6 Şubat 2025 Perşembe

Bir Umuttu Yaşatan İnsanı

Önyargılarıma tamamen yenik düştüğüm bir dönemde gençlik kariyerim dip yapmıştı. Elimde avucumda ne varsa hepsini kaybetmiştim. Ne harcayacak kadar param, ne beni teselli edecek bir arkadaşım, ne de kafamı meşgul edecek bir işim vardı. Tam manasıyla dımdızlaktım. Çaresizliğin ortasında, karşıma çıkan her şeye sarılıyor, derman arıyordum. Çıkış yolunu bulabileceğime dair inancım yoktan sadece biraz daha fazlaydı. Zira, şansımın da pek yaver gittiği söylenemezdi. Geriye dönüp yanlışın muhasebesini yaptığımda, kritik anlarda verdiğim kararlar ve kararlarımı etkileyen önyargılara çarpıyordum sürekli olarak. Binlerce kez lanet okudum onlara. Fakat hakikat orada öylece duruyordu. Geçmişe yolculuk mümkün değildi. İçimdeki tüm kederimle birlikte kadere sığınmıştım. Yataktan kalkamadığım zamanları hala daha çok iyi hatırlıyorum. Üzerimdeki yorgan, bir fil kadar ağır geliyordu. Ama aslında ağır olan yorgan değil, kafamdı. Korkaklık ve cesaretin böyle zamanlarda aynı anlama geldiğini bilmezdim. Çünkü, hayattan vazgeçmenin büyük harflerle yazdığı o kırmızı çizgiye daha önce hiç bu kadar çok yaklaşmamıştım. Metro peronlarında sarı ve kırmızı uyarı çizgilerin arasında yaşıyor gibiydim. Hattı geçersem, trenin beni farklı bir yolculuğa götürüp acılarımdan kurtarabileceğimi düşündüm çok kez. Ama yapamıyordum. Hayatınızın herhangi bir döneminde, sarı ve kırmızı çizgi üzerinde bu kadar çok vakit geçirmeye başlamışsanız, korkaklıkla cesareti aynı düzlemde eritmeye başlamışsınız demektir. Pes etme anını gerçekleştirmeyi düşünebilecek kadar cesur, devam edemeyecek kadar korkak... İşte ben buydum. 

O günlerde kafamda hep anı hikaye dönüyordu. Hikayeyi anımsarsınız. Alaska’nın vahşi doğasında oturan iki adamdan biri dindar, diğeri ateistmiş. Dördüncü biradan sonra tanrının varlığı hakkında tartışmaya başlamışlar. Ateist olan, tanrıya inanmamak için geçerli sebeplerim var demiş: "Daha geçen ay kamp yerinden uzakta berbat bir kar fırtınasına yakalandım, tamamen kaybolmuştum, hiçbir şey göremiyordum, hava sıcaklığı eksilerdeydi. Karda dizlerimin üzerine çöktüm ve yalvarmaya başladım.Tanrım bu fırtınada kayboldum; şimdi sen bana yardım etmezsen ölüp gideceğim." Bunun üzerine dindar olan ateist olana dönüp çok şaşırmış bir halde bakmış:“E o zaman şimdi inanıyor olmalısın; yani sonuçta işte buradasın, hayattasın”. Ateist olan umarsızca gözlerini çevirerek şöyle demiş: “Yok, sadece birkaç Eskimo oradan geçiyormuş da onlar bana kampın yolunu gösterdi.” Hikayedeki paradoksun tersine, ben, hem tanrıyı hem de eskimoyu beklemeye koyulmuştum. İlk gelen trene binecektim, başka çarem yoktu. Fakat kimsenin geldiği yoktu. Cebimdeki son kurşunları temel tüketim maddelerine harcamak yerine, oturmuş, sigara ve alkole ayırdığım bir pazar günü, varlığını dahi hesaba katmadığım bir arkadaşımdan mesaj geldi. Bir iş ilanı atmıştı. Denemediğim ve denemeyeceğim bir yol kalmadığı için vakit kaybetmeksizin başvurumu yapmıştım. Fakat, binbir lanet okuduğum önyargılarım çoktan devreye girmiş, beni dibe doğru çekmeye başlamıştı bile. Yani ilanı atan arkadaşım bana göre çakma bir eskimo idi. Şirketi ve benimle görüşme yapacak yöneticiyi internette araştırdığımda pek şansım olduğunu düşünmüyordum. Ülke berbat günlerden geçiyordu. İşsizlik tavandı, enflasyon yalandı. Ayakta durmak çok zordu. Mevcut şartlarda muktedire yandaş olmayan bir sektör bile kalmamıştı ve benim muktedirle hiç de iyi bir ilişkim olmamıştı. Dolayısıyla işin olma ihtimali neredeyse yok gibiydi. Tabii ki de pek bir alternatifim olmadığı için gidip görüşmeyi yaptım. Önyargılarıma kalsa, evimde oturup tanrıyı beklemeye devam edecektim. İyi ki de ilk kez yargılarımı dinlememiştim. Görüşme üzerinden henüz çok kısa bir süre geçmişti ki işe kabul edildiğime dair maili aldım. Şaşkın ve düşünceliydim. Değerlendirmelerim sonucunda işe kabul olmamla nihayete eren hadiseyi iki nedene bağlıyordum. Ya benle görüşme yapan kişi de muktediri sevmiyordu, ya da geçmişte içinde bulunduğum depresyona benzer şeyler yaşamıştı ve kıyamayıp beni işe almıştı. 

Bu iki sebepten hangisiydi bilmiyordum ama uzun süre düşünmüştüm. Daha sonra düşünmenin manasız olduğuna kanaat getirip var enerjimle çalışmaya devam ettim. O günlerde anladım ki, durursan gerçekten de acı üstünde birikiyordu. Çare, hareketteydi. Sorun, hareket edecek alanın giderek daha da daralmasındaydı ama bu dar alandaki kısa paslaşmalar, takunyanın değil kramponların işiydi. Şimdi bakıyorum da, ülke çok daha kötü halde. Ama biliyorum ki kendimi bıraksam, akıntıyla beraber kaybolacaktım. O yüzden son bir gayret.

1 yorum:

  1. Çok güzel bir yazı olmuş.En kötü zamanlarda bile pes etmek yok,her zaman bir yol vardır seni gideceğin yere götürecek.Annen.

    YanıtlaSil