11 Eylül 2013 Çarşamba

MOLA


Dostlar, saygıdeğer blog takipçileri, kazara bu bloga gelmiş internet kullanıcıları, bildiğiniz veya bazılarınızın bilmediği üzere bu blogun sahibi olan Bora Türkoğlu kardeşimizi askere uğurlamış bulunuyoruz. Kendisi 5 ay boyunca bu ortamdan uzak kalacaktır. Temennimiz boş bulduğu vakitlerde bir şeyler karalaması, çarşı izinlerinde en yakın internet kafeye gidip, karaladıklarını bu blogda paylaşmasıdır. Yapamazsa da canı sağ olsun, döndüğünde toplu bir yazı olarak kendisinden talepte bulunuruz.
İşin özüne gelirsek, Bora arkadaşımız bana çok uzun zaman önce bu blogda yazı yazma yetkisi vermişti, ben ise bu yetkiyi gereğinden az olarak kullandığım için pek aktif olamadım. Yine, çok aktif olacağımın garantisini ne yazık ki veremiyorum; ancak mümkün olduğunca yazmaya çalışacağım. Bu siteye bir sebepten uğramış olan kullanıcıların affına sığınarak, Bora’nın sizlerde oluşturduğu beklentide yazılar yazamayabilirim. Özellikle, temelde spor odaklı bir blog olması ve benim spor alanında Bora kadar bilgili olmamam sebebiyle bu alanda çok fazla yazılar sunamayacağım. Belki daralırsam, yok yok o da olmaz.
Kendimce, biraz olsun bilgili olduğuma inandığım veya herhangi bir alanda görüşümü belirtmek istediğim konularla ilgili yazılar paylaşmaya çalışacağım. Beni bir geçiş adamı olarak görün, Cevat Güler deyin bana.

 En yakın zamanda görüşmek ümidiyle...


9 Eylül 2013 Pazartesi

Gitmek Kitaplarda Yazmaz


Ucuz viskiden bir bardak doldurdum kendime. Yanına da bir iki tane fındık... Viskinin ağızda bıraktığı kötü tadı silmek için yanında bir şeylere ihtiyaç duyarsın. Ucuz viski gariptir. Sen onun ucuz olduğunu bilirsin, o da, senin ancak ona yetebildiğini. En kötüsü, en kötü zamanda en iyisidir arada. Aslında her zaman bir şeylere ihtiyaç duyarsın. Bir yere giderken mesela. Yanında götüreceklerin, ne tür bir yere gittiğinin habercisidir çoğu zaman.

Hayatımın hiçbir döneminde kilide yer olmamalı benim. Bunu kapalı kapılar ardında kitap okurken fark ettim. Rüzgar sürekli olarak kapının çarpmasına sebep oluyordu ve bu durum fazlasıyla dikkat dağıtıcıydı. Kapı dilinin yalama olması, geriye kilitten başka çare bırakmamıştı. Rahat kitap okuma adına kendimi içeriye kilitledim. İnsanın hem bu kadar özgür, hem bu kadar sıkışmış hissettiği az zaman vardır. Kilitler sizi ve eşyanızı başkasından korumaz, sadece dış dünya ile bağlantınızı keser. Bir çeşit güvende hissetme hali. Ya da kandırmaca...

Ankesörlü telefon kartı... Hala daha kullanan var mı, bir yer dışında? Gitar penası olmak için fazla inceler. Kürdan için ise fazla kalın. Herkesin bir kontörü var bu hayatta. Azaldıkça ulaşılmaz oluyorsun. Kazanman için kazanman lazım.Yine de bir "dııttt" sesi fena olmaz. "La" notasından akort yapabiliriz. İçeride filarmoni orkestrası olduğundan bahsettiler. Tek ses zorunluluğu, herkesi birer koro sanatçısına dönüştürüyormuş. Ne de olsa, vatan ve bayrak sevdalısıyız.

Kolye takmayan bir insan, boynunda cüzdanla geziyor. İçinden çıkılması zor bir durum. Biriktirmelerin cüzdan yerine sosyal hayatta olduğu bir devirde, tüm değerlerimi boynumda değil, sırtımda taşımayı yeğlerdim.

Askılar olmasa hayat daha da yaşanmaz bir hal alır diyebilir misin? Bana göre toka, bazen de kül tablaları gibiler. Bir kolaylık sağladığı kesin. Ama sürekli ihtiyaç duymayacağın bir nesne. Her gün, kırışmasın diye askıya astıklarımız, kırışmış ruhlarımızın birer karşılığı. Bugün ilgiye ihtiyacım var, o halde renkli ve ütülü bir şey giymeliyim diye askıdan çekip aldığın, her gün binlerce kez değişme uğrayan ruhunun o anlık yansıması. Askılar hep sahte ve geçici olmuşlardır.

Kirli çamaşır filesi bir çeşit titizlik örneği. Temizlik nereden gelirdi? "Yaşadığı yere çöp atan, evladının hayrını göremez - Hz. Muhammed" yazsını gören, peygamberimiz böyle bir laf mı söylemiş yaa deyip, çevreci olup olmamak arasında tereddüt ediyor. Şaşırıyor. Ben de şaşırıyorum, hemen hemen her gün. Kıyafetler kirli olsun. Düşünceler temiz olduktan sonra...

Bakıyorum da, herkes aynı kıyafeti giyer oldu artık. İnsanları birbirinden ayırmak çok zor. Tişört, pantolon, ayakkabı, saçlar... Herkes herkese benziyor. Dışarıda bir askerlik var sanki. Oysa, o yeşil renkli kıyafetler tam da dışarıda kendiliğinden gerçekleşeni uygulamak içindi. O zaman ne diye haki yeşili iç çamaşırı? Bazen omzunda bir çizik ayırt ediyor seni. Çenen ve burnun ele veriyor kim olduğunu. Bazen çenen dolayısıyla Avarel'sin, bazen tahra burunlu Crispin Glover. Varsa karizman, Adrien Brody... Matrix'i de es geçmeyelim; "You are not your fucking Khakis" diyordu şarkıda...

Bardak yarıya geldi. "Baba ben ne zaman askere gideceğim" dediğimi hatırladım. Cevap da arkasından tabii: "Büyüyünce oğlum". Dışarıda olmayı kitap okumaya tercih ettiğim zamanlarda büyümenin matah bir yanı olduğuna inandırdılar hep. Kitap okumamama rağmen, kitaplarda yazmadığını düşündüğüm şeylerin peşinde olmam ne garip. Nasıl yumruk atacağınızı, ancak yumruk yediğinizde öğrenirsiniz. Beyin, okuyarak her geçen gün daha fazla virüsle doluyor. Çünkü yediğin her yumrukta hücrelerin ölüyor ve akıl daha da savunmasız hale geliyor. Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi hala bilmiyorlar. Keşke birinden biri eksik kalsaydı. Sanılanın aksine, insan bilmediğinden korkmaz. Bilinen daima daha ürkütücüdür. Klişeler her zaman yanlış olmuştur zaten. Neymiş, Ankara'ya gitmenin en güzel yanı İstanbul'a dönmekmiş. Gitme fiilinin ana konu olduğu bir ortamda nereye sorusu beni çok sinirlendiriyor. Ne önemi var ki, gidiyorsun işte. İyi bir şey olsa gelmek tek başına yeterli olurdu. Onu da sen kullanmazdın. Bu işin hep bir karşı tarafı vardır. Bu edebiyatçılar da çok oluyor. Kitap her yerde karşımıza çıkıyor.

Bardak bitti. Tüm acılığına rağmen içebildiğime göre biraz büyümüşüm. Belki de askerlik yaşım gelmiş. Bu sefer de, "Baba ben nasıl askere gitmeyebilirim" diye sormak isterdim. Yoksa bir kitap mı okumayalım? Doğru sorulara doğru cevaplar nerede bulunur? Bir şeyleri yapmak, isteyip istememekle alakalı değil artık. Özgürmüşüz. Kelimeler olmasa ne yapardık, bilmiyorum. Bu zamana kadar hep onlara sığındık. Dağarcığımız yettiğince. Bir yere gitme mecburiyetinde olan, en adi viskiyi içen nasıl özgür olabilir, birisi anlatsın. Bu konu da kitaplarda yokmuş. Kilit, askı, boyun cüzdanı, yeşil renkli iç çamaşırı, kirli filesi... Peki ya kitap? Götürebiliyor muyuz?

İçim çok yanıyor. Bir duble ucuz viskiyi kafama dikmiş gibiyim. Gideceğim aklıma geliyor, yanma daha da artıyor. Geliriz elbet ama, bir gün sokakta kitapsızlar tarafından söyleneni hiç unutamıyorum. En iyi gitmenin amına koyayım demişlerdi. Demek ki kitap da gidecekler listesinde. Çünkü gitmek kitaplarda yazmaz.