28 Haziran 2015 Pazar

Karşıyaka Nerede Başardı?


Geçtiğimiz yılın en çok konuşulan filmlerinden biri olan Whiplash’i izlediniz mi? İzlediyseniz, anlatacağım sahneyi anımsayacaksınız. Bateri çalma konusunda doğal bir yeteneği olduğu düşünülen Andrew ile okuduğu okulun caz duayeni hocası Terrence Flecther’in yolları, ikilinin birbirleriyle yaşadığı husumetli günlerin ardından bir kez daha kesişir. Filmin final bölümünde, sahnede bir kez daha sahip olduklarını açığa çıkaramayan Andrew, başarısızlık ve hayal kırıklığı hissiyle konserin orta yerinde salonu terk etmek üzereyken bir anda sahneye geri döner. Ve kendinden geçmişçesine bir ruh haliyle, unutulmaz bir solo performansa imza atar. Andrew, en iyisi olmak için hayatını harcamaya hazır olduğu bir yolda, planlamadığı bir zamanda, planlamadığı bir şekilde kendi zirvesine ulaşır.

Pınar Karşıyaka tam 28 yıl sonra, Türkiye Basketbol Ligi’nde kimsenin ummadığı büyük bir sürprizi gerçekleştirdi ve şampiyon oldu. Bir cümleyle yazması ne kadar da kolay... Oysa Karşıyaka’nın bahsettiğimiz yere gelene kadar karşılaştıklarını gayet iyi biliyoruz. Adım adım, yaşaya yaşaya, öğrene öğrene… Ufuk Sarıca ile geçirdikleri ilk sezonda Eurochallenge finalinde kaybettiklerinde aslında çok şey kazandıklarını düşünmeye başlamıştık. Bir sonraki sezon Türkiye Kupası ve TBL yarı finali bir bakıma doğru yolda olduklarının göstergesiydi. Bu sezon ise daha da üstüne koyarak, Cumhurbaşkanlığı Kupası, Eurocup çeyrek finali, TBL şampiyonluğuna ulaştılar. Neresinden bakarsak bakalım senelerce anlatılacak bir başarı hikayesi. Ufuk Sarıca ve Karşıyaka camiasının söylemiyle, hayallerin gerçeğe dönüşmesi. Karşıyakalılar sezon boyunca kendileri adına birçok şeyi doğru yaptı. Modern zaman basketbolunu tanımlayan üç belirteci; yarı sahayı geçiş akıcılığı, hızlı pasa dayalı tempoyu ve dış şutlar üzerine kurulu oyunu iliklerine kadar benimsediler. Bir bakıma, rakiplerinden farklı bir yol izlediler. Çünkü kadro yapılarının bu oyun için uygun olduğunun ve dünya basketbolunun fiziksel güçten tempoya, yani hıza doğru evrildiğinin farkındaydılar. Hemen hemen bütün play-off serisi maçlarında benzer durumlara şahit olduk. Banvit’i ev sahibi olmanın da avantajıyla geçtiklerinde de, Fenerbahçe Ülker ile Anadolu Efes’i darmaduman edip bozguna uğrattıklarında da hep, yapmayı bildikleri en iyi şeyi yaptılar. Fakat sürklase ettikleri son iki rakibi sadece sahip oldukları basketbol anlayışıyla devirdiklerini söylemeyiz. En azından söylemekten kaçınmalıyız. İnsanlar oyunu icra edenlerin robot olmadığının farkındalar. Bir bilgisayar oyunu oynanmıyor ve sadece taktik detayları konuşmak çok doğru bir hareket değil. 8-10 kat daha fazla bütçelere sahip takımları, favori olunmayan bir seride, mutlak bir hakimiyet ve kontrol kullanarak alt edenleri anlatmak için farklı yollara sapmalıyız. Evet; Dixon, Strawberry, Palacios, Diebler, Gabriel play-off’la beraber bir üst seviyeye çıktı, hiç olmadık anlarda uyguladıkları tam saha baskıyla rakiplerini hataya zorladılar, Ufuk Sarıca her defasında rakibinin açığını yakaladı, kenardan müthiş bir enerji aldılar, tribünleri hep arkalarındaydı, her takımdan daha fazla mücadele ettiler. Ama yetmez. Böylesine bir şampiyonluğu açıklamak için bazen tüm bunlar bile yetmez. Çünkü Karşıyaka, başarıya ulaşmanın tek bir yolu olmadığını gösterirken, başarıyı tanımlamanın da tek bir yolu olmadığını gösterdi.

Amerikalı yazar Steven Kotler’in “Superman’in Yükselişi: Nihai İnsan Performansının Şifrelerini Çözmek” kitabını Yenal Bilgici’nin kaleme aldığı bir yazı dolayısıyla not etmiştim. Yıllardır düşündüğümüz, dile ve yazıya dökemediğimiz, anlatmakta zorlandığımız bir konudan bahsediyordu Kotler: “Flow(akış)”. Konunun fikir babası Macar Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi. Hepimiz biliyoruz aslında bu ‘akış’ın ne olduğunu. Bazen halı sahada kendimizin bile şaşırdığı işlere imza atarız; arka arkaya çalımlar sonunda al da at dercesine bir pas örneğin. Ya da karşımızdaki kişiyle tartışırken bir anda, rutinimize göre çok daha anlamlı ve kurgulu sözler sarf ederiz. Bilgisayar başına geçip yazı için oturduğumuzda klavye kendiliğinden akar hani bazen. Bir basketbol maçında ne atsanız girecekmiş gibi hissedersiniz arada. İşte akış tam olarak bu. Bilgici’nin de yazısında belirttiği üzere, Kotler akış halini şöyle ifade ediyor: “(…) Bir işe kendinizi kaptırıp dünyayı unuttuysanız, akışın ne olduğu konusunda bir fikriniz vardır. Akış halinde elimizdeki işle o kadar meşgulüzdür ki, geriye kalan her şey anlamsızlaşır. Aksiyon farkındalıkla birleşir. Zaman yok olur. Benlik ortadan kalkar. Bu şekilde performans da zirve yapar”. Kotler’in anlattıklarında bir bakıma mutlak bir odaklanma hali mevcut. Kişi o kadar hızlı karar veriyor ve yaptığı karara inanıyor ki, eyleme dönüşen hareket o an için genel geçer düzlemde doğru bir hamle olarak gözükmese bile, inanç süzgecinden geçerek kişiye pozitif anlamda geri dönüyor. Ve tüm bu aksiyon zamandan bağımsız şekilde gerçekleşiyormuş gibi gözükse de, gerçekleştiren kişinin gözüne zamanın ağır çekim halde filme alınması şeklinde yansıyor. Basketbolcuların attığı son saniye şutlarını düşünün. Hepsi ani ve yanlış birer karardan ibaretmiş gibi. O sekansta akışta olan oyuncular için zaman sanki durağanlaşıyor, diğer herkes içinse su gibi akıyor. Akışa girebilen oyuncular, daha önceden bunu başaranlar ve bu hazzın bağımlısı olmaya yatkın olanlar şutlarında çok daha fazla isabet sağlıyor. Akış dediğimiz olgu sadece iddialı laflardan ibaret değil elbet. Şut atarken bahsettiğimiz akış ve inanç aynı zamanda bir keyif hali içeriyor. Kişiler performans zirvelerini yaşarken, davranışın karar verildiği yer olan prefrontel korteks kendisini devre dışı bırakıyor ve ilham perileri omzunuza konuyor. Mutluluğun karşılığı olan serotonin ile acıyı azaltıp zevk üreten endorfin salgıları beyne yöneliyor. Tüm bu sebeplerden ötürü Amerika’da bilimsel çalışmaların odağına oturmuş durumdaki akışın öncelikli deney grubu ekstrem sporlarla uğraşanlardan oluşuyor. Yüksek zirvelere tırmananlar, dev dalgalarla boğuşanlar, havada bir kuş gibi süzülenler… Hepsinin ortak özelliği tüm organizmalarda olduğu gibi hayatta kalma içgüdüsünü şiddetli şekilde hissetmesi ve kusursuz bir konsantrasyon. Sonrasında da bağımlılık yaratan bir keyif salınımı. Akış hali en çok onlarda görülüyor. Çünkü yaptıkları sporlar hayati riskler taşıyor ve en iyi performansları gösterebilecekleri bir akışa giremedikleri takdirde sonuçlar sporcular için çok pahalıya mal oluyor.
  
Akış haline girebilmenin bazı psikolojik, çevresel ve sosyal önkoşulları var. İlk olarak derin ve uzun bir konsantrasyon istiyor. Çizgileri çizilmiş, belirli, net amaçların olması gerekiyor. Çünkü neyi, neden yaptığınızı bilmeniz lazım. Alacağınız geribildirim çok önemli. Neyi, nasıl yaptığınızı öğrenmeniz sizi bir sonraki sefer geliştirmeye yarıyor. Sıkıntı ya da kaygı arasında bir yerlerde olmalısınız. Aksi halde akışa girmeniz pek mümkün değil. Yaptınız işi her gün küçük ama belirli oranda arttırarak devam etmelisiniz. Bir anlamda antrenman temponuzu her geçen gün arttırmalısınız. Riski sevmelisiniz. Şayet ortada risk yoksa konsantre olmanız ve odaklanmanız için ekstra çaba sarf edersiniz. O yüzden risk, akışın olmazsa olmazı. Yenilik ve tahmin edilememezlik de çorbanın önemli malzemelerinden. Bir sonraki adamın ne olacağını bilmemek yoğunlaşmayı kolaylaştırıyor. Son olarak sosyal faktörler… Eğer bireysel olmayan bir takım işi yapıyorsanız herkes tarafından eşit katılım ve katılımcılar arası benzer özellikler gerekiyor. Örneğin konuşulan ortak bir dil…

Pınar Karşıyaka’nın basketbolunu izlerken çok defa Steven Kotler okuyormuş gibi hissettim. Banvit’le oynadıkları çeyrek final serisinin üçüncü maçını gözünüzün önüne getirin. İlk periyotta atılan 35 sayıdan bahsediyorum. Kim tarafından, nerden, ne şekilde atıldığının önemi olmayan topun sayı oluşunu izledik 10 dakika boyunca. Oyuncuların her hareketi, her kararı bir metronun ray üzerindeki seyri gibi akıp gidiyordu. Oyucular tam olarak akışa girmişlerdi ve aldıkları keyif onların bir süre daha o akışta kalmasını sağladı. Anadolu Efes’le oynanan dördüncü maçın son periyoduna da bakabilirsiniz. Karşıyaka, hesap edilmeyen bir farkı kapatıp üzerine kafa yorulması gereken bir geri dönüş gerçekleştirdi. Herkes inanmış, son derece kararlı bir şekilde potaya gitti ve olmaz denilen her şut girdi. Tüm bu örnekler yetmez ise Fenerbahçe Ülker’le oynadıkları yarı final serisinin ilk maçındaki ikinci periyot da bizim için gayet uygun.

Ocak ayında Ufuk Sarıca ile yapılmış bir röportajda başarılı koçun ağzından çıkan sezon hedefinde tam olarak şu sözler yer alıyordu: “Hedefimiz ligi üst sıralarda bitirmek ve ilk turda saha avantajı elde etmekti. Bunu hala başarabiliriz; ama lig bu sezon çok karışık, herkesin çok güçlü kadroları var.” Aynı dönemde herhangi bir basketbol izleyicisine de sorsanız, Karşıyaka ile ilgili daha fazlasını söyleyemezdi. Aradan aylar geçti. Karşıyaka neler yapabileceğini gösterdi ve yarı finalde Fenerbahçe Ülker’le eşleşti. Herkes tarafından serinin favorisi sarı-lacivertlilerdi. Karşıyaka o seride ayakta kalan taraf oldu. Bu kez Anadolu Efes’le eşleştiler ve bir kez daha favori olan taraf onlar değil, rakipleri Anadolu Efes’ti. Fakat her şey ilk maçın ardından değişti. İlk kez Karşıyaka’nın artık kupayı kazanabileceği konuşulmaya başlandı. Değişen sadece Ufuk Sarıca ve takımındaki oyuncuların algısı değildi. Tüm basketbol izleyicileri Karşıyaka’nın kazanma şansının artık daha fazla olduğunu düşünüyordu. Bu öyle kolay bir şey değil. Her seferinde dezavantajlı konumundayken sonunda favori konumuna gelmek, insanlardaki algıyı değiştirmek, bir psikolojik eşiği aşmayı ifade ediyor.

Hedefe giden yolda psikolojik eşik herkes için önemli. Durup bir kez daha Kotler’e yönelmeniz gerekiyorsa, çekinmeyin, yapın. Ya da Whiphlash’i bir kez daha izleyin.  Andrew’u o eşiği aşarken göreceksiniz. Sahneyi terk ettiğinde duygu hezeyanı yaşıyordu. Fakat hissettikleri onu karar almaya itti. Risk alıyordu. İlk kez ciddi şekilde odaklanma yaşadı. Akış için tüm bileşenler toplanmıştı. Bagetler elinde kendiliğinden hareket eder gibiydi. Kimseyi duymuyor, umursamıyordu. Zaman ilerledikçe, yapabildiğini gördükçe andan keyif almaya başladı. Kanayan eline rağmen devam etti çünkü haz duyuyordu. Ortaya, kendisi dahil herkesin ilk kez şahit olduğu bir performans zirvesi çıktı. Karşıyaka için de durum farklı değildi. Net, belirgin bir amaçları vardı. Dış çevreye, hakemlere, sakatlıklara, maç sonu açıklamalarına kulağını tıkayıp tek bir amaca yöneldiler. Kazandıkça, şutlar girdikçe, belli dönemlerde istedikleri oyunu oynadıkça algıları değişti ve gerçekten yapabileceklerine inanmaya başladılar. Geribildirimi sağlıklı şekilde alıyorlardı. Sonuna kadar risk aldılar. Yaptıkları tam saha baskı da, işlerin kötüye gittiği dönemde çekinmeden şut atmaları da bunu gösteriyordu. Herkesin katılımcı olduğu, ortak bir dilleri vardı. 30’ar dakika sahada yer alıyorlardı fakat yorulmalarına rağmen devam edebiliyorlardı. Çünkü endorfin çoktan salgılanmaya başlanmıştı. Oyuncular, belirli dönemlerde Adrew’un final bölümündeki performansını sergiliyorlardı. Ufuk Sarıca da, onları en iyiye zorlayan caz hocası Terrence Feletcher olmalıydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder