3 Nisan 2014 Perşembe

Öfkemi Omuzlarımda Biriktirdim


Dalgınlığım geçtiğinde çok üzün süredir akvaryuma baktığımın farkına vardım. Sağ elim sol omzumun üzerindeydi. Kambur bir şekilde oturuyordum. Günlerdir suyu ve içindeki balıkları izliyordum. Kafamdan hikayeler geçirirken hipnotize olmuş bir şekilde bulunduğum ortamdan aniden kopuyordum. Milli maç nedeniyle lige verilen hafta sonu arası gibiydim resmen. Hayat devam ediyordu ama seyir zevki çok düşüktü. Ve ben bir an önce gerçek rekabetin, gerçek aidiyetin olduğu maçların başlamasını bekliyordum. Bir şeyleri futbolla anlatmayı hep sevmişimdir. Çok kestirme ve basit oluyor. Herkesin futboldan anladığını sandığı bir ülkede okuyanı ve dinleyeni sohbetin içinde hissettiriyor. Moli cinsinden sonra bir de Japon balığı ölmüştü o gün. Son üç gündeki ikinci kayıptı. Öldüler dedim fakat belki de intihar etmişlerdi. Hayatları ve yaşayış tarzları canlarına tak etmiş olabilirdi. Suları sapsarıydı. İçinde yaşadıkları pislikten sıkılmış olmaları ihtimal dahilindeydi. Tüm bunları düşünürken birden, David Foster Wallace'ın bir üniversitede gerçekleştirdiği konuşmasının giriş kısmındaki o kısa hikayeyi hatırladım. İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı balık başıyla onlara selam verip, "Günaydın çocuklar, su nasıl?" diye sormuş. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan edememiş: "Su da neyin nesi?". David Foster Wallace yaşayarak intihar etmeyi seçenlerden olmadı. Kendini asarak hayatı dahil bir çok şeye son verdi.

Sonraki günlerim daha sıkıntılı geçti. Artık bir akvaryuma bakmıyordum. Tek manzaram K1 Tipi bir cezaevinin çatısıydı. Neredeyse günde altı saat hiçbir şey yapmadan ayakta dikeliyor ve bekliyordum. Yemenin, içmenin, telefonun, yaslanmanın, oturmanın yasak olduğu o anlarda insan kendini öyle yoksun hissediyor ki... Neredeyse bir tecrit durumuydu bu. Bitmek bilmeyen nöbetlerde zamanı geçirmek adına sayısız şarkı söylediğimi hatırlıyorum. Kuşları, arabaları sayardım. Zihin kendine sürekli olarak yeni oyunlar ararken beraberinde sıkıntılar yaratmayı da ihmal etmiyordu tabii. Hayat, insana her zaman dert edecek sorunlar çıkarmıştır. Sorunsuz bir hayatın hayalini kurduğumdan değil fakat, mevcut olanları dahi unutturacak boyuttaki yeni problemlerin doğuşu haklı bir isyanın sebebiydi o sıralar. Yine de kendimi telkin etmek için yoğun çaba harcıyordum. İçinde bulunduğum durum, üzerinde durduğum beton kadar hakikiydi çünkü. Stefan Zweig'ın Stranç kitabındaki Dr. B gibi kafayı yememek adına  hayali satranç hamleleri bile yaptım. Bazen de Albert Camus'nun Yabancı'sındaki Mersault idim. Karakterin, yaşadığı hapis günlerini anlatışı bir an olsun aklımdan çıkmadı. Kimi zaman içerideki mahkumlarla mukayese ettim kendimi. Aslında birbirimize benziyorduk da. Tek derdimiz zamanın bir an önce geçip gitmesiydi. Yattığımız yerlerin adı koğuştu. Sosyal ortamdan tamamen izole edilmiştik. Özgürlüğün dışarıda olmayla pek alakası yoktu benim için. Hatta bazen benden iyi yaşadıklarını bile söyleyebilirdim. Dört bacası olan cezaevinden beşinci bir duman tüttüğünde onun mangal olduğunu anlamanız çok uzun sürmüyordu. Et kokusunu kısa sürede burnunuzda hissediyordunuz. Etin, mangala ilk değdiği andaki kokuya yaklaşık 108 gündür hasrettim. Cezaevindeki mahkumların kaleme attıkları bir gol gibi geldi o an bana. Çok geçmeden içlerinden biri bağırdı zaten: "Bu da mı gol değil hakim bey" diye. Goldü sayın seyirciler, goldü. Özgürlük kisvesi altında yediğim nizami bir gol hem de.

Giderek artan öfkemin tek sebebi zamanın durağanlığı değildi. Aynı havayı asla solumak istemediğim insanlarla ortak hareket etmek zorundaydım çoğu zaman. Yine de, cümle kurmadan tamamladığım günler oldu. Yolun diğer tarafındaki insan kümesinde ise, senden üst olanlar, toplumdaki statü kaybını emirler yağdırarak dengeleme çabası içerisindeydi. Aynı şekilde onlara emirler veren başka yıldızlılar da vardı elbet. O kadar çok can sıkıcı şey üst üste gelmeye başlamıştı ki, bu kadar da olmaz, illa ki güzel bir şey de gerçekleşecek diye kendimi inandırmaya çalışıyordum. Tek kurtuluş yolum, yine kendi psikolojimdi. Hoşuma giden tek bir şarkının çalması bile tebessüm etmem için yeterli oluyordu. Buradan kurtulduğumda hiçbir şeyden mutlu olmayan, doyumsuz insanlara karşı savaş açacağıma dair sözler veriyordum.

Son bir ay kala manzaramda bir değişiklik daha oldu. Bu kez dağa, dağdaki bir telefon vericisine bakıyordum. Gazetenin satılmadığı bir yerdeydim. Elimdeki tüm kitaplar bitmişti. O verici, kimi zaman Vizontele, kimi zaman Don Kişot'taki yel değirmeniydi benim için. Ama en azından cezaevi seansları bitmişti. Tüm prangalarımdan kurtuldum derken bu kez de yalnızlığa zincirlenmiştim. Hepimiz bir şeylerin esiriydik bu dünyada. Bazımız paranın, bazımız insanların... Düşüncelerim ve hareketlerim tıpkı ellerim gibi nasır bağlamıştı artık. Nerede olduğumu unutuyordum. Sorgulamadan yerine getiriyordum çoğu şeyi. İleride bunların hepsini unutmak isteyecektim. Nietzsche, tarihin unutarak ilerlediğini söylemişti çünkü. Hakikaten de öyleydi... İnsanların yaptıkları yanlışları ve hataları sürekli tekrarlamaları başka nasıl açıklanabilirdi ki? Sırf tarih ilerlesin diye ben de unutmak isteyecektim. Unutmak istediklerim tekrar tekrar önüme gelecekti. Çünkü unuttuklarım sonuçlar değil, probleme sebebiyet veren unsurlar olacaktı. Üniformaya olan öfkemi omuzlarımda biriktirmeye karar vermiştim. Onların rütbelerini geçene dek unutmak istemediğim tek şey buydu. Benim vaktim dolmuştu. Kapıdan çıkmak üzereydim. Öfkemden daha az rütbeli biri beni durdurdu ve sordu: "Nasıl hissediyorsun asker?" Dışarıya doğru iki adım attıktan sonra dönerek ona şöyle söyledim: "Asker de neyin nesi?" 

1 yorum: