Şu an
Bostanlı’da ganyan bayi diye tabir ettiğimiz; fakat ne hikmetse, yaş ortalaması
45 olan, kızlı erkekli 50 kişinin bulunduğu bir barda yazıyorum bu yazıyı.
Kalabalığın sebebi bir kutlama da; neyi kutluyorlar hiç bilmiyorum. Bazı
muhabbetleri seçiyorum arada, Ankara diyorlar. O da Ankaralı diyorlar, ona
kadeh kaldırıyorlar, garip… Yan masalarında çocukları var 4-5 tane, ortamın en
güzel insanları onlar muhtemelen. Tahminim de, 23 Nisan diye çocuklara “Bugün
sizin gününüz.” deyip, kendi aralarında kutlama olayını da tatil diye bu güne
getirip, aradan çıkarmak. Yan masamda ise 2 kız 2 erkek oturuyor. Muhtemelen
içlerinde bir tanesi ortak nokta, o kişi de bu 3 insanı bir araya getirmiş.
Gergin muhabbetler geçiyor, mutlu oluyorum. İlk defa buluşmanın verdiği
gerginlik var üzerlerinde; ama hepsi görünüşte çok “cool”. Kimse, kimseye
savunduğu şeyleri net olarak söyleyemiyor; ama şu anki konumları, birbirlerini
tartan ve defans güvenliğini elden bırakmayan iki futbol takımı gibi. Kendime
yakın bulduğum tek insan var ortamda, garson. Zaten tanışıklığımız bulunan abi
sağ olsun, biram bittiği gibi getiriyor. Sorguladığım şey de, bu alkol, sadece
kutlama veya ortamı ısıtma için mi içiliyor? Cevabının hayır olduğunu biliyorum
da, bu tür ortamlarda bir eşik var. Mesela ilk 4 birada veya 3 duble rakıda
herkes çok mutlu, kafalar kırılmaya başladıktan sonra içlerinden biri
yanındakine, dertlerinden bahsetmeye başlıyor, bunu duyan başkası bir başkasına
derdini açıyor. Ortam bir anda bohem bir hal alıyor. Yarım saat önce bağıra
çağıra hep bir ağızdan şarkı söyleyen insanlar; bir anda yediye sekize bölünüyorlar
ve dert paylaşma aşamasına geçiyorlar. İşte bu ortamların en kilit insanları “Akıl
hocaları”. Dert dinleyip (aslında dinlemeyip) “Şekerim bas tekmeyi gitsin.” veya
“Tatlım, ben aynısını yaşadım, çözüm bu.” İşte bunların alayının amına koyayım
ben. Neyse, şu anki derdim bunlarla değil ama bunlar da büyük karaktersiz.
Bir önceki bu başlıklı yazıda “İnsan
hep çirkin dedik kendi çirkinliğimizi bilerek.” demiştik, en büyük çirkin
demeyeyim ama en büyük cahil, kendi çirkinliğinin farkında olmayan insan.(İlber
Ortaylı’yı anmamak olmaz.) Bu sadece sen, ben değiliz; herkes öyle. Kötü bir
sonucun doğmasına sebep olduğunda ilk 4-5 gün büyük pişmanlık yaşıyorsun,
sonrasındaysa seni öyle bir savunma mekanizması ele geçiriyor ki, aklın şaşar.
O sonuç, zaten olmuş, geçmiş bir şey; ama o sonuçta, senin haklı sebeplerin
ortaya çıkıyor bir anda. Sanki o sonuca sen sebep olmamışsın gibi isyanlara
başlıyorsun, yeri geliyor karşındakini suçluyorsun “Sonuç bu oldu diye.” Halbuki gerçek, hep sabit duruyor, hiçbir
farklılık göstermiyor. Ama senin algın öyle pis bir şey ki, failken mağdur
yapıyor seni.
Dil, bir insanın en önemli uzvu.
Yeri gelir kelle kurtarır, yeri gelir aşk yaratır, yeri gelir manita yaptırır,
yeri gelir cinsel anlamda şov yaptırır… Bu liste böyle uzar gider. En önemli
özelliği ise, -elbette mecazi anlamda- kemiği olmaması. Sarf edilen kelimelerin,
ağızdan ses olarak çıktığında geri dönüşü olmaması… Ya insanın yaradılışının
doğru olmamasıyla; ya da insanın zaten doğru bir varlık olmamasıyla alakalı.
Dili kullanmak önemli, her anlamda.
Fikir ve – veya düşünce ise daha farklı
bir olay. Dil gibi değil; senin kirli, pis dünyanı dile getirmediğin sürece saklayabilen
bir şey. Sana sahteyi oynama fırsatı veren bir kavram. Düşünebileceğin en iğrenç
şeyi düşün, dile vurmadıkça seni farklı tanıtan bir olgu. Bunu da şöyle över
insanoğlu mesela, “Abi, özü sözü bir adam. Ne düşünüyorsa tak diye söyler.”
Bunların da amına koyayım. Samimi değiller ki, seveyim. Yavşaklığın ihtiyaç
duyulduğu ortamda, prim yapmaya çalışan ve prim yaptığının farkında olan orospu
çocuklarından başka bir şey değiller. Ortamdaki muhabbet veya ortamdaki
insanlar, onun bu primi yapma ihtimalini sağlamasa, dut yemiş bülbül gibi
oturacak ibnelerin önde gideni hepsi.
Sıradaki kavram: “Söz”. Sözden
kastım, elbette söz vermek. (İşemeye gittim, tuvalete biri kusmuş, kokudan
sinir katsayım daha da arttı.) “Saat 2’de Kadıköy İskelesi’nde buluşalım mı? –
cevabı evet.” (Nejat Alp sağ olsun.), “Bu akşam şurada buluşalım.”, “Ben seni
sildim, bana asla ulaşma.” Bunlar farklı türlerde olan söz verme türleri. Bu
söz verme, veya sözleşme diyelim, sadece söyleyeni değil karşı tarafı da
yükümlülük altına sokan bir şey. Söz verilmiş olan karşı taraf, karşı çıkmadığı
sürece bu sözleşmeyi kabul etmiş oluyor. (Sadece hukuki anlamda değil, günlük
hayatta da böyle.) Buna uygun davranıldığı sürece, veya bu sözleşme sonucu
kurulan plan iki tarafça iptal edilmediği sürece, zaten sıkıntı olmuyor. Ancak
söz veren veya sözleşme kurulan kişi, bu duruma uygun davranmadığında büyük
sıkıntı oluyor, en azından bende oluyor. Örnekten yürüyelim, “Ben seni sildim,
bana asla ulaşma.” diyen kişiye, sözleşmeye uygun davrandığınızda sıkıntı
yaşamamak lazım. Bu zaten sizin yarattığınız değil, tek taraflı zorlamayla
kabul ettiğiniz; ancak her iki tarafa da etki doğuran bir olay. Hukukta değil
ama; günlük hayatta siz buna uygun davrandığınızda, bundan bile sıkıntı
yaşayabiliyorsunuz. Nasıl oluyor bilmiyorum ama oluyor. Bir insan, zorla söz
verdiği bir şeyden, sözünü tutmasına rağmen nasıl sorumlu tutuluyor, enteresan…
Son kavram ise, yukarıda
bahsettiğimiz “Algı”. Öyle değişken, öyle çirkin bir şey ki; sizi haklıyken
haksız, haksızken haklı durumuna sokar. Yaptığınız hareketleri, yarattığı
sonuçları, siz ne kadar haklı olmak isterseniz, o boyuta çevirir. Dünyanın en
günahsız insanısınızdır, tüm kötülüklere siz uğramışsınızdır ve aslında sizin
yaptığınız bir şey yoktur. Başkası, sadece sizin dediğiniz şeye uygun davransa
da, suç ondadır. Çünkü söz, verilmek için değildir, düşünceniz kötü olsa bile
siz iyi bir insansınızdır ve sizin ağzınızdan çıkan laflar, sizi bağlamaz.
Haklıyken, haksız olan insanlara
insaf eden, onları bir şekilde kabul etmiş ve kabul etmeye devam eden insanlara
selam olsun, diğerlerine zaten diyecek bir laf yok, zaten haklılar.
Bahsettiğim bardaki muhabbet
dediğim gibi sonlandı, önce hep bir ağızdan şarkılar söylendi, sonra masa
bölündü ve “Akıl hocaları” ortaya çıktı, sonrasında cengaverin biri çıkıp, “
Hadi ya, eğlenmeye gidelim, yeter bu kadar depresyon.” dedi ve gece
sonlandı. Yan masamdaki iki kızdan biri
ben sıkıldım diye kalktı eve gitti, diğerleri kaderlerine boyun eğerek evlerine
döndü.
Son olarak, mesaj verme kaygılı
bir yazı oldu; ama;, insan hep çirkindir, bunu bilerek yaşadık, kendimizi
bildiğimiz için çirkinliğe inandık. Ne olursa olsun; insan, istediği kadar
çirkin olsun, illa ki içinde güzel şeyler barındırıyor. Ben bu güzellikleri
görebildiğime inanıyorum; ama hiçbir insan sizin hayatınızın merkezi olmayı hak
etmiyor. Uğranılan haksızlıkları unutmayın, çünkü siz unutmak için uğraşırken,
karşı taraf o haksızlığı sizin yaptığınıza inanıyor.
Sonuç: İnsan sevmeyin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder