10 Nisan 2017 Pazartesi

Cevap Oralarda Bir Yerlerde


- Kazandığınız yedi Fransa Bisiklet Turu zaferlerinin hepsinde, yasaklı madde aldınız mı ya da kan dopingi yaptınız mı?
-  Evet...

Yalnızca bir kelimenin ardından tüm her şey değişmişti. Bir zamanların bisiklet kahramanı Lance Armstrong, sansasyonlarla geçen günlerinden ardından Oprah Winfrey'e verdiği tek kelimelik cevapla, kendisi dahil birçok kişinin hayatını geri dönüşü mümkün olmayan şekilde etkiledi. O konuşmanın üzerinden yaklaşık dört yıl geçti. Armstrong'un hayatı bir daha eskisi gibi olmadı. Olmayacak da. Bisiklet dünyasının da öyle...

Kendimle baş başa kaldığım o günlerde oturmuş, uzun süre Lance Armstrong üzerine düşünmüştüm.* İşin içinden çıkmak istiyordum çünkü, ağır şekilde kandırılmış hissediyordum. Bu hissi yenmenin yollarından biri, Lance'i, yaptıklarına rağmen, bir şekilde, kısmen de olsa haklı görebilmekti. Ama işe yaramadı. Hangi uçtan tutarsam tutayım, ortada çok büyük bir yalan vardı. Yalanın ötesinde ise, geleceğe paranayokça bakmamıza sebep olan çok büyük bir gerçek. Yalan ile gerçek yine bir aradaydı. Biri geçmişi, biri geleceği karartıyordu.

Günümüzde, insanların septik yaklaşımlar sergilemesine direkt olarak 'deli bu' yaftası yapıştırmaya bayılıyoruz. Fakat olayın arka planı bu kadar basit değil. Herkesin kendine göre tanımladığı hayat denilen zaman düzleminin büyük bir kısmı, kişinin kendi doğrularını bulma çabası ile geçiyor. Bu doğrular ise, yapılan hatalar pusulasına göre yön buluyor. Aldığımız domates kötü ise, aynı manava gitmek istemiyoruz. Gitsek bile, aklımızdaki acabalar sonunda ya daha az miktarda alıyoruz ya daha fazla para verip kaliteli sandığımıza yöneliyoruz. İnsani ilişkilerde aldatılmak da öyle. Tekrardan güvenmek zor. Yeni birileri, masumiyet karinesinin yakınından bile geçmiyor. Hepimiz olağan şüphelileriz. Tüm bu kontrol manyaklığı belki de bu yüzden. Daha fazla canımız yanmasın diye. Doğruları yapmak için. Keyif almak, mutlu olmak için. Yani aslında bakarsanız kimse deli değil. Aksine, herkes gayet de akıllı.

Lance tahttan indiğinde bisikletin yeni hükümdarları Britanyalılar oldu. SKY takımının bünyesindeki pedallar, diğer herkesten daha hızlı ve daha güçlüydü. Lance'in itirafından sonra geçen dört sene içerisinde -arada Astana'dan Vincenzo Nibali'yi saymazsak- SKY'ı geçebilen olmadı. SKY'ın parlak çocuğu Chris Froome'un 2013'teki ilk zaferinde çoğu kişi Lance'i unutmaya yaklaşmış, tekrardan bisiklete sarılmaya başlaşmıştı. Çünkü yeni bir kahraman geliyordu. Yeni bir yıldız... Tour de France 2015'in ardından 2016'da üçüncü Froome zaferi geldi. Tamam artık demenin zamanıydı. Eskiye, kötüye ve şüpheye sünger çekmemiz gerekiyordu. Bisikletin yeni sarı mayosunu* konuşmamız icap etmeliydi. Maalesef olmadı. Yine başa sardık. Froome kazandıkça Lance'i daha çok hatırlamaya başladık. Canımız bir kere yanmıştı. İkinci kez aynı şeyi tecrübe etmek istemiyorduk. Gelecek, geçmişi unutturacağı yerde, tabağı ısıtıp tekrardan önümüze servis etmişti. Tüm gözlerde aynı bakış vardı. Froome temiz miydi, yoksa Lance gibi usta ve teknolojik bir düzenbaz mıydı? Geçmiş ile gelecek yine bir aradaydı. Tıpkı bisikletin iki tekeri gibi. Birbirlerini takip eden yalan ile gerçek gibi.

Bugünlerde SKY ile ilgili çıkan haberleri takip etmekte zorlanıyoruz. Kazan, her geçen gün daha da kaynıyor. Lance'in geçtiği evreleri dün gibi hatırladığımızdan, Froome ve SKY hakkında söylenenlere eskisi kadar şaşırmıyoruz. Ama, yine de gerçekle yüzleşmekten kaçınıyoruz. Hiçbirimiz deli değiliz. Akıllı davranmaya gayret ediyoruz. Geçmişi; yalanlarla, boşa geçen zaman olarak nitelendirmek istemiyoruz. Aynı hatayı tekrarlayan ahmak durumuna düşme niyetimiz yok.

Hatalar, hayal kırıklıkları ve pişmanlıklar, travmaları beraberinde getiriyor. Devam etmek istiyorsak şayet, ders alıp tekrardan adım atıyoruz. Doğrumuzun peşine düşüyoruz. Geçmiş, doğruya yönelmemiz için sürekli olarak aklımıza geliyor. Şüpheyi, bir ışığa çevirmeye çalışıyoruz. Kimi, o ışıkla daha da karanlığa saplanıyor. Ama biliyoruz ki, gerçek oralarda bir yerlerde. Televizyonu açsak, göreceğiz. Gazetenin herhangi bir sayfasına baksak, anlayacağız. Bir meclis oturumu izlesek mesela. İçeride olanları kısa süre gözlemlesek. Henüz kapanmadıysa, o internet sitelerinden birine girsek.

Çok yakın bir gelecekte Lance gibi ya 'Evet' ya 'Hayır' diyeceğiz. Geçmişi hatırlayıp, geleceğe iyi bakın. Gerçek oralarda bir yerde. Tüm her şey sere serpe uzanmış, bakmamızı bekliyor. Bunu biliyorsunuz. İyi düşünün. Hiçbir şey, bir daha eskisi gibi olmayabilir. Evet, Froome temiz olabilir. Öyle ümit ediyoruz. Ama biliyoruz ki, Lance temiz değildi.

*O vakitler, Lance'ten yola çıkarak yazdığım yazı.
*Fransa Bisiklet Turu'nda tüm etapların sonunda genel klasman liderine verilen mayo.


16 Ocak 2017 Pazartesi

Oyunun Sonundaki Silah

Yakınımda ve uzağımda gerçekleşen her türlü olaydan fazlaca etkilendiğim için, en başta, duygusal olarak nitelendirildim. Aldığım veya şahit olduğum üzücü haberler, uğradığım veya şahit olduğum haksızlıklar, hayata normal şekilde devam etmeme engel oluyordu. Bu süreçlerde sürekli olarak telkin edildim. Oğlum hayat devam ediyor, oğlum bir tek senin başına gelmiyor, oğlum görmezden gel, oğlum bak dünyada güzellikler de var, oğlum sende de hata var gibi türlü söylemleri ciddi şekilde işitip, kulağımdan beynime doğru yolladım. Hepsini tekrar tekrar düşündüm. Yine o sıralar okuduğum bir kitapta, dünya ile bir aykırılığa düşmenin nedenini tamamen kendine bağlamak ve tamamen dış dünyaya bağlamak psikolojik birer bozukluk olarak anlatılıyordu. Bir tanesinin adı nevroz, bir tanesinin adı da karakter bozukluğu idi. Yani böylece, duygusallıktan psikolojik bozukluğa terfi etmiştim. Ya da, duygusal olmak bizatihi psikolojik bir bozukluktu. Tabii ki de, pes etmedim. Özgürleşmenin peşindeydim. Ahmet Ümit'in de dediği gibi, kaybetmeye alışınca özgürleşiyordu insan. Planım basitti: kişisel algılamayacaktım. Maruz kaldıklarım, ben olduğum için değil, diğer değişkenler sebebi ile vuku buluyor diyecektim. Çok fazla kişisel algılıyordum. Sorunum buydu. Öyle demişlerdi.

O günden sonra ne oldu?

Trafik tabelasına uygunluk gösterip sağ şeritten 50 km hızla giderken arkamdan kornaya basan, sonra beni sollayan, akabinde önüme kırıp beni durduran, ardından arabadan inen, peşine küfreden, en son da yumruk atmak isteyen insanla karşılaşınca, kendi kendime ilk olarak sakın kişisel algılama dedim. Bu kişi, muhtemelen kötü bir gün geçiriyordu ve bana denk gelmişti. Ya da bir yakınının kanser olduğu haberini almıştı. Öyle ya, bunların hepsi ihtimal dahilindeydi.

Yüklü bir para ödemeyi göze alarak gittiğim nezih restoranda herkes afiyetle yemeğini yerken, ben oturmuş sağa sola bakıyordum. Bakıyordum çünkü, başkasının da tabağında hamam böceği geziyor mu diye merak ediyordum. Bir süre sonra ortalığı telaşa katmadan yemeğimi yenisiyle değiştirdim. Kesinlikle kişisel algılamadım. Bu olayın benim başıma gelmesi olsa olsa şanssızlıktı. Eskiden restoranı alevlendirirdim, fakat artık değişmiştim. 

Oğlum başarılı bir öğretim yılı geçiriyordu, fakat sene sonunda beklenmedik şekilde edebiyat dersinden düşük not almıştı. Kendisini çekip sordum, oğlum iyi geçtiğini söylüyordun, bir yanlışlık mı yaptın acaba dedim. Yok valla baba, öğretmenin istediği yazar ve şairlerin eserlerini tereddütsüz saydım dedi. Oğlumun söylediği yazarların ve şairlerin tarafı olduğu siyasi cenahın uyandırdığı şüphe hissi ile öğretmenin yanına gidip işin aslını öğrenmek istedim. Beni gördüğünde, demek mensubu olduğunuz sendika dışında da topluma karışıyorsunuz ha Kamil Bey dedi. Durumu anlamıştım. Tam kişisel algılayacağım sırada, olayı etraflıca düşünüp, boş verdim. Muhtemelen diğer arkadaşların da oğulları, farklı bir sendika üyesi öğretmen tarafından cezalandırılıyordu.

Bisikletimi tamir ettirmek için gittiğim esnaf, güzel bir sohbet ve iyi bir işçilik sonrasında emeğinin karşılığı olarak hiç tahmin etmediğim bir miktar talep etti. Bir gün önce oraya giden ve aynı tamiratı yaptıran arkadaşım neredeyse benden talep edilenin yarısını vermişti. Bir iki söz edip, karşılığında bir iki söz yedim. Bir taraftan kazıklanıyor gibi hissederken, bir yandan da dükkan sahibi ile empati kurup onun halini anlamaya çalıştım. Dükkan kirası çok olmalıydı, ekonomi kötüye gidiyordu ve kepenk indirmemek için o paraya ihtiyacı vardı. Bu, kesinlikle kişisel bir mesele değildi. 

İş yerindeki üstüm, bana, beklemediğim bir anda bağırmaya başladı. Bugüne kadar hiç bağırmadığı için şaşırmıştım. İşi eksik yapmış değildim. İşe geç kalmış değildim. Zam istemiş ya da izin istemiş de değildim. Ama tüm bunlar diğer çalışanların patronu çileden çıkardığı gerçeğini değiştirmiyordu. Hepsi Pelin'e olan kızgınlığı yüzündendi ama olayın ihalesi bana kalmıştı. Kişisel algılayamadım. Hanı bahsettiğim psikoloji kitabı vardı ya, orada bu tür durumları yansıtma vakası olarak değerlendirdiklerini hatırlayıverdim. 

Açıkçası, yaşanılanlar daralmama sebebiyet veriyordu ama atlatacağımdan şüphem yoktu. Kafa dağıtmak üzere stada gideyim dedim, bomba patladı. Eğlenmeye çıkayım dedim, yine bomba patladı. Tabii ki de kişisel algılamadım. Sonuçta, patlamalar herkesi etkilemişti.

Euro ve dolar arttı, borcum vardı; kişisel algılamadım.

Rejim dediler, anayasa dediler, kişisel algılamadım.

Tren garı, havalimanı, park, bahçe derken her yerde insanlar öldü, kişisel algılamadım.

En son dayanamayıp bir iki tweet attım. Adresi bulup kapıma geldiler. İtiş kakış oldu. Biraz hiddetlendim, çünkü tamamen kişisel bir saldırı gibiydi. Gidip sopayı getirdim. Tutup silahı çekti. Kafama dayadı. Tetiği çekmek üzereydi. O an kendime şunu sordum: kişisel algılamalı mıyım?