Dört duvar arasında tek bir yatağın olduğu odada uzanmış, dünyayla kavga ediyordum. Düşünmek için gözlerimi kapatmama gerek bile yoktu. Duvarlar o kadar beyazdı ki, aklından ne geçiriyorsan onu veriyordu sana. Gözlerim büyük bir projeksiyon lambası gibiydi. Sanki o duvarlar gerçekti. O gün ev sahiplerini yansıttım soldaki büyük olana. Yumruk artıp duruyordum sürekli. Her seferinde aynı şiddette karşılık veriyordu. Hiç mi utanman yok ulan, diyordum. Vallahi yok, diyordu. Beyaz eşya tamircisine geçtim sonra. Bir süre sonra anladım ki, onun da utanması yoktu. Manav, galerici, maliyeciler, polis derken bir baktım utanan kimse yoktu. Sonra kendi kendime şunu sordum: Ben neden utanıyorum?
Bana hep kibar olmamı, kötülükle karşılaşsam bile çizgimden çıkmamamı nasihat ettiler. Çizgimi çekenler, nasihat edilenlerdi. Nasihat edenler, kibar insanlardı. Aynılar aynı, ayrılar ayrı taraftaydı. Ama onların idealize ettiği dünya, sokağa adamını attığında anda son buluyordu. Sokak sertti. Sokak soğuk, karanlık ve acımasızdı. Sokak kötü bir tecrübeydi ama geçirilmesi gereken bir hastalıktı. Sonuçta ekmeği bulmak ve almak için sokağa çıkmak mecburiydi. Vücudun o mikropla tanışması gerekiyordu. Tanışacaktı ki, bir daha hastalanmayacaktı. Öyle olmadı tabii. Binlerce kez hastalandı. Çünkü insan, mutasyona uğrayan en alçak mikroptu. En aşağılık, en kalıba uymayan, en ölmek bilmeyen... Bizler ise, kalaşnikoflarla donatılmış bir savaşa çakıyla giren organizmalardık. Tüm bu adaletsizliğe rağmen çakıyı her çekmeye hazırladığımızda beynimize işlenmiş nasihatler çıktı karşımıza. Tıpkı birer el freni gibi. Karşılık vereceğimiz her an durdurulduk. İçimizdeki öfkeyle sürekli olarak baş başa bırakıldık. En büyük sınavımız, daha doğrusu savaşımız buydu bizim.
İlk başta sandım ki, susarsam geçer. Sonra anladım ki, kimse susamaz. Dünyaya ayak basmış hiçbir insan bugüne kadar sessiz kalamadı. Ne kadar efendi olursan ol. Ne kadar sessiz, ne kadar içine kapanık, ne kadar tutuk... Çünkü hayat bir antitezden ibaretmiş. Hep bir sunulan var, bir de sunulana verilen cevap. Karşılıksız kalman çoğun zaman mümkün değil. Zaten, susmak da, bir cevap verme şekli. Dil yoksa da; gözlerin, ellerin, vücudun bir şekilde anlatıyor hadiseyi. Kafandaki saç, yüzündeki sivilce, dirseklerindeki sedef, ellerindeki vitiligo çok şey söylüyor dinlemesini/görmesini bilene. Buna rağmen hep biliyordum ki, içselleştirilmiş mağlubiyet sonrası öfkem eninde sonunda geçecek ve vicdanım rahat bir şekilde yaşamaya devam edeceğim.
Nasihat çizgilerimi zaman zaman aştım tabii. Arada yalan attım, küfür ettim, osurdum, burnumdan leş gibi sümük çıkardım. Sağa sola baktım, kimse yoktu. Beyaz duvarlar ve yataktan başka. Eminim ki, o anlarda, o odada yalnızca ben vardım. Ama bu gerçeğe rağmen her seferinde duvarlara bakıp durdum. Bakıp durdum çünkü, ya birisi varsa diye hep tereddüt ettim. Ya birisi gördüyse diye. Sandım ki, kimse görmezse sorun yok. Sorun yoksa utanılacak bir şey de yok. Biliyorsunuz ki, gerçeklikte sorun yoktur; sorun gerçeğin gözükmesindedir. Fakat öyle değilmiş. Meğer nasihat edenler çizgimizi çekmemiş, içimize bir şeyler yerleştirmiş. O mekanizma her ortam ve koşulda devreye giriyormuş. Duvarlar, bir süre sonra daralmaya başlıyormuş.
İyisiyle kötüsüyle tam 35 senedir bu hayattayım. Beni var olduğum kişi yapan her şeyle hala daha temas halindeyim. Kusurlarım oldu elbet, ama her zaman insanlığa tutunmak için gayret ettim. Çeyrek yüzyıldan fazladır bu duvarların şahitliğinde düşünüyorum. Her şey değişti, fakat duvarlar hala aynı. Yaptıklarıma en çok buradaki duvarlar şahit. Zaten ben en çok duvarlardan utandım.