Geçtiğimiz yılın en çok konuşulan filmlerinden biri olan Whiplash’i
izlediniz mi? İzlediyseniz, anlatacağım sahneyi anımsayacaksınız. Bateri çalma
konusunda doğal bir yeteneği olduğu düşünülen Andrew ile okuduğu okulun caz
duayeni hocası Terrence Flecther’in yolları, ikilinin birbirleriyle yaşadığı husumetli
günlerin ardından bir kez daha kesişir. Filmin final bölümünde, sahnede bir kez
daha sahip olduklarını açığa çıkaramayan Andrew, başarısızlık ve hayal kırıklığı
hissiyle konserin orta yerinde salonu terk etmek üzereyken
bir anda sahneye geri döner. Ve kendinden geçmişçesine bir ruh haliyle,
unutulmaz bir solo performansa imza atar. Andrew, en iyisi olmak için hayatını
harcamaya hazır olduğu bir yolda, planlamadığı bir zamanda, planlamadığı bir
şekilde kendi zirvesine ulaşır.
Pınar Karşıyaka tam 28 yıl sonra, Türkiye Basketbol Ligi’nde kimsenin
ummadığı büyük bir sürprizi gerçekleştirdi ve şampiyon oldu. Bir cümleyle
yazması ne kadar da kolay... Oysa Karşıyaka’nın bahsettiğimiz yere gelene kadar
karşılaştıklarını gayet iyi biliyoruz. Adım adım, yaşaya yaşaya, öğrene öğrene…
Ufuk Sarıca ile geçirdikleri ilk sezonda Eurochallenge finalinde
kaybettiklerinde aslında çok şey kazandıklarını düşünmeye başlamıştık. Bir
sonraki sezon Türkiye Kupası ve TBL yarı finali bir bakıma doğru yolda olduklarının
göstergesiydi. Bu sezon ise daha da üstüne koyarak, Cumhurbaşkanlığı Kupası,
Eurocup çeyrek finali, TBL şampiyonluğuna ulaştılar. Neresinden bakarsak
bakalım senelerce anlatılacak bir başarı hikayesi. Ufuk Sarıca ve Karşıyaka
camiasının söylemiyle, hayallerin gerçeğe dönüşmesi. Karşıyakalılar sezon
boyunca kendileri adına birçok şeyi doğru yaptı. Modern zaman basketbolunu
tanımlayan üç belirteci; yarı sahayı geçiş akıcılığı, hızlı pasa dayalı tempoyu
ve dış şutlar üzerine kurulu oyunu iliklerine kadar benimsediler. Bir bakıma,
rakiplerinden farklı bir yol izlediler. Çünkü kadro yapılarının bu oyun için
uygun olduğunun ve dünya basketbolunun fiziksel güçten tempoya, yani hıza doğru
evrildiğinin farkındaydılar. Hemen hemen bütün play-off serisi maçlarında benzer
durumlara şahit olduk. Banvit’i ev sahibi olmanın da avantajıyla geçtiklerinde
de, Fenerbahçe Ülker ile Anadolu Efes’i darmaduman edip bozguna uğrattıklarında
da hep, yapmayı bildikleri en iyi şeyi yaptılar. Fakat sürklase ettikleri son
iki rakibi sadece sahip oldukları basketbol anlayışıyla devirdiklerini
söylemeyiz. En azından söylemekten kaçınmalıyız. İnsanlar oyunu icra edenlerin
robot olmadığının farkındalar. Bir bilgisayar oyunu oynanmıyor ve sadece taktik
detayları konuşmak çok doğru bir hareket değil. 8-10 kat daha fazla bütçelere
sahip takımları, favori olunmayan bir seride, mutlak bir hakimiyet ve kontrol
kullanarak alt edenleri anlatmak için farklı yollara sapmalıyız. Evet; Dixon,
Strawberry, Palacios, Diebler, Gabriel play-off’la beraber bir üst seviyeye çıktı,
hiç olmadık anlarda uyguladıkları tam saha baskıyla rakiplerini hataya
zorladılar, Ufuk Sarıca her defasında rakibinin açığını yakaladı, kenardan
müthiş bir enerji aldılar, tribünleri hep arkalarındaydı, her takımdan daha
fazla mücadele ettiler. Ama yetmez. Böylesine bir şampiyonluğu açıklamak için
bazen tüm bunlar bile yetmez. Çünkü Karşıyaka, başarıya ulaşmanın tek bir yolu
olmadığını gösterirken, başarıyı tanımlamanın da tek bir yolu olmadığını
gösterdi.
Amerikalı yazar Steven Kotler’in “Superman’in Yükselişi: Nihai İnsan
Performansının Şifrelerini Çözmek” kitabını Yenal Bilgici’nin kaleme aldığı bir
yazı dolayısıyla not etmiştim. Yıllardır düşündüğümüz, dile ve yazıya
dökemediğimiz, anlatmakta zorlandığımız bir konudan bahsediyordu Kotler:
“Flow(akış)”. Konunun fikir babası Macar Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi. Hepimiz
biliyoruz aslında bu ‘akış’ın ne olduğunu. Bazen halı sahada kendimizin bile
şaşırdığı işlere imza atarız; arka arkaya çalımlar sonunda al da at dercesine
bir pas örneğin. Ya da karşımızdaki kişiyle tartışırken bir anda, rutinimize
göre çok daha anlamlı ve kurgulu sözler sarf ederiz. Bilgisayar başına geçip
yazı için oturduğumuzda klavye kendiliğinden akar hani bazen. Bir basketbol
maçında ne atsanız girecekmiş gibi hissedersiniz arada. İşte akış tam olarak
bu. Bilgici’nin de yazısında belirttiği üzere, Kotler akış halini şöyle ifade
ediyor: “(…) Bir işe kendinizi kaptırıp dünyayı unuttuysanız, akışın ne olduğu
konusunda bir fikriniz vardır. Akış halinde elimizdeki işle o kadar meşgulüzdür
ki, geriye kalan her şey anlamsızlaşır. Aksiyon farkındalıkla birleşir. Zaman
yok olur. Benlik ortadan kalkar. Bu şekilde performans da zirve yapar”.
Kotler’in anlattıklarında bir bakıma mutlak bir odaklanma hali mevcut. Kişi o kadar
hızlı karar veriyor ve yaptığı karara inanıyor ki, eyleme dönüşen hareket o an
için genel geçer düzlemde doğru bir hamle olarak gözükmese bile, inanç
süzgecinden geçerek kişiye pozitif anlamda geri dönüyor. Ve tüm bu aksiyon
zamandan bağımsız şekilde gerçekleşiyormuş gibi gözükse de, gerçekleştiren
kişinin gözüne zamanın ağır çekim halde filme alınması şeklinde yansıyor.
Basketbolcuların attığı son saniye şutlarını düşünün. Hepsi ani ve yanlış birer
karardan ibaretmiş gibi. O sekansta akışta olan oyuncular için zaman sanki
durağanlaşıyor, diğer herkes içinse su gibi akıyor. Akışa girebilen oyuncular,
daha önceden bunu başaranlar ve bu hazzın bağımlısı olmaya yatkın olanlar
şutlarında çok daha fazla isabet sağlıyor. Akış dediğimiz olgu sadece iddialı
laflardan ibaret değil elbet. Şut atarken bahsettiğimiz akış ve inanç aynı
zamanda bir keyif hali içeriyor. Kişiler performans zirvelerini yaşarken, davranışın
karar verildiği yer olan prefrontel korteks kendisini devre dışı bırakıyor ve
ilham perileri omzunuza konuyor. Mutluluğun karşılığı olan serotonin ile acıyı
azaltıp zevk üreten endorfin salgıları beyne yöneliyor. Tüm bu sebeplerden
ötürü Amerika’da bilimsel çalışmaların odağına oturmuş durumdaki akışın
öncelikli deney grubu ekstrem sporlarla uğraşanlardan oluşuyor. Yüksek
zirvelere tırmananlar, dev dalgalarla boğuşanlar, havada bir kuş gibi
süzülenler… Hepsinin ortak özelliği tüm organizmalarda olduğu gibi hayatta
kalma içgüdüsünü şiddetli şekilde hissetmesi ve kusursuz bir konsantrasyon.
Sonrasında da bağımlılık yaratan bir keyif salınımı. Akış hali en çok onlarda
görülüyor. Çünkü yaptıkları sporlar hayati riskler taşıyor ve en iyi
performansları gösterebilecekleri bir akışa giremedikleri takdirde sonuçlar
sporcular için çok pahalıya mal oluyor.
Akış haline girebilmenin bazı psikolojik, çevresel ve sosyal önkoşulları
var. İlk olarak derin ve uzun bir konsantrasyon istiyor. Çizgileri çizilmiş,
belirli, net amaçların olması gerekiyor. Çünkü neyi, neden yaptığınızı bilmeniz
lazım. Alacağınız geribildirim çok önemli. Neyi, nasıl yaptığınızı öğrenmeniz
sizi bir sonraki sefer geliştirmeye yarıyor. Sıkıntı ya da kaygı arasında bir
yerlerde olmalısınız. Aksi halde akışa girmeniz pek mümkün değil. Yaptınız işi
her gün küçük ama belirli oranda arttırarak devam etmelisiniz. Bir anlamda
antrenman temponuzu her geçen gün arttırmalısınız. Riski sevmelisiniz. Şayet
ortada risk yoksa konsantre olmanız ve odaklanmanız için ekstra çaba sarf
edersiniz. O yüzden risk, akışın olmazsa olmazı. Yenilik ve tahmin edilememezlik
de çorbanın önemli malzemelerinden. Bir sonraki adamın ne olacağını bilmemek
yoğunlaşmayı kolaylaştırıyor. Son olarak sosyal faktörler… Eğer bireysel
olmayan bir takım işi yapıyorsanız herkes tarafından eşit katılım ve
katılımcılar arası benzer özellikler gerekiyor. Örneğin konuşulan ortak bir dil…
Pınar Karşıyaka’nın basketbolunu izlerken çok defa Steven Kotler
okuyormuş gibi hissettim. Banvit’le oynadıkları çeyrek final serisinin üçüncü
maçını gözünüzün önüne getirin. İlk periyotta atılan 35 sayıdan bahsediyorum.
Kim tarafından, nerden, ne şekilde atıldığının önemi olmayan topun sayı oluşunu
izledik 10 dakika boyunca. Oyuncuların her hareketi, her kararı bir metronun
ray üzerindeki seyri gibi akıp gidiyordu. Oyucular tam olarak akışa girmişlerdi
ve aldıkları keyif onların bir süre daha o akışta kalmasını sağladı. Anadolu
Efes’le oynanan dördüncü maçın son periyoduna da bakabilirsiniz. Karşıyaka,
hesap edilmeyen bir farkı kapatıp üzerine kafa yorulması gereken bir geri dönüş
gerçekleştirdi. Herkes inanmış, son derece kararlı bir şekilde potaya gitti ve
olmaz denilen her şut girdi. Tüm bu örnekler yetmez ise Fenerbahçe Ülker’le
oynadıkları yarı final serisinin ilk maçındaki ikinci periyot da bizim için
gayet uygun.
Ocak ayında Ufuk Sarıca ile yapılmış bir röportajda başarılı koçun
ağzından çıkan sezon hedefinde tam olarak şu sözler yer alıyordu: “Hedefimiz
ligi üst sıralarda bitirmek ve ilk turda saha avantajı elde etmekti. Bunu hala
başarabiliriz; ama lig bu sezon çok karışık, herkesin çok güçlü kadroları var.”
Aynı dönemde herhangi bir basketbol izleyicisine de sorsanız, Karşıyaka ile
ilgili daha fazlasını söyleyemezdi. Aradan aylar geçti. Karşıyaka neler
yapabileceğini gösterdi ve yarı finalde Fenerbahçe Ülker’le eşleşti. Herkes
tarafından serinin favorisi sarı-lacivertlilerdi. Karşıyaka o seride ayakta
kalan taraf oldu. Bu kez Anadolu Efes’le eşleştiler ve bir kez daha favori olan
taraf onlar değil, rakipleri Anadolu Efes’ti. Fakat her şey ilk maçın ardından
değişti. İlk kez Karşıyaka’nın artık kupayı kazanabileceği konuşulmaya
başlandı. Değişen sadece Ufuk Sarıca ve takımındaki oyuncuların algısı değildi.
Tüm basketbol izleyicileri Karşıyaka’nın kazanma şansının artık daha fazla
olduğunu düşünüyordu. Bu öyle kolay bir şey değil. Her seferinde dezavantajlı
konumundayken sonunda favori konumuna gelmek, insanlardaki algıyı değiştirmek,
bir psikolojik eşiği aşmayı ifade ediyor.
Hedefe giden yolda psikolojik eşik herkes için önemli. Durup bir kez
daha Kotler’e yönelmeniz gerekiyorsa, çekinmeyin, yapın. Ya da Whiphlash’i bir
kez daha izleyin. Andrew’u o eşiği
aşarken göreceksiniz. Sahneyi terk ettiğinde duygu hezeyanı yaşıyordu. Fakat
hissettikleri onu karar almaya itti. Risk alıyordu. İlk kez ciddi şekilde
odaklanma yaşadı. Akış için tüm bileşenler toplanmıştı. Bagetler elinde
kendiliğinden hareket eder gibiydi. Kimseyi duymuyor, umursamıyordu. Zaman
ilerledikçe, yapabildiğini gördükçe andan keyif almaya başladı. Kanayan eline
rağmen devam etti çünkü haz duyuyordu. Ortaya, kendisi dahil herkesin ilk kez
şahit olduğu bir performans zirvesi çıktı. Karşıyaka için de durum farklı
değildi. Net, belirgin bir amaçları vardı. Dış çevreye, hakemlere,
sakatlıklara, maç sonu açıklamalarına kulağını tıkayıp tek bir amaca yöneldiler.
Kazandıkça, şutlar girdikçe, belli dönemlerde istedikleri oyunu oynadıkça
algıları değişti ve gerçekten yapabileceklerine inanmaya başladılar.
Geribildirimi sağlıklı şekilde alıyorlardı. Sonuna kadar risk aldılar.
Yaptıkları tam saha baskı da, işlerin kötüye gittiği dönemde çekinmeden şut
atmaları da bunu gösteriyordu. Herkesin katılımcı olduğu, ortak bir dilleri
vardı. 30’ar dakika sahada yer alıyorlardı fakat yorulmalarına rağmen devam
edebiliyorlardı. Çünkü endorfin çoktan salgılanmaya başlanmıştı. Oyuncular,
belirli dönemlerde Adrew’un final bölümündeki performansını sergiliyorlardı.
Ufuk Sarıca da, onları en iyiye zorlayan caz hocası Terrence Feletcher
olmalıydı.