4 Aralık 2014 Perşembe

Yanlış Olan Ne Varsa

Son beş ayda en çok maruz kaldığım sorulardan biriydi "Kendini tanıtır mısın?" Tanıttım. Her seferinde biraz değiştirerek ama. Gittikçe daha iyi birleştiriyordum geçmişimi. Eksikleri kapatıyor, şüpheye yer vermeyecek şekilde ilaveler yapıyordum. Çocukluğum, okuduğum okullar, sosyal aktivitelerim, ne istediğim, ne beklediğim... Seri bir şekilde söyler olmuştum hepsini. Fena olmadığını düşündüğüm, gerçekle ve yalanla karışık tüm bu kompozisyona rağmen uzun bir süre sonuç alamadım. İbneler ya geri dönmüyordu ya da olumsuz görüş bildiriyorlardı. Sebebini çok düşündüm. Bir şeylerin eksik olduğu çok aşikardı ama neydi o eksik olan? Yeteri kadar inandırıcı değil miydim acaba? Yoksa hala daha eksik parçalar mı vardı söylemediğim? Biraz daha yalan eklemem gerekiyordu belki. Belki sadece kendim olmalıydım. Bilemiyordum. Sadece sıkılmıştım. Hem de çok. Hele son gittiğim bir görüşme vardı ki, karşımdakini neredeyse tekme tokat manyağı yapmak istedim. Kendimde eksik gördüğüm yönlerim nelermiş... Ulan sığır, talep eden taraf benim, eksiklerim var diyelim, hadi ben de bunun farkına varabilecek kadar vicdan sahibiyim -vicdansızlar, hataları ve eksiklerini kabul ettikleri takdirde mutsuz olacaklarını bildikleri için kendilerini, hatasız ve eksiksiz olduğu yalanına çok iyi inandırırlar-, sana niye söyleyeyim ki?

Uzun bir süre dinlendim. Düşündükçe daha çok düşündüm. Tabii sorular dünyanın neresine giderseniz gidin bitmek bilmiyordu. Bu kez de mahalledekiler başladı sormaya. Ne yapıyor muşum, ne yapacak mışım... Güzel küfürler ediyordum. Onlara da çok dayanamadım, başladım tekrardan aranmaya. İlk hafta içerisinde bir yerden davet ettiler. Uğursuz kıyafetlerimi -artık kıyafetlerime bok atar olmuştum- giyip görüşme yapacağım yerin yolunu tuttum. İlk başlarda içim bir cız ederdi heyecandan ama artık işin tam kaşarıydım. Hikayemi önceleri 10 dakikada anlatırken 6-7 dakikalara kadar çekmiştim. Asansöre bindim, uzun koridordan geçtim ve kapıyı tıklatıp içeri girdim. Benden yaklaşık olarak 15 yaş kadar büyük bir adam ayağa kalkıp elimi sıktı ve kendini tanıttı. Bu tip görüşmeleri daha çok tercih ederdim. İK denilen formalite kısmı, can sıkıntısı ve zırvadan başka bir şeydi değildi. Kendimi direkt yönetici ile görüşmeye layık görüyordum. Karşımda samimi bir adam vardı. Önündeki gazeteye bakarak bir iki siyasi yorum ve güncel haber girizgahı yaptım. Hoşuna gitmişti adamın. O da bir kaç yorum yaptı üstüne. Yavaş yavaş çözüyordum adamı. Onların taktikleri varsa benim de gire çıka öğrendiğim birkaç taktiğim vardı. İlk önce kişiliğini çözmeye çalışırdım. Tam konuşmaya geçtiği anda cümle sonlarında onlardan önce davranıp söylemek istediği kelimeyi ondan erken söylerdim. Bu çok hoşlarına giderdi insanların. Onlarla aynı şekilde düşündüğünü zanneder, seni kendilerine yakın hissederler. Bu adama da aynı böyle girişiyordum sağlı sollu. İçim de ısınmamış değildi ama. Renkli, geyik bir şahsiyetti. Fakat tüm bunlar "Kendini tanıtır mısın?" sorusunu sormasına engel olmadı.

Görüşmelere uzunca bir süre ara verdiğimden ya da anlattığım tüm hikayenin bugüne kadar sonuç vermediğinden, bambaşka bir şey deniyordum bu kez. Açıkçası bunu planlamamıştım. "Ben.." dedim,

"Ben...

Beşinci yaş günümdü. Adıma, evimde, annem tarafından düzenlenen doğum günü kutlamasında eve gelen arkadaşlarımdan biri oyuncak arabamı çalmıştı. Bunu, çalan kişinin beşinci yaş günü kutlamasına gittiğimde fark ettim. Anladım ki, insanlar küstah olduğu kadar fütursuzlardı da.

Ortaokulda sevdiğim kızla dersten kaçıp sahilde yürüyüşe gitmiştik. Bir süre sonra yorulunca sırtüstü yatıp bulutları izlemeye başladık. Ayşe, şu buluta bak ne de çok ineğe benziyor değil mi dedi. Ne alakası var, görmüyor musun, bildiğin dinazor bu dedim. Kalkıp tokat attı. Herkesin görmek istediğini gördüğü bir devirdi günümüz.

Lise bittiğinde hayatta tanıdığım en güzel insan öldü. Her güzel şeyin sonu var diyorlardı ama bunu böylesine tecrübe etmemiş olmak tam olarak anlayamamak demek oluyormuş.

Üniversitede en sevdiğim iki hocadan biri, hiçbir şey öğrenemesen bile eleştirel bakmayı öğreneceksin bu okulda demişti. Sonradan farkına vardım ki, dünyanın en güçlü savını da sunsalar sana, insan beyni belli bir süre sonra kendi çıkarına uygun bir argüman üretebiliyormuş. Mutlak doğrunun olmadığını böylece aklımın önemli yerine not etmiştim. İnsanın başına gelen en büyük talihsizliklerden biri büyük bir hünerle kendini kandırmayı başarması.

Daha birkaç yıl öncesine kadar uzunca bir süre düşündükten sonra hayattaki en önemli zenginliğin arkadaşlar olduğuna karar verdim. Maalesef ki para her zamanki gibi gücü eline aldı ve en iyi arkadaşların arasını açtı. Küçüklüğümüzden beri savunduğumuz her şeye ihanet etmiş olduk böylece.

Dünyada en nefret ettiğin şey ne diye sorduklarında tereddütsüz "haklı çıkmak" diyorum. Türkiye'de haklı çıktığımız her konuda ne yazık ki ya siyasi olarak ya da ekonomik olarak çok canımız yanıyor. Ben yanılmaya razıyım, eğer insanlığın selameti devam edecekse...

Birbirine körkütük sarhoş olan iki arkadaşım beklenildiği gibi okullar biter bitmez evlenmişti. Aradan beş yıl geçmişti ki, kız, çocuğu bırakıp başkasına gitti. Ahmet'e bir süre sonra ne oldu da ayrıldınız diye sorduğumda, 'Kral öldü, yaşasın yeni kral dedi, başka da bir şey demedi' dedi. Feodalite kolay kolay yıkılmayacaktı."

Konuşmamı bitirmiştim. Yönetici, gözleri şaşkın bir vaziyette beni dinliyordu. Ne söyleyeceğini bilemedi ilk başta. Önünde duran CV'me bir göz attı. Söylediklerimle orada yazılanları birleştirmeye çalışıyordu herhalde. Ama ben ne okullarımdan ne de iş tecrübelerimden bahsetmiştim. Sadece söylemek istediklerimi söyledim. Bugünlük bu kadar, seni bir kez daha görüşmeye davet edeceğim diyerek o günü sonlandırdı.

Tam bir hafta sonra aynı yönetici tarafından arandım. Madem ilk görüşmeyi bu kadar farklılaştırdın ben de ikinci görüşmeyi farklılaştırıyorum dedi telefonun diğer ucundaki. Gün ve adres verdi. Adres, Kadıköy'deki bir barı işaret ediyordu. İşler tam olarak olmaması gerektiği gibi devam ediyordu. İki gün sonra istenilen saatte istenilen yerde dikiliyordum. Yönetici geldi ve içeri girdik. Patronlar viski içer kardeşim deyip siparişi verdi. Yabancı dilimi test etmek ister gibi bir iki İngilizce laf attı bana. Karşılığını hemen yapıştırdım. Nerede oturduğumu, ne araba kullandığımı sorarak ne kadar para beklediğimi ve hayat standartlarımı öğrenmeye çalışıyordu. Uzunca bir süre sohbet ettik. Beni sevmişti. Muhtemelen işe alınacaktım. Bunu hissediyordum. Zaman öyle boş geçmiyordu tabii. Yarım saatte bir viski-bira söylemeye başlamıştı. Bir yandan benle konuşuyor bir yandan da karşı masada tek başına oturan kızı kesiyordu. İçimden ne oldu la patron, hani sadece viski içerdin, bira nereden çıktı allahın hamalı diyordum. Boku tam anlamıyla yediğimi kıza göz kırpmaya başladığında anladım. Kalk, kızın yanına oturacağız dedi. İşveren ne derse yapmaya hazır biri olarak hayır diyemedim. Gidip, oturmak için izin istedik. Kendini övüyordu, mesleğini, titrini falan saymaya başladı ama belli ki içki içmesini bilmiyordu. Tam anlamıyla matıflamıştı. Fişi çekmesine ramak kalmıştı. Ondan fırsat kaldığı zamanlar ben konuşuyordum. Bir süre sonra içi bulandığı için tuvalete gitti. Aradan 20 dakika geçmişti ve hala gelmemişti. Kız sıkılmasın diye masada konuşma görevini ben üstlenmiştim. Ee dedi kız, senin hikayen ne? Yine o soru amk dedim, son beş ayda en çok maruz kaldığım soru... Yöneticime ne anlattıysam aynısını kıza da anlattım. Ne dediğimi anlamıyormuş gibi dinledi beni. O benim geçmişi merak ederken ben ona anılarımı anlatıyordum CV formatında. Bir süre sonra kız elini bacağımın üstüne attı. Hiç bu kadar terlediğimi hatırlamıyorum. Yönetici birazdan dönüp bu durumu görecek diye çekiniyordum. Beş dakika sonra damladı bizimkisi. İçkiyi biraz fazla kaçırdığını, artık eve gitmek istediğini söyledi. Kıza da, son bir hamleyle ben seni bırakırım istersen dedi. Kız; gerek yok, biz biraz daha oturacağız, buradaki centilmen beni bırakır herhalde dedi. Hemen lafa girdim: "Benim de gitmem gerek ne yazık ki, hem benim arabam da yok..." Bir kız yüzünden bir kez daha görüşmeden geri çevrilmek istemiyordum. Yönetici önce kızı, sonra da beni eve bıraktı. Yolda bir kelime bile etmedi. Kız, bir ara yolda telefonumu alıp kendisi çaldırdı. Patron, kızın bana yazılmasına fena bozulmuştu.Tek hatırladığım buydu. Ben de fena içmemiştim. Ne de olsa ısmarlayan patron vardı. Bayılıyordum bedava alkole.

İki hafta oldu, üç hafta oldu, bir ay oldu. Ne arayan vardı ne soran. Bir kez daha geri çevrilmiştim anlaşılan. İlk başta gayet güzel giden görüşme, benimle hiç alakası olmayan sebeplerden ötürü sonuca ulaşamadı. Tek suçum, yöneticime anlattığım hikayenin aynısını kıza da anlatmış olmamdı. Kızın beni yazar sandığına adım gibi emindim. Yazıyordum gerçekten de. "Kendinizi tanıtır mısın?" sorusuna çeşit çeşit hikayelerden ibaret yazıyordum. Ama o kadardı. İş arıyordum ben. Yönetici, o kadar içmese, kusmaya gitmese bunların hiçbiri olmayacaktı belki de. Kızı bara girdiğimde bir kez bile görmemiştim. Kıza bir kez bile iç geçirmemiştim. Bir kez olsun arzulamamıştım.  Hayat böyleydi işte. Başkalarının yaptıklarının bedellerini çekmekle cezalandırıyordu seni.

Takip eden günlerden birinde telefonum çaldı. Heyecanla açtım. İnşallah yönetici arıyordur ya dedim. 216'lı bir numaraydı. Bu bir şirket hattıydı. Arayan o gece bardaki kızdı. İşten 17:00'de çıkıyorum, görüşelim dedi. CV'me anlatmayacağım bir tecrübe daha eklemiştim.



1 yorum:

  1. Eline sağlık, uzun zamandır okuduğum en güzel blog postlarından biri.

    YanıtlaSil