Muğla'da keyifli mücadeleler vermiş, Fethiyeli sporseverlerin büyük sempatisini kazanmıştı.  Fakat bu zaman zarfında işler pek de planlandığı gibi sonuçlanmamış, Fethiyespor'daki yönetim değişikliği yüzünden takımın temellerini atan ve hiçbir maddi beklentisi olmayan bu üç arkadaşın görevleri son bulmuştu. Gelişen olaylara istinaden ne yazık ki Fethiyespor Basketbol Şubesi uzun soluklu olmamış, branş, bir sene sonra da kulüp tarafından kapatılmıştı.

2000-2001 sezonunda, o zamanki Fethiye Belediye Başkanı Behçet Saatçi tarafından destek verilmesinin akabinde Çetin Hakan Kaya önderliğinde, Belediye çalışanı Sefai Güner'in de destekleriyle Fethiye'deki en ciddi ve en uzun soluklu takımın kurulum süreci başladı. Çetin Hakan Kaya, 2000'den 2008'e kadar, kurduğun basket takımında tek yetkili olarak görev yaptı. Takım, ilk senesinden itibaren üstüne koyarak kız ve erkek gruplarında Muğla birincisi oldu ve Ege Bölgesi Finalleri'ne katıldı. İlk sene Muğla'da yapılan maçlarda çok başarılı olunamasa da, birtakım basketbolseverin salona gelmesi ve daha fazla kişinin basketbol oynamaya başlaması amaçları gerçekleşmiş oldu. Takım ayrıca, burada yetişen gençlerin daha üst gruplarda oynaması hedefi doğrultusunda Mahalli Lig'de de mücadele etti. Tüm bu çalışmaların neticesinde 2003 yılında Muğla İl Müsabakaları'nda yıldız erkek takımı Muğla ikincisi, genç erkek takımı da Muğla birincisi olarak Ege Bölgesi Finalleri'ne katıldı. Finallerde büyük bütçeli takımlardan Manisa Vestel'e kaybederek Ege Bölgesi ikincisi olundu.

Bölgesel Lig takımı

Takip eden 2005 sezonunda Fethiyeli gençlerin yaşlarının ve yeteneklerinin belli ve yeterli seviyeye ulaşmasıyla birlikte takım,  sadece yol masrafları ve konaklamaların Fethiye Belediyesi tarafından karşılandığı kısıtlı bütçe ile Bölgesel Lig'e (yanılmıyorsam güç dengesi olarak şimdiki TB2L'e tekabül ediyor) katılım gerçekleştirdi. Bu ligde üç sezon mücadele eden takım, biraz da şanssızlığının kurbanı olarak, güçlü gruplardan birine düşerek bir üst ligi (şimdiki karşılığı ile TBL'i) kıl payı kaçırdı ve mücadele ettiği her sezonu grup üçüncüsü olarak tamamladı. Antalya Büyükşehir Belediyesi, Antalya Kepez Belediyesi, Uşak Sportif , Konya Selçuk, Anadolu Üniversitesi, Manisa Vestel, Denizli Pamukkale Üniversitesi, Osman Gazi Üniversitesi ve dahası rekabete girilen takımlardan sadece birkaçıdır. Çetin Hakan Kaya'nın, 2008 yılında şehir değişikliği yapmak zorunda olması sebebiyle yerine, önerdiği isim olan Serdar Sönmez getirildi.

2008'den 2015'e kadar olan süreçte ilçede daha çok alt yaş grup müsabakaları ve spor okulları vasıtası ile basketbol oynandı. Tam olarak hatırlamamakla birlikte, alt yaş gruplarında Muğla özelinde mücadele edildiği, özellikle 2011 ve 2012 senelerinde yıldız takımın Muğla'da başarılı sonuçlara imza attığı, o takım oyuncularının bazılarının daha sonra genç takım ve A Takım seviyesinde süre aldığı biliniyor. Bu süre zarfının en kayda değer başarıları 2015 sesinde Fethiye Belediyespor yıldız takımının Uşak'ı geçerek Ege Bölge Finalleri'ne kalması ve hemen ardından 2016 senesinde yine yıldız takımın Türkiye Finalleri'ne katılmasıdır. 2015 senesinde takımın başında az sonra adına değineceğim Ahmet Fevzi Özlen, 2016'daki takımın başında da şuan Süper Lig takımının yardımcı antrenörlüğünü yapan Burak Aydınalp vardı.

2015 senesinde Basketbol altyapı faaliyetlerini sürdüren Fethiye Gençlik ve Spor Kulübü Derneği, Fethiye Gençlik adı altında Erkekler Basketbol Bölgesel Ligi’ne katılma kararı aldı. Muğla'nın en büyük özel hastanesi ve işletmesi sayılabilecek Lokman Hekim Esnaf Hastanesi desteği ile kurulan takım, uzun bir aranın ardından Fethiye'de basketbol A Takımı faaliyetlerini yeniden başlatmış oldu.

Kırılma senesi

2016 senesi Fethiye'de basketbolun yeniden hayat bulduğu yıldır. Fethiye Belediyespor Kulübü bünyesinden uzun bir aranın ardından Basketbol A Takımı kuruldu. Diğer tarafta ise, bir önceki sezonda da bölgesel ligde mücadele eden Lokman Hekim Esnaf Hastanesi önderliğindeki Fethiye Basket takımı vardı. 2016-2017 sezonunda iki takımın da bütçesi ve oyuncu kadrosu, o sezonki takımlara kıyasla ortalama üstüydü. Aralarındaki rekabet de, iki takımı daha iyi olmaya itti. Fethiye Basket'in antrenörü (bir dönem) şu an Lokman Hekim Fethiye Belediyespor Basketbol Takımı'nın antrenörü olan Alkım Ay'dı.  Fethiye Belediyespor Basketbol Takımı'nın başında ise Ahmet Fevzi Özlen vardı. Ahmet Fevzi Özlen, Süper Lig'de mücadele eden takımının alt yapılar dahil tüm A Takım serüveninde oyuncu olarak yer almış, daha sonra da yine alt yapı takımları dahil olmak üzere alt yaş grupları, bölgesel lig ve TB2L'de mücadele takımın baş antrenörlüğünü yapmış birisidir.

O yıl, 73 takımla start alan 2016-17 Erkekler Bölgesel Basketbol Ligi sezonunun neticesinde, bir üst lige çıkacak takımları belirleyen Alanya'daki Final Grubu karşılaşmalarını Fethiye Belediyespor dördüncü olarak tamamladı; İ.T.Ü ve Edirne Belediyesi Edirnespor, bir üst lig, yani TB2L'de mücadeleye etmeye hak kazandı. Fakat, Türkiye Basketbol Federasyonu'ndan gelen davet üzerine Fethiye Belediyespor da maddi yeterliliklerini tamamladı ve bir sonraki sezonda TB2L'de yer aldı.
2017-2018 sezonu öncesi takımın başına Darüşşafaka Gelişim takımında yardımcı antrenörlük yapan Kemal Akif Bursalı getirildi. Takım o sezon idari ve sportif anlamda istikrarı sağlamayınca hem antrenör hem de yönetimde bazında değişiklikler oldu. Antrenörlük koltuğuna önce Sait Çalışır, ardından da Mete Babaoğlu geçti. Şube Sorumlusu Çetin Hakan Kaya görevinden ayrıldı. Takım, normal sezonu B Grubu'nda ikinci olarak tamamladı ve play-off eşleşmesinde Merkezefendi Denizli Belediyesi'ni geçerek Final Grubu'ndan yer almaya hak kazandı. Bu grubu 7 galibiyet, 7 mağlubiyet ile tamamlayan takım, üst lige çıkma hayalini ertelemiş oldu.

Bir sonraki sezon Lokman Hekim Esnaf Hastanesi takımın ana ve isim sponsoru oldu. Arkasına aldığı bu büyük destekle daha iddialı bir şekilde 2018-2019 sezonuna giren takım, ilk yarı bitimine bir hafta kala Mete Babaoğlu yerine Engin Gençoğlu'nu koç olarak takım başına getirdi. Yaptığı pahalı transferlerle bir anda ligin söz sahibi iki takımından biri haline gelen Lokman Hekim Fethiye Belediyespor, uzun maraton sonunda finalde Merkezefendi Belediyesi ile karşılaşarak (finalin kazananı Denizli ekibi oldu), rakibiyle birlikte el ele Türkiye Basketbol Ligi'ne (TBL) yükselmiş oldu. 

Korona sezonu

Tarihinde ilk kez TBL'de mücadele edecek olmanın heyecanını yaşayan ilçede, salonlar 2016 yılından sonra ilk kez dolmaya başladı ve basketbol daha fazla kişi tarafından izlenir hale geldi. Bu seviyede daha önce hiç yer almamış takımın TBL'de ne yapacağı merak konusuydu. Hastane ve Belediye dışında başka bir destekçi yoktu. Ki Kulüp de, alabildiği destek doğrultusunda mütevazı bir takım kurup, ligi orta sıralarda bitirmeyi hedefliyordu. Kulüp Başkanı Selamettin Yılmaz, Şube Sorumlusu takımın eski basketbolcusu Taner Aydın, antrenör de daha önce Fethiye Basket'i çalıştıran Alkım Ay'dı. İşler, iyi anlamda, pek hesaplandığı gibi gitmedi. Oyuncuların uyumu ve performans anlamında beklenenden iyi mücadele ortaya koyması sonuçlara yansıdı. Başarılı sonuçlarla birlikte hem oyuncular, hem taraftarlar hem de yönetim daha da fazla takımın üstüne düşmeye başladı. Takım, 2019-2020 TBL sezonunda, bütçe olarak çok daha iyi imkanlara sahip Aliağa Petkim ve Merkezefendi Belediyesi'nin üzerinde uzun süre liderlik koltuğunda kaldı. Ligin ikinci yarısıyla birlikte Aliağa Petkim ve Merkezefendi Belediyesi vites artırdı. Yine de, sezon başı elde ettiği avantajı iyi kullanan Lokman Hekim Fethiye Belediyespor ligin 24. haftasına kadar liderlik koltuğundaydı. O hafta kendi evinde Merkezefendi Belediyesi'ni ağırlayan ve sahadan yenik ayrılan takım, puan sıralamasında averaj hesabı dolasıyla aynı puana sahip Aliağa Petkim'in gerisine düştü. Sonrası ise pandemi...  Ligler bir daha oynanmadı.  Federasyon kararı ile ligden düşme ve lige yükselme olmayacağı açıklandı. Fakat Süper Lig'deki Bakırköy Basket'in kulüp mali denetim ve lisans talimatını yerine getirememesi dolayısıyla, onlardan boşalan Süper Lig koltuğuna, yeterliliklerini tamamlayan TBL lideri Aliağa Petkim alındı.

Ligler bir hafta önce iptal edilse, Lokman Hekim Fethiye Belediyespor belki de TBL birincisi olarak direkt Basketbol Süper Ligi'ne yükselecekti. Sezon başı olmayan, fakat haftalar ilerledikçe ortaya çıkan üst lig hayali suya düşmüştü. Sonrasında takım, 2020-2021 sezonu için TBL kadrosunu kurmaya başladı. Bütçe, transferler gibi tüm organizasyon TBL'ye göre yapıldı. Lakin bu kez de, Banvit'in kapanması ve Süper Lig haklarının boşa çıkmasıyla bir kez daha TBL'den bir takımın üst lige alınması gündeme geldi. Sıralamadan bağımsız, başta maddi olmak üzere tüm yeterlilikleri yerine getiren bir takım daha gelecek sezon Süper Lig'de yer alacaktı ve en güçlü aday olarak Merkezefendi Belediyesi gözüküyordu. Bu müphem süreç tüm Türkiye'de çok konuşuldu. Sonunda ise, 2018 sezonundan bu yana takımın sponsoru ve destekçisi olan Lokman Hekim Esnaf Hastanesi ile Fethiye Belediyesi'nin gayreti ile üst lig kriterlerini yerine getiren Lokman Hekim Fethiye Belediyespor, Süper Lig'in başlamasına bir hafta kala Türkiye basketbolunun en üst seviyesine yükselmiş oldu. Hikayenin gerisini ise, zaten herkes biliyor.

Bitirirken...

Okul bahçesinden Basketbol Süper Lig'e gelinen noktada bana göre dört önemli başlık var.

1- Mete Ay, Ufuk Çaçaron ve Çetin Hakan Kaya üçlüsüne kadar kimse ciddi manada bir takım kurma niyetine girmemiş. İyi ya da kötü, ateşi onlar yakmış. Tamam, odunlar hazır, toplanmış bekliyordu belki ama, ilk adım her zaman önemlidir.

2- Çetin Hakan Kaya olmasa Fethiye Belediyespor kurulur muydu veya bu kadar uzun soluklu olur muydu, sanmıyorum açıkçası. Fanatik Basket ve FastBreak dışında herhangi bir neşriyatı olmayan, TRT ve VHS kasetler dışında Türkiye sınırlarını aşan basketbol maçı izlememiş, Vizontele'den hallice denilebilecek Fethiye'de başka kim bilabedel bu işle uğraşırdı ve sahiplenirdi, kestiremiyorum. Kısa bir süre de olsa kendim de yıldız takımında yer aldığım için rahatlıkla söyleyebilirim ki, o dönemki yıldız ve genç takım oyuncularının sosyalleşmesi ve özgüven kazanmasında basketbolun çok büyük bir payı var. Bir sürü insan, aslında işe yarayabileceğini ve insanlar önünde utanıp sıkılmadan birey olabileceğini o yıllarda fark etti.

3- Fethiye Belediyesi'nin de hakkını teslim etmek gerek. Spor imkanı yaratmak zaten belediyelerin görevidir tabii de, buna rağmen bu işi sahiplenmeyen, üstüne düşmeyen tonla yerel yönetim var. O yüzden kulübü kuran, sahiplenen ve diğer branşlarda da ilçeye çeşitlilik katan Fethiye Belediyesi'nin rolü de yadsınamaz.

4- 2016 senesi ve Lokman Hekim Esnaf Hastanesi... İki ayrı bölgesel lig takımı, iki ayrı bütçe, o sene için talihsizlik olarak algılanıyordu; fakat rekabet, basketbolun daha fazla ilgi ve yatırım almasını sağladı.  2015'te kurulan Fethiye Gençlik ve devamında Fethiye Basket, uzun bir süre tekrardan A Takım kuran Fethiye Belediyespor, basketbolun her zamankinden çok daha fazla konuşulmasını sağladı. Eski oyuncu, antrenör ve yöneticilerin gayreti ile takım bir anda TBL'ye yükseldi. Dolayısıyla o iki takımın da o seneki mücadelesi bana göre kritik bir dönemeç oldu. Diğer önemli bir konu ise destekçi, sponsor veya adına her ne derseniz... Üst seviyelerde, her yıl daha da küçülen takım bütçelerinde sponsor ve destekçi bulmak artık çok zor. Tüm Avrupa gibi Türkiye de her geçen gün ekonomik ve sportif anlamda güç kaybediyor. Sosyal medyada hamaset yapan kişiler, mevzubahis reklam, sponsorluk, destek kelimelerine geldiğinde karabatak oluyor. Dolayısıyla, Lokman Hekim Esnaf Hastanesi'nin (aslında sorumlu yöneticisinin, adını yazmıyorum zira istemezdi diye tahmin ediyorum) Fethiye Belediyespor'a desteği hayli önemli. Sponsorsuz hiçbir amatör branş takımı ayakta duramaz.

Önceleri, Fethiye'de basketbolun önemli bir sosyal proje olduğuna ve olabileceğine inanıyordum. Bu ilçede saha içinden, dışından, ekonomiden, yönetimden, sporcudan anlayan insanlar var aslında. Ama sorun şu ki, tüm o insanları bir araya getirmek imkansız. Şans bu ya, tam bunları yazarken, arkada 'El pueblo unido, jamás será vencido' şarkısı çaldı.

Son olarak, hazır konuyu İspanyolcaya çevirmişken basketbolun okul bahçesi yıllarında fenomen karakterler olan bir iki isime ve ilçedeki, çoğunluğunun ailesi çalgıcı olan Roman arkadaşlarımıza selam çakayım. Bir Cadiz olmasa da Fethiye'nin mozaiği açısından spora büyük sevda besleyen Gerson lakaplı abimiz ve iki adet Jordan Nuri isimli arkadaşımıza from Fethiye with love... O bahçe herkesle güzeldi.

Umarım, bundan öncesine dair naçizane bir özet sunabilmişimdir.

Selametle...

30 Haziran 2018 Cumartesi

İşviçre'de Hayat Bayram Olmadı Ya Da Her Nefes Alışımız Bayramdı

Klasik temadaki gezi yazılarını hiç sevmem. Bir şeyi sevmemek için, maalesef ki sevilmeyen o şeyi uzunca bir süre deneyimlemek gerekiyor. Bu duygumun sebebi açık: her uçak ve otobüs yolculuğunda okuduğum vasatı aşmayan o gezi yazıları. Yazarlara bakmasam, Türkiye'deki tüm gezi yazılarının neredeyse tek elden yazıldığına inanacağım. Hepsinde aynı romantik dil, hepsinde aynı betimlemeler ve hepsinde aynı öneriler. Bu kalıplaşmanın Türkiye'ye özgü bir şey olduğunu düşünüyorum. Vasatı sıradanlaştırmak ve bunun dışında herhangi bir şeyi kabul etmemek üzerine kurulu içinde bulunduğumuz her disiplin. Oysa o dergideki yazarların birçoğunun farklı bir üslupla, çok güzel yazılar çıkartacağına eminim. Ama dergi editörlerinin ve yayın yönetmenlerinin "bunları kimse okumaz, okuyucu bu tarzı istemiyor diyerek" farklı bir türü kabul etmeyeceklerini de biliyorlar. Dolayısıyla, tüm o yazarlar, istemeden olsa müthiş bir ağız birliği yapmışcasına "yeryüzündeki cennet", "eşsiz doğa", "rüzgarın esintisine kendinizi kaptırın" kalıplarından öteye gitmiyor.

Geçtiğimiz günlerde Vedat Milör 'Dibe Vurma Yarışı' başlıklı bir yazı paylaştı. Türk restoranlarının her kötü işi 'müşteri böyle istiyor abi' rasyonelliği ile yutulabilir hale getirdiğinden bahsetti. Zira böylece patronların ucuza kaçabildiğini, kalitesinden ödün vermeyen %5'lik dilimdeki işin ehli restoranları da enayi gibi hissettirdiğini yazdı. Durum gerçekten de tam olarak böyle. Aralarında vasatlık kontratı yapan restoranlar, 'müşteri böyle istiyor' diyerek o müşteriye ikinci bir seçenek sunmuyor. Kaliteye yönelmiyor. Çünkü kalite pahalı. Ve çünkü müşteri gelmeye devam ediyor. Demek ki memnun. Biz de yolumuzdan şaşmayalım. Oysa sundukları her şey tamamen sıradan, niteliksiz ve tekdüze. Bu vahim çıkarım, elbette ki sadece restoranlar özelinde geçerli değil. Vedat Milor'un yazısından restoran kelimelerini çıkartıp o boşluklara herhangi farklı bir sektör eklesek, durum pek de farklılık göstermeyecek. Türkiye'deki hemen hemen her sektör, aynı vasatlık seviyesinde hayatına devam ediyor. Buna medya da dahil. Dolayısıyla, gezi yazıları da... 

Gezi yazısı okuma ilgime bağlı olarak oluşan negatif algı, bugüne kadar gördüğüm herhangi bir yer konusunda iki kelam etmeme engel oldu. Muhtemelen, söyleyeceklerimin o vasatlık düzeyinde sıkışmasından çekindim. Bu yüzden de, birçok kez niyetlenmeme rağmen, gördüğüm veya gezdiğim yerle ilgili yazıyı hiçbir zaman yazmadım. Ta ki İsviçre'ye kadar. Cenevre'den başlayan, Leman Gölü'nü çevreleyen ve Cenevre'de biten tur, beni olduğundan fazla düşündürdü. Leman Gölü olarak adlandırılan su birikintisinin etrafında bisikletle seyretmek, bugüne kadar katettiğim yolları kafamda sıralama yarışına soktu. Hal böyle olunca da, söz konusu seyri, unutmamak için buraya not etmek istedim.

Pek tabii ki, kalkıp da 'görmüş olduğunuz şato, Kral Albert'in av macerası için yaptırdığı sofistike mimarı kalıntıların restorasyonu' bilmişliği yapmayacağım. Tarihle ilgili her şey, internette yazıyor. Zaten o binaların hangi dine hizmet ettiği ve ne amaçla kullanıldığı çok ilgimi çekmiyor. Benim için önemli olan, o yapıya baktığımda beni düşünmeye sevk etmesi. Bir süreliğine alıp, farklı bir yere götürmesi. Ve genelde, yapılış aşamasını, o inşa sürecindeki insanların çalışma tarzını, insanların ellerindeki alet edevatı falan hayal ediyorum. Az sonra göreceğiniz fotoğraflara gelince; fotoğraflar yamuk veya bulanık olabilir. Zira neredeyse tamamı bisiklet üstünde seyrederken çekildi. Bana göre bir fotoğraftaki temel amaç, o bölgenin nasıl bir yer olduğu ile alakalı tahayyüller yaratmasıdır. Ayrıca, şu özlü sözümü de paylaşmak isterim ki, hiçbir makina, gözün gördüğünü çekmeye yetmez. Çünkü İsviçre gerçekten de, fotoğraftaki görüntülerinden güzel bir yermiş.



Google'dan araklanan bu harita gölün sınırlarını ve etrafındaki şehirleri net bir şekilde gösteriyor. Ben, daha doğrusu biz - Selen ve Gökalp - tura Cenevre'den başlayıp, gölü saat yönü şeklinde turladık. Böylesi, eğim konusunda aksi yönden daha kolaymış. Ayrıca, 3 numara ile işaretli Villeneuve'de konaklayacak olmamız sebebiyle de, ilk gün, km olarak ikinci güne nazaran daha fazla yol kat edelim istedik.

Cenevre'den çıkıp Nyon'a doğru yol aldığınız anda solunuza yeşilliği ve bağları alıyorsunuz. Sağ tarafınız ise, yer yer yeşillik, yer yer ev, evlerin bittiği yerde de göl. Zaman zaman, İşviçre'yi mesken bellemiş FIBA, UEFA gibi uluslararası  organizasyonları görüyorsunuz. Ve diyorsunuz ki, ulan kurmuşsunuz düzeni, okey dışarı bekliyorsunuz.

Uzun ince bir yoldayız, gidiyoruz gündüz; gece uyku... 
Bakarsan bağ olur şarap yaparsın, bakmazsan kurutulmuş üzüm. Sonra da ihracattan para kazanacağım diye beklersin. 
Karşıki dağlar jandarma değil, Alpler. Çizgi filmden bilirsiniz. Heidi, haydiiii... 
Üç fotoğrafta, önümü sağımı ve solumu özetledim. Bisiklet yolu gerçekten büyük ferahlık. Bazen ana yola girmek zorunda kalıyorsunuz ama medeniyet öyle bir hal almış ki, insanlar arabayla seni ürkütmemek için gerekirse dakikalarca arkanda bekliyor ve sollamıyor. Bir kez olsun kornaya maruz kalmadık. Bizdekiler utanmasa vuvuzela öttürecek çekilelim diye. Nyon'a vardığımızda mola verdik. Ahali su kenarında çime yayılmış, çalışma saati olması gereken zaman diliminde Fedon ve Eda Taşpınar ile yarışıyordu. Bunlara şahit olmak, ekonomik yapı hakkında İsviçre'nin dünyadaki konumunu bir kez daha düşündürüyor tabii.

Bisiklet yolu bazen daralıyor, bazen de araba yoluyla ortak oluyor. Yine de insan kendini güvende hissediyor.
Bir bağ evi, bir dağ evi, kalır mı insan hiç geri? (Sol üstteki parmak Mehmet Ali Erbil'in parmağı)
Bisiklet yolu, Nyon'dan sonra genelde araba yolu ile ortaklaşıyor. Ama manzarada bir farklılık yok. Sağlı sollu bağ evleri her yer. Morges'a kadar olan kısımda aklımda çok bir şey kalmamış. Ya sıcak dolayısıyla biraz yoruldum, ya da benzer manzara olduğu için aklımda yer edecek bir farklılık göremedim. Morges'dan sonra Lozan'a kadar göle sıfır gittik. Morges çok tuhaf bir yer. Tamamen yazlık dizayn müstakil villalar. Mevsimsel yaşanan bir bölge gibi. Zaten kimsenin çalışıyormuş gibi bir havası yoktu. Hayat yine durağan ve çok kolay gözüküyordu. İnsanların temel aktiviteleri arasında; bebek gezdirmek, voleybol oynamak, bisiklete binmek ve güneşlenmek yer alıyordu. Kıskandım mı, imrendim mi, bilmiyorum açıkçası. Lozan'a kadar bunları düşündüm. Lozan, yol boyunca gördüğümüz yerleşim yerlerine göre büyükşehir havasındaydı. Bir de baktım ki, solumda Uluslarası Olimpiyat Komitesi. İçine girip, müzeyi gezemediğim için üzüldüm. Bir daha yolum düşerse kesinlikle tavaf ederim.

O ağacın altını şimdi anıyorum.
Dopinçi Rusya, dopingçi Türkiye diye bağırdım. Biliyoz lan biliyoz diye cevap verdiler.
İnönü'yü andıktan sonra Lozan'dan ayrılıp Montrö için yola çıktığımızda, o zamana kadar arkamızdan gelen bisikletçiler, karşımızdan da gelmeye başladı. Gerçekten de herkes bisiklete biniyormuş. Türkiye'de bir hafta içerisinde gördüğüm toplam bisikletçi sayısını bir günde görmüşümdür herhalde. Ek olarak, bir hayli elektrikli bisiklet vardı. Yaşça daha büyük olan insanlar, yanımızdan geçip geçip durdu. Pek yakın bir tarihte, dolar 7'lere çıkmaz, bisiklet fiyatları sabit kalır da, insanların alım gücüne etmezlerse, bu elektrikli bisiklet işi Türkiye'de de yaygınlaşır. Böylece motora olan ilgi azalır. 
Zaman karşı yarışına da denk geldik. Bisikletçiler az paleydi, muhtemelen genç milli takım gibi bir şeyler...
Zihnimde hala Morges'un rahatlığı, Lozan'ın güzelliği varken, Montrö'ye varmanın ilk durağı olan Vevey'e ulaşmıştık. Elindeki dondurmaya rağmen, yeni gördüğü dondurmayı gösterip 'onu istiyorum, onu istiyorum' diyen çocuk misali Vevey'i gördüğüm anda parkurun en güzel bölgesi ilan ettim ve burada yaşanır ha dedim. Meğer henüz Montrö'den haberim yokmuş. Bisikletle olmanın avantajını kullanıp araba yolu yerine göl kenarından gittiğimiz için Montrö'nün bütün sahil güzelliğine şahit olduk. Benzetmede hata olmaza sığınarak söylemek gerekirse, tüm Montrö, İstanbul'un Bebek ve Arnavut Köyü gibiydi. Sahil müthiş güzel, paralelindeki kara yolunun üst tarafına doğru şehir yokuş yukarı uzuyor. Kordon boyu devam ederken Freddie Mercury heykeline vardık. Gökalp dedi ki, reis burada yaşamış. Daha sonra internetten baktım, vakti zamanında Montrö'de kayıt stüdyosu satın almış. Hatta son albümü 'Made in Heaven'ı burada kaydetmiş. Bölge ile alakalı barış ve sakinliğe vurgu yapmış. Bana inanmıyorsanız, Freddie Mercury'e inanın, Montrö'nün ne kadar güzel bir yer olduğunu anlamak içim. Bu arada, Vevey'de de Charlie Chaplin heykeli varmış. Heykel, CC'nin orada 25 yıl geçirmesi adına yapılmış. Özetlemek gerekirse, Leman Gölü'nün favori büyükşehri Montrö...

Baskı altında da olsa, şov devam etmeliydi...
Montrö'nün akşamından. İnsan aşka geliyor be...
Gökalp, turu video ile özetledi. Arkadaşları Tarantino Gökalp dermiş zaten.
Yanılmıyorsam Vevey burası, Lozan da olabilir. Arnavut kaldırımsız bisiklet turu düşünülemez.
80 km sonrası bir viyadük geçip, Villeneuve'e varmış olacaktık. Burası, Montrö'ye göre fiyat anlamında daha makul bir yermiş. Ayrıca gölü turlamak isteyen biri için orta nokta sayılır. Viyadüğü geçerken net bir şekilde anlaşılıyor ki, şaraba gönül vermiş insanlar, buldukları en ufak toprak parçasına üzüm bağı kurmuş. Yol ile tren rayları arasında kalan eğimli, küçücük alan bile bağlarla kaplı.
Kaçış grubu, pelotonu kontrol ederken.
Son mola...
Ve ilk gün sonu. 90 km bitiminde yanmış ve yorgun bir vücut


İkinci günkü Villeneuve - Cenevre parkuru için gücü toplamıştık. Rotanın daha fazla yeşillik ve Fransa içerdiğini biliyorduk ama esas amaç, gücümüz kalırsa Yvoire'e uğramaktı. O nokta, fazladan 19 km daha demekti. Villenevue'den ayrıldıkta sonra ormanın içine daldık. Rhone Nehri'ni geçtikten sonra kahvaltı molası verdik. Leman'ın güney yakası, daha küçük yerleşim yerlerinden oluşuyordu. Bunu, karşıya baktığımızda daha net anladık. Çok da fazla bir yol gitmeden Saint-Gingolph'a gelerek İşviçre'den Fransa sınırına geçiş yapmış olduk. Burada, Propaganda filmindeki dedeyi anıp, aha bisiklet geçti esprisini mecburi hizmet olarak yerine getirdik. Fransızca bilmediğimiz için Fransızca konuşamamaya devam ettik (Gökalp'i tenzih ediyorum).

Villenevue'den hemen sonraki karlıkayın ormanı...
Rhone nehri.

Sol baştan say: Lozan, Vevey, Montrö...
Fransa sınırı. Selen'le Gökalp, Frank ile Euro kuru karşılaştırması yapıyor
 Parkurun eğim konusuna değinmek istiyorum. Sanıldığı gibi, ikinci günkü rota daha kolay falan değilmiş. Eğim anlamında, genel toplamda bir farklılık yok. Gölün hem güney, hem de kuzey yakası ortalama bin metre rakıma ulaştırıyor. Ama güney yakası, yani Fransa tarafı psikolojik açıdan daha zorlayıcı. Çünkü eğimi bir anda çıkıyorsun, dolayısıyla da bir anda iniyorsun. Yakanın iki büyük şehri Evian ile Thonon. Evian'da tabii ki de su içtik. Ama çeşmeden... Evian ve Terkos suyu gördük mü, dayanamayız; hemen içeriz. Gökalp'in dediğine göre Cenevre'deki vatandaşlar yiyecek alışverişi için Fransa tarafına gelirmiş. Euro bölgesinin daha ucuz olması sebebiyle sebze, balık ve et ihtiyaçlarını bu yakadan temin ederlermiş. Bir de, güney yakasından kuzey tarafına, yani Lozan yönüne deniz (göl) otobüsü çalışıyor. Fethiyeli arkadaşlar için söylüyorum, Fethiye - Rodos arası çalışan kızaklı tekne, Leman Gölü'nde çalışan eski tekne.

Köprüyü geçerken belgeseline selam çaktık
Ve sonunda parkurun gizemli bölgesine giriş yaptık. Gökalp Yvoire'ı çok övdü. Gerçekten de Game Of Thrones seti çekmeye uygun bir yermiş. Harry Potter da olur... Büyülü bir havası var. Fakat şöyle bir durum söz konusu: 14:00 ile 18:00 arası restoranlar müşteri almıyor ve dinlenmeye çekiliyor. Küçük kafelere talim oluyorsunuz. Sonuç olarak Michelin yıldızlı restoranlarda yiyemedik.

Yvoire...
Marmaris yol ayrımı değil, Cenevre'ye açılan kapı
Yvoire'den sonra duraklamadan Cenevre'ye devam ettik. Son 10 km neredeyse pedal çevirmeden yokuş aşağı indik. Bu kısım önemli (beleş var), Fransa'dan İsviçre'ye giriş yapılan yerin hinterlandı, şarap bağlarının sıklıkta olduğu bölge. Caves Ouvertes Geneve adlı etkinlik, her yıl bir kez gerçekleşen ve o bölgedeki şarap üreticilerinin halka tadım yaptırdığı gün. Sistem şöyle işliyor: kendine bir tane kadeh alıyorsun. 10-15 Frank arasıydı sanırım. Aşağıdaki haritada işaretli her bağda o kadehle sınırsız ve ücretsiz şekilde tadım yapabiliyorsun. Beğendiğin şarap ve şampanyayı satın alıp eve götürüyorsun. Tadım sayısı sana kalmış. Şarabın yanında aperitif ikramlar da oluyor. Bu bağlar arasında otobüs çalışıyor fakat bisiklet, birkaç bağ gezmek isteyen için en iyi ulaşım aracı. Dediğim gibi yılda bir gün oluyor, şansımıza biz de o güne denk geldik ve genelde Choulex tarafında takıldık.
Şarap tadım haritası ektedir.


Geldik sona, geldik sona. Son şarkı bu, Turan Emeksiz... Bisiklet olmasa iki gün içerisinde bu kadar yer gezemezdik. Bu kadar doğaya karışamazdık. Bu kadar anı biriktiremezdik. Tren veya araba veya motor bizi kesmezdi. Her yerinde bisiklet yolu ve tabelası olan, uğruna tek günlük yarış düzenlenen Leman Gölü'nü gezmek için de bisikletten başkası ayıp olurdu. Bisiklet kiralamak size günlük 25 Frank'a mal oluyor. Farklı bisiklet rotalar bulmak için de aşağıya link bırakıyorum. Diğer linkler de, bu rotayı gezen farklı kişilerin yazdıkları. Fotoğraf çeşidi açısından paylaşmakta yarar gördüm.

Arazi arayışımız sonuçsuz kaldı. İmar izni yokmuş, tarım vasfındaymış.


Nejat Yavaşoğulları'nın dediği gibi; İviçre'de hayat bayram olmadı ya da her nefes alışımız bayramdı.

Sağlıcakla,

Gökalp'e özel teşekkürlerimizle...

https://www.schweizmobil.ch/en/cycling-in-switzerland.html

https://12ay12yer.com/2017/06/11/leman-golu-etrafinda-bisiklet-turu/

http://www.bisikletrotalari.com/rota/isvicre-bisiklet-turu-1-gun-cenevre-zurih/

10 Nisan 2017 Pazartesi

Cevap Oralarda Bir Yerlerde


- Kazandığınız yedi Fransa Bisiklet Turu zaferlerinin hepsinde, yasaklı madde aldınız mı ya da kan dopingi yaptınız mı?
-  Evet...

Yalnızca bir kelimenin ardından tüm her şey değişmişti. Bir zamanların bisiklet kahramanı Lance Armstrong, sansasyonlarla geçen günlerinden ardından Oprah Winfrey'e verdiği tek kelimelik cevapla, kendisi dahil birçok kişinin hayatını geri dönüşü mümkün olmayan şekilde etkiledi. O konuşmanın üzerinden yaklaşık dört yıl geçti. Armstrong'un hayatı bir daha eskisi gibi olmadı. Olmayacak da. Bisiklet dünyasının da öyle...

Kendimle baş başa kaldığım o günlerde oturmuş, uzun süre Lance Armstrong üzerine düşünmüştüm.* İşin içinden çıkmak istiyordum çünkü, ağır şekilde kandırılmış hissediyordum. Bu hissi yenmenin yollarından biri, Lance'i, yaptıklarına rağmen, bir şekilde, kısmen de olsa haklı görebilmekti. Ama işe yaramadı. Hangi uçtan tutarsam tutayım, ortada çok büyük bir yalan vardı. Yalanın ötesinde ise, geleceğe paranayokça bakmamıza sebep olan çok büyük bir gerçek. Yalan ile gerçek yine bir aradaydı. Biri geçmişi, biri geleceği karartıyordu.

Günümüzde, insanların septik yaklaşımlar sergilemesine direkt olarak 'deli bu' yaftası yapıştırmaya bayılıyoruz. Fakat olayın arka planı bu kadar basit değil. Herkesin kendine göre tanımladığı hayat denilen zaman düzleminin büyük bir kısmı, kişinin kendi doğrularını bulma çabası ile geçiyor. Bu doğrular ise, yapılan hatalar pusulasına göre yön buluyor. Aldığımız domates kötü ise, aynı manava gitmek istemiyoruz. Gitsek bile, aklımızdaki acabalar sonunda ya daha az miktarda alıyoruz ya daha fazla para verip kaliteli sandığımıza yöneliyoruz. İnsani ilişkilerde aldatılmak da öyle. Tekrardan güvenmek zor. Yeni birileri, masumiyet karinesinin yakınından bile geçmiyor. Hepimiz olağan şüphelileriz. Tüm bu kontrol manyaklığı belki de bu yüzden. Daha fazla canımız yanmasın diye. Doğruları yapmak için. Keyif almak, mutlu olmak için. Yani aslında bakarsanız kimse deli değil. Aksine, herkes gayet de akıllı.

Lance tahttan indiğinde bisikletin yeni hükümdarları Britanyalılar oldu. SKY takımının bünyesindeki pedallar, diğer herkesten daha hızlı ve daha güçlüydü. Lance'in itirafından sonra geçen dört sene içerisinde -arada Astana'dan Vincenzo Nibali'yi saymazsak- SKY'ı geçebilen olmadı. SKY'ın parlak çocuğu Chris Froome'un 2013'teki ilk zaferinde çoğu kişi Lance'i unutmaya yaklaşmış, tekrardan bisiklete sarılmaya başlaşmıştı. Çünkü yeni bir kahraman geliyordu. Yeni bir yıldız... Tour de France 2015'in ardından 2016'da üçüncü Froome zaferi geldi. Tamam artık demenin zamanıydı. Eskiye, kötüye ve şüpheye sünger çekmemiz gerekiyordu. Bisikletin yeni sarı mayosunu* konuşmamız icap etmeliydi. Maalesef olmadı. Yine başa sardık. Froome kazandıkça Lance'i daha çok hatırlamaya başladık. Canımız bir kere yanmıştı. İkinci kez aynı şeyi tecrübe etmek istemiyorduk. Gelecek, geçmişi unutturacağı yerde, tabağı ısıtıp tekrardan önümüze servis etmişti. Tüm gözlerde aynı bakış vardı. Froome temiz miydi, yoksa Lance gibi usta ve teknolojik bir düzenbaz mıydı? Geçmiş ile gelecek yine bir aradaydı. Tıpkı bisikletin iki tekeri gibi. Birbirlerini takip eden yalan ile gerçek gibi.

Bugünlerde SKY ile ilgili çıkan haberleri takip etmekte zorlanıyoruz. Kazan, her geçen gün daha da kaynıyor. Lance'in geçtiği evreleri dün gibi hatırladığımızdan, Froome ve SKY hakkında söylenenlere eskisi kadar şaşırmıyoruz. Ama, yine de gerçekle yüzleşmekten kaçınıyoruz. Hiçbirimiz deli değiliz. Akıllı davranmaya gayret ediyoruz. Geçmişi; yalanlarla, boşa geçen zaman olarak nitelendirmek istemiyoruz. Aynı hatayı tekrarlayan ahmak durumuna düşme niyetimiz yok.

Hatalar, hayal kırıklıkları ve pişmanlıklar, travmaları beraberinde getiriyor. Devam etmek istiyorsak şayet, ders alıp tekrardan adım atıyoruz. Doğrumuzun peşine düşüyoruz. Geçmiş, doğruya yönelmemiz için sürekli olarak aklımıza geliyor. Şüpheyi, bir ışığa çevirmeye çalışıyoruz. Kimi, o ışıkla daha da karanlığa saplanıyor. Ama biliyoruz ki, gerçek oralarda bir yerlerde. Televizyonu açsak, göreceğiz. Gazetenin herhangi bir sayfasına baksak, anlayacağız. Bir meclis oturumu izlesek mesela. İçeride olanları kısa süre gözlemlesek. Henüz kapanmadıysa, o internet sitelerinden birine girsek.

Çok yakın bir gelecekte Lance gibi ya 'Evet' ya 'Hayır' diyeceğiz. Geçmişi hatırlayıp, geleceğe iyi bakın. Gerçek oralarda bir yerde. Tüm her şey sere serpe uzanmış, bakmamızı bekliyor. Bunu biliyorsunuz. İyi düşünün. Hiçbir şey, bir daha eskisi gibi olmayabilir. Evet, Froome temiz olabilir. Öyle ümit ediyoruz. Ama biliyoruz ki, Lance temiz değildi.

*O vakitler, Lance'ten yola çıkarak yazdığım yazı.
*Fransa Bisiklet Turu'nda tüm etapların sonunda genel klasman liderine verilen mayo.


16 Ocak 2017 Pazartesi

Oyunun Sonundaki Silah

Yakınımda ve uzağımda gerçekleşen her türlü olaydan fazlaca etkilendiğim için, en başta, duygusal olarak nitelendirildim. Aldığım veya şahit olduğum üzücü haberler, uğradığım veya şahit olduğum haksızlıklar, hayata normal şekilde devam etmeme engel oluyordu. Bu süreçlerde sürekli olarak telkin edildim. Oğlum hayat devam ediyor, oğlum bir tek senin başına gelmiyor, oğlum görmezden gel, oğlum bak dünyada güzellikler de var, oğlum sende de hata var gibi türlü söylemleri ciddi şekilde işitip, kulağımdan beynime doğru yolladım. Hepsini tekrar tekrar düşündüm. Yine o sıralar okuduğum bir kitapta, dünya ile bir aykırılığa düşmenin nedenini tamamen kendine bağlamak ve tamamen dış dünyaya bağlamak psikolojik birer bozukluk olarak anlatılıyordu. Bir tanesinin adı nevroz, bir tanesinin adı da karakter bozukluğu idi. Yani böylece, duygusallıktan psikolojik bozukluğa terfi etmiştim. Ya da, duygusal olmak bizatihi psikolojik bir bozukluktu. Tabii ki de, pes etmedim. Özgürleşmenin peşindeydim. Ahmet Ümit'in de dediği gibi, kaybetmeye alışınca özgürleşiyordu insan. Planım basitti: kişisel algılamayacaktım. Maruz kaldıklarım, ben olduğum için değil, diğer değişkenler sebebi ile vuku buluyor diyecektim. Çok fazla kişisel algılıyordum. Sorunum buydu. Öyle demişlerdi.

O günden sonra ne oldu?

Trafik tabelasına uygunluk gösterip sağ şeritten 50 km hızla giderken arkamdan kornaya basan, sonra beni sollayan, akabinde önüme kırıp beni durduran, ardından arabadan inen, peşine küfreden, en son da yumruk atmak isteyen insanla karşılaşınca, kendi kendime ilk olarak sakın kişisel algılama dedim. Bu kişi, muhtemelen kötü bir gün geçiriyordu ve bana denk gelmişti. Ya da bir yakınının kanser olduğu haberini almıştı. Öyle ya, bunların hepsi ihtimal dahilindeydi.

Yüklü bir para ödemeyi göze alarak gittiğim nezih restoranda herkes afiyetle yemeğini yerken, ben oturmuş sağa sola bakıyordum. Bakıyordum çünkü, başkasının da tabağında hamam böceği geziyor mu diye merak ediyordum. Bir süre sonra ortalığı telaşa katmadan yemeğimi yenisiyle değiştirdim. Kesinlikle kişisel algılamadım. Bu olayın benim başıma gelmesi olsa olsa şanssızlıktı. Eskiden restoranı alevlendirirdim, fakat artık değişmiştim. 

Oğlum başarılı bir öğretim yılı geçiriyordu, fakat sene sonunda beklenmedik şekilde edebiyat dersinden düşük not almıştı. Kendisini çekip sordum, oğlum iyi geçtiğini söylüyordun, bir yanlışlık mı yaptın acaba dedim. Yok valla baba, öğretmenin istediği yazar ve şairlerin eserlerini tereddütsüz saydım dedi. Oğlumun söylediği yazarların ve şairlerin tarafı olduğu siyasi cenahın uyandırdığı şüphe hissi ile öğretmenin yanına gidip işin aslını öğrenmek istedim. Beni gördüğünde, demek mensubu olduğunuz sendika dışında da topluma karışıyorsunuz ha Kamil Bey dedi. Durumu anlamıştım. Tam kişisel algılayacağım sırada, olayı etraflıca düşünüp, boş verdim. Muhtemelen diğer arkadaşların da oğulları, farklı bir sendika üyesi öğretmen tarafından cezalandırılıyordu.

Bisikletimi tamir ettirmek için gittiğim esnaf, güzel bir sohbet ve iyi bir işçilik sonrasında emeğinin karşılığı olarak hiç tahmin etmediğim bir miktar talep etti. Bir gün önce oraya giden ve aynı tamiratı yaptıran arkadaşım neredeyse benden talep edilenin yarısını vermişti. Bir iki söz edip, karşılığında bir iki söz yedim. Bir taraftan kazıklanıyor gibi hissederken, bir yandan da dükkan sahibi ile empati kurup onun halini anlamaya çalıştım. Dükkan kirası çok olmalıydı, ekonomi kötüye gidiyordu ve kepenk indirmemek için o paraya ihtiyacı vardı. Bu, kesinlikle kişisel bir mesele değildi. 

İş yerindeki üstüm, bana, beklemediğim bir anda bağırmaya başladı. Bugüne kadar hiç bağırmadığı için şaşırmıştım. İşi eksik yapmış değildim. İşe geç kalmış değildim. Zam istemiş ya da izin istemiş de değildim. Ama tüm bunlar diğer çalışanların patronu çileden çıkardığı gerçeğini değiştirmiyordu. Hepsi Pelin'e olan kızgınlığı yüzündendi ama olayın ihalesi bana kalmıştı. Kişisel algılayamadım. Hanı bahsettiğim psikoloji kitabı vardı ya, orada bu tür durumları yansıtma vakası olarak değerlendirdiklerini hatırlayıverdim. 

Açıkçası, yaşanılanlar daralmama sebebiyet veriyordu ama atlatacağımdan şüphem yoktu. Kafa dağıtmak üzere stada gideyim dedim, bomba patladı. Eğlenmeye çıkayım dedim, yine bomba patladı. Tabii ki de kişisel algılamadım. Sonuçta, patlamalar herkesi etkilemişti.

Euro ve dolar arttı, borcum vardı; kişisel algılamadım.

Rejim dediler, anayasa dediler, kişisel algılamadım.

Tren garı, havalimanı, park, bahçe derken her yerde insanlar öldü, kişisel algılamadım.

En son dayanamayıp bir iki tweet attım. Adresi bulup kapıma geldiler. İtiş kakış oldu. Biraz hiddetlendim, çünkü tamamen kişisel bir saldırı gibiydi. Gidip sopayı getirdim. Tutup silahı çekti. Kafama dayadı. Tetiği çekmek üzereydi. O an kendime şunu sordum: kişisel algılamalı mıyım?



4 Ekim 2016 Salı

En Hakiki Gerçekti Yalan

İlk yalanı günahsız olan attı. Annem, beni leyleklerin getirdiğini söyledi. Leylekleri biraz daha izlesem memur değil, ornitolog olacaktım. Sonraları leyleklerin sarmaş dolaş hallerini gördüm. Çok geçmeden de gerçeği anladım. Aslında annem, farkında olmadan, beni gerçeği anlamama sevk etmişti.

Henüz dört yaşındaydım ki, beraber oyun oynadığım arkadaşım elimdeki 1 lirayı çok aç olduğunu söyleyerek istedi. Marketten aldıklarını yedikten sonra tok karnına maç yaptık.Yaptığım müdahale sonucu yere düştüğü sırada cebinden 5 lira fırladı. Yıllar oldu, para lafı geçtiğinde hala daha suratıma bakamaz. 

İlk okula başladığımda hayattaki en önemli şeyin okumak ve öğrenmek olduğunu söyledi öğretmenimiz. Öğrenmeye olan alışkanlığım yüzünden az önce Einstein'ın terapistini okudum. Öğrenmeye çok ilgili olanların mutlu olmalarının zor olduğunu söylemiş zamanında. Sonuç olarak, ya öğretmenim ya da terapist fena halde yanılıyor. Yani yalan söylüyor. Yalan atmanın yeni versiyonu yanılmak...

İlerleyen dönemlerde sevgiye dair hislerim kabardı. Gidip beğendim kıza bunu direkt olarak söyledim. Karşılık olarak, 'ben de seni..' dedi. Meğer cümleyi üç nokta halinde bırakması, benim kafamda tamamladığım şekilde değilmiş. Bunu, ertesi gün başkası ile el ele görünce fark edebildim. 

Orta okul yıllarımda hasta olduğum için birtakım dersleri kaçırmış ve dolayısı ile ismini dahi hatırlamadığım bir sınav için yeterli derecede hazırlanamamıştım. Arkadaşımdan çalışma notu istediğimde ise kendisinde de olmadığını söylemişti. O sınavdan 100 aldı, sonrasında da notları parayla sattığı ortaya çıktı. Her şeyin bir fiyatı vardı. Ve alıcısı ile satısıcı...

Lise zamanları Fenerbahçe'nin neredeyse her maçını izliyor, takıma kendimce destek veriyordum. Aziz Yıldırım sürekli olarak şampiyonluk sözü veriyordu. Hem de her sene... İnanıyorduk. Maalesef ki başkanın yaptığı hesap, bugün geldiğimiz noktada pek tutmadı.

Oy verecek yaşa geldiğimde azınlığı düşünen, haksızlığa uğrayanların yanında olacağını söyleyen partiye oy verdim. Meğer onların da samimiyeti oyu alana kadarmış. Vaat ettiklerinin hiçbirini yapmadıkları gibi, vaat ettiklerinin tam tersini yaptılar. 

Üniversiteye girdiğimiz sırada bütün bölümü toplayıp geleceğimizin çok parlak olduğundan bahsettiler. Belli ki bilgili kişilerdi. Şu an o akademisyenlerin birçoğu imzaladıkları bildiri sebebi ile mesleklerini yapamama korkusu yaşıyor. Gelecek sanıldığı gibi pek de parlak değilmiş. Ayrıca, mezun olanların da hayatlarından çok memnun olduğunu söyleyemem.

İş ortamında veya sokakta rastlaşıp 'umarım senin için en iyisi olur' diyen insanların birçoğu gıyabımda yaşantımı hedef alarak türlü söylemlerde bulunuyor. Duyduklarım çoğu zaman hiç hoşuma gitmiyor. Neden böyle yapıyorsunuz dediğimde ise, biz öyle bir şey demedik diyorlar.

Çok da uzak olmayan bir zaman sonra 30 yaşına basacağım. Neredeyse her kesimden her çeşit yalana şahit oldum. Şahit olduklarım yalanın nasıl atılacağı konusunda beni epey bir ustalaştırdı. Bugünlerde, tıpkı diğer insanlar gibi en büyük yalanları hep kendime atıyorum. Etrafa attığım yalanlara rağmen vicdanımı rahatlatıp, kendime, kendimin iyi insan olduğu öğüdünü veriyorum mesela. Büyük bir hünerle yediriyorum. Bir süre sonra yine yalan atıyorum ve bu hesaplaşma yeniden başlıyor. Dikkat ettiyseniz, yalan atıyor olmamı bile bu yaşıma kadar maruz kaldığım yalanlara bağladım. Söylediklerimle karşıdakinin hayatına etki edecek şiddette bir yalan attığımı düşünmüyorum ama, gerçekten öyle mi, bilmiyorum. Ne doğru bilmiyorum. Ne yalan, çok iyi biliyorum. Kendilerine yalan atmayan insanların mutsuzluğunu görüyorum. Mutlu gözükenlerin, hala daha yalan attıklarını kendilerine itiraf edecek güçte olmadığı biliyorum. Dünyanın yalan olduğunu biliyorum. Hayatların da... Fakat gerçekle kurulmuş ilişkilerin ve bu ilişkileri yaşayan insanların hayatlarının yalanlardan en uzakta olduğunu da biliyorum.

Biramı bitirip şişeyi kaldırım kenarına koyuyorum. Hızla koşan çocuğu kolundan tutup, çeviriyorum. Tıpkı, Çavdar Tarlasındaki Çocuklar kitabındaki gibi. Bak evlat diyorum, bana iyi bak. Dinlemene gerek yok, sadece bak: "Yalandan uzak kalma, ama gerçeğin de dibinden ayrılma. Bir şey iyi olmayabilir, ama hiç değilse kötü olmasın".