24 Nisan 2014 Perşembe

HİS DOLU HİSSİZLİK 2

                                                                    
                Şu an Bostanlı’da ganyan bayi diye tabir ettiğimiz; fakat ne hikmetse, yaş ortalaması 45 olan, kızlı erkekli 50 kişinin bulunduğu bir barda yazıyorum bu yazıyı. Kalabalığın sebebi bir kutlama da; neyi kutluyorlar hiç bilmiyorum. Bazı muhabbetleri seçiyorum arada, Ankara diyorlar. O da Ankaralı diyorlar, ona kadeh kaldırıyorlar, garip… Yan masalarında çocukları var 4-5 tane, ortamın en güzel insanları onlar muhtemelen. Tahminim de, 23 Nisan diye çocuklara “Bugün sizin gününüz.” deyip, kendi aralarında kutlama olayını da tatil diye bu güne getirip, aradan çıkarmak. Yan masamda ise 2 kız 2 erkek oturuyor. Muhtemelen içlerinde bir tanesi ortak nokta, o kişi de bu 3 insanı bir araya getirmiş. Gergin muhabbetler geçiyor, mutlu oluyorum. İlk defa buluşmanın verdiği gerginlik var üzerlerinde; ama hepsi görünüşte çok “cool”. Kimse, kimseye savunduğu şeyleri net olarak söyleyemiyor; ama şu anki konumları, birbirlerini tartan ve defans güvenliğini elden bırakmayan iki futbol takımı gibi. Kendime yakın bulduğum tek insan var ortamda, garson. Zaten tanışıklığımız bulunan abi sağ olsun, biram bittiği gibi getiriyor. Sorguladığım şey de, bu alkol, sadece kutlama veya ortamı ısıtma için mi içiliyor? Cevabının hayır olduğunu biliyorum da, bu tür ortamlarda bir eşik var. Mesela ilk 4 birada veya 3 duble rakıda herkes çok mutlu, kafalar kırılmaya başladıktan sonra içlerinden biri yanındakine, dertlerinden bahsetmeye başlıyor, bunu duyan başkası bir başkasına derdini açıyor. Ortam bir anda bohem bir hal alıyor. Yarım saat önce bağıra çağıra hep bir ağızdan şarkı söyleyen insanlar; bir anda yediye sekize bölünüyorlar ve dert paylaşma aşamasına geçiyorlar. İşte bu ortamların en kilit insanları “Akıl hocaları”. Dert dinleyip (aslında dinlemeyip) “Şekerim bas tekmeyi gitsin.” veya “Tatlım, ben aynısını yaşadım, çözüm bu.” İşte bunların alayının amına koyayım ben. Neyse, şu anki derdim bunlarla değil ama bunlar da büyük karaktersiz.
               
Bir önceki bu başlıklı yazıda “İnsan hep çirkin dedik kendi çirkinliğimizi bilerek.” demiştik, en büyük çirkin demeyeyim ama en büyük cahil, kendi çirkinliğinin farkında olmayan insan.(İlber Ortaylı’yı anmamak olmaz.) Bu sadece sen, ben değiliz; herkes öyle. Kötü bir sonucun doğmasına sebep olduğunda ilk 4-5 gün büyük pişmanlık yaşıyorsun, sonrasındaysa seni öyle bir savunma mekanizması ele geçiriyor ki, aklın şaşar. O sonuç, zaten olmuş, geçmiş bir şey; ama o sonuçta, senin haklı sebeplerin ortaya çıkıyor bir anda. Sanki o sonuca sen sebep olmamışsın gibi isyanlara başlıyorsun, yeri geliyor karşındakini suçluyorsun “Sonuç bu oldu diye.”  Halbuki gerçek, hep sabit duruyor, hiçbir farklılık göstermiyor. Ama senin algın öyle pis bir şey ki, failken mağdur yapıyor seni.
               
Dil, bir insanın en önemli uzvu. Yeri gelir kelle kurtarır, yeri gelir aşk yaratır, yeri gelir manita yaptırır, yeri gelir cinsel anlamda şov yaptırır… Bu liste böyle uzar gider. En önemli özelliği ise, -elbette mecazi anlamda- kemiği olmaması. Sarf edilen kelimelerin, ağızdan ses olarak çıktığında geri dönüşü olmaması… Ya insanın yaradılışının doğru olmamasıyla; ya da insanın zaten doğru bir varlık olmamasıyla alakalı. Dili kullanmak önemli, her anlamda.
               
Fikir ve – veya düşünce ise daha farklı bir olay. Dil gibi değil; senin kirli, pis dünyanı dile getirmediğin sürece saklayabilen bir şey. Sana sahteyi oynama fırsatı veren bir kavram. Düşünebileceğin en iğrenç şeyi düşün, dile vurmadıkça seni farklı tanıtan bir olgu. Bunu da şöyle över insanoğlu mesela, “Abi, özü sözü bir adam. Ne düşünüyorsa tak diye söyler.” Bunların da amına koyayım. Samimi değiller ki, seveyim. Yavşaklığın ihtiyaç duyulduğu ortamda, prim yapmaya çalışan ve prim yaptığının farkında olan orospu çocuklarından başka bir şey değiller. Ortamdaki muhabbet veya ortamdaki insanlar, onun bu primi yapma ihtimalini sağlamasa, dut yemiş bülbül gibi oturacak ibnelerin önde gideni hepsi.
               
Sıradaki kavram: “Söz”. Sözden kastım, elbette söz vermek. (İşemeye gittim, tuvalete biri kusmuş, kokudan sinir katsayım daha da arttı.) “Saat 2’de Kadıköy İskelesi’nde buluşalım mı? – cevabı evet.” (Nejat Alp sağ olsun.), “Bu akşam şurada buluşalım.”, “Ben seni sildim, bana asla ulaşma.” Bunlar farklı türlerde olan söz verme türleri. Bu söz verme, veya sözleşme diyelim, sadece söyleyeni değil karşı tarafı da yükümlülük altına sokan bir şey. Söz verilmiş olan karşı taraf, karşı çıkmadığı sürece bu sözleşmeyi kabul etmiş oluyor. (Sadece hukuki anlamda değil, günlük hayatta da böyle.) Buna uygun davranıldığı sürece, veya bu sözleşme sonucu kurulan plan iki tarafça iptal edilmediği sürece, zaten sıkıntı olmuyor. Ancak söz veren veya sözleşme kurulan kişi, bu duruma uygun davranmadığında büyük sıkıntı oluyor, en azından bende oluyor. Örnekten yürüyelim, “Ben seni sildim, bana asla ulaşma.” diyen kişiye, sözleşmeye uygun davrandığınızda sıkıntı yaşamamak lazım. Bu zaten sizin yarattığınız değil, tek taraflı zorlamayla kabul ettiğiniz; ancak her iki tarafa da etki doğuran bir olay. Hukukta değil ama; günlük hayatta siz buna uygun davrandığınızda, bundan bile sıkıntı yaşayabiliyorsunuz. Nasıl oluyor bilmiyorum ama oluyor. Bir insan, zorla söz verdiği bir şeyden, sözünü tutmasına rağmen nasıl sorumlu tutuluyor, enteresan…
               
Son kavram ise, yukarıda bahsettiğimiz “Algı”. Öyle değişken, öyle çirkin bir şey ki; sizi haklıyken haksız, haksızken haklı durumuna sokar. Yaptığınız hareketleri, yarattığı sonuçları, siz ne kadar haklı olmak isterseniz, o boyuta çevirir. Dünyanın en günahsız insanısınızdır, tüm kötülüklere siz uğramışsınızdır ve aslında sizin yaptığınız bir şey yoktur. Başkası, sadece sizin dediğiniz şeye uygun davransa da, suç ondadır. Çünkü söz, verilmek için değildir, düşünceniz kötü olsa bile siz iyi bir insansınızdır ve sizin ağzınızdan çıkan laflar, sizi bağlamaz.
               
Haklıyken, haksız olan insanlara insaf eden, onları bir şekilde kabul etmiş ve kabul etmeye devam eden insanlara selam olsun, diğerlerine zaten diyecek bir laf yok, zaten haklılar.  
               
Bahsettiğim bardaki muhabbet dediğim gibi sonlandı, önce hep bir ağızdan şarkılar söylendi, sonra masa bölündü ve “Akıl hocaları” ortaya çıktı, sonrasında cengaverin biri çıkıp, “ Hadi ya, eğlenmeye gidelim, yeter bu kadar depresyon.” dedi ve gece sonlandı.  Yan masamdaki iki kızdan biri ben sıkıldım diye kalktı eve gitti, diğerleri kaderlerine boyun eğerek evlerine döndü.
               
Son olarak, mesaj verme kaygılı bir yazı oldu; ama;, insan hep çirkindir, bunu bilerek yaşadık, kendimizi bildiğimiz için çirkinliğe inandık. Ne olursa olsun; insan, istediği kadar çirkin olsun, illa ki içinde güzel şeyler barındırıyor. Ben bu güzellikleri görebildiğime inanıyorum; ama hiçbir insan sizin hayatınızın merkezi olmayı hak etmiyor. Uğranılan haksızlıkları unutmayın, çünkü siz unutmak için uğraşırken, karşı taraf o haksızlığı sizin yaptığınıza inanıyor.

Sonuç: İnsan sevmeyin.
               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder