30 Ekim 2010 Cumartesi

Sen Koşma Alex!

Alex'in 2004 senesinin yazında, başarısız sayılabilecek bir Parma macerasında üstüne yapışan "Avrupa'da oynayamaz" lafları sonrasında geldiği Fenerbahçe'de neler yapabileceği o günlerin en çok konuşulan konularından biriydi spor camiası için. Türlü söylentiler ve tartışmalar çıkmıştı hakkında. Brezilya dışında bir varlık gösteremeyeciğini savunanlar olduğu gibi, onun bir futbol virtüözü olduğunu savunanların sayısı da azımsanamayacak kadar fazlaydı. Aradan 6 yıl kadar bir süre geçti neredeyse. Fenerbahçe'ye ilk geldiği sene şampiyonluk sevincini yaşadı. Keza, kulübün 100. yılındaki başarısında da pay sahibiydi. Ligin asist ve gol kralı oldu. Fenerbahçe'nin Avrupa'da en çok forma giyen ve gol atan futbolcusuydu aynı zamanda. İstatistiksel olarak kulübün herhangi bir yabancı oyuncudan almaya alışık olmadığı verimi sağlar gibiydi. Takım Alex'in önderdiliğinde Avrupa kupalarında yakalayabildiği en üst noktayı ulaştı. Herşey Alex'in mutluluğu ve takımın onun önderliğinde elde edeceği başarılar içindi. Fakat bütün bu rakamlara, başarılara ve ilklere rağmen hep bir "AMA" vardı Alex ile başlayan cümlelerin içerisinde. İlk geldiğinde süren tartışmalar, aradan 6 yıl geçmesine rağmen hiç bir zaman bitmedi. Tıpkı hala devam ettiği gibi.

Fenerbahçe'nin başına kim geldiyse, hepsi de Alex'in merkezde olduğu formasyonlarla sahaya çıktı. Bütün bu tartışmalara rağmen hiç bir zaman değişmeyen tek gerçek Alex'in Fenerbahçe kadrosundaki yeri oldu. Oyun içindeki aktif dinlenmesi sayesinde gücünü 90 dakiyaya yayan, yalancı pres yapan fakat zamanı geldiğinde fizik kuralları dışında bir hareketle takımının puan ve puanlar almasını sağlayan bir oyuncu olduğunu bütün futbol izleyicilerine kabul ettirti. Ta ki Cuma günü oynanan Bursa-Fenerbahçe maçına kadar. Uzun bir süredir, Alex'in mücadele eksiliğinin farkında olan izleyiclerin fısıltılar yerini "Demek ki isterse Alex de koşuyormuş" gürültülerine bıraktı. Bursaspor maçında hiç alışılagelmemiş bir mücadele yapısıyla sahadaydı. Top kaptı, yerlere kaydı, faul yaptı. Alex dışı hareketlerin tamamını yapmaya niyetliydi. Lider Bursaspor'dan alınacak bir galibiyetin öneminin farkındaydı. Fakat vücudunu alıştırmadığı ölçüde mücadele ettiği için maçında son 15 dakikasında öyle yorgun düştü ki berabere giden maçın kopma anlarında, kaleyi cepheden çok net bir şekilde görmesine karşın şut vurmak yerine, forvet oyuncularına vermek istediği fantastik paslarla hem kendisini hem de o topları yakalamak isteyen oyuncuları küçük düşürdü. Yani Alex mücadele etti diye sevinenler, aslında maç sonu yerlerde sürünen performansın farkında değildi.

Günümüz futbolunda koşmayan hucüm oyuncularına yer yok savlarını sıklıkla duyuyoruz. Toplu savunma, toplu hucüm modern futbolun gerçekleri diyorlar. Doğrudur. Lakin bu tarz bir futbol anlayışını benimsemek istiyorsanız, kadronuzu da bu futbolu oynamaya uygun futbolcularla kurmalısınız. Diğer bir deyişle, kadronuzda Alex tarzında futbolcular varsa, ya Alex'in futbol yapısını kabullenip, arkasına onun mücadele eksikliğini kapatacaklar adamlar yerleştirirsiniz, ya da Alex'i yedek kulübesine mahkum edersiniz.

Kıscası, fizik gücünü nizami bir şekilde 90 dakikaya yayan, gerektiğinde dinlenen, ama sahne alması gereken noktada da en doğru hareketi yapan Alex her daim tercihimdir. Alex'in kadro içindeki mevcudiyetinin sene sonuna kadar kaçınılmaz oluşu herkes tarafından kabul gördüğüne göre, Alex'i de olduğu gibi kabul etmek gerekiyor. Zaruri yollardan da olsa, Alex'li kadroyu kabul eden insan Alex'i kabul etmelidir.

29 Ekim 2010 Cuma

Kurşun Kalem



Not:Resme tıklarsanız büyür.
Kaynak: thingsfallapartcomic

28 Ekim 2010 Perşembe

Where Words Fail, Music Speaks


Mevcut şartlarda oluşması zor, gerçeklerden uzak hayaller kuran insana deriz ki "O dediğin filmlerde oluyor senin". Peki izlediği bir filmdeki karakterin hayatına imrenen, akabinde onun gibi bir hayat yaşama isteği kuran bir insana, "O hayal ettiğin ancak filmlerde oluyor." demek isterken, zaten film izlemekte olduğu gerçeğinin farkına vardığınızda ne dersiniz? Ya da, sizin kelimelerinizin kifayetsiz kaldığına mı üzlürsünüz yoksa; filmi izleyen, onun bir film olduğunu bilmesine rağmen hayal kurma eylemine devam eden, kendisine paranoyak damgasının vurulmasından korktuğu için "Bu hayal ettiğim de ancak filmlerde olur zaten." cümlesini içinden dahi söyleyemiyecek kadar hayallere dalan insana mı üzülürsünüz?

26 Ekim 2010 Salı

Where Sleepless Night Happens


NBA'in başlamasına saatler kala anırlarla dolu duygusal satırlar yazmıştım aslında. Mirsad Türkcan'dan başlayan, Semih ve Ömer ikilisiyle son bulan epey uzun bir yazıydı. Muhtelif nedenlerden dolayı yayınlamaktan vazgeçtim. Kendisini bir süre taslak olarak kabul etmek durumunda kalacak. İlerki zamanda tozlu raflardan çıkarırız belki.

Geceleri geç yatmayı huy edineli çok uzun zaman oluyor ama "bu gece bizimkilerin NBA maçı yok en azından" deyip, kafayı yastığa vurduğumuz da oluyordu. Şuan gelinen noktada neredeyse her gün bir Türk basketbolcunun maçının olduğunu düşünürsek, "hain geceler" yine bizleri bekliyor gibi. Klişelerin arkasına saklanıp, olayın taktik kısmına girmeye, laf kalabalığı yapmaya gerek yok. Ama hepsi için birer cümle yazalım da gönüller hoş olsun istedim.

Hidayet- Son bir senedir kafaca ara verdiği basketbola, Dünya şampiyonasıyla biraz ısınmış gibi gözüksede, vücut dili "çok istekliyim, Phoenix'de harikalar yaratacağım" tarzında sinyaller vermiyor. Hele ki "4" numara pozisyonunda alacağı sürelerin artması sonucunda, bel ve sırt bölgelerin bolca ağrı hissedeceğini kestirmek güç değil. Phoenix kendisi için en doğru takım olmasada, basket hayatının bir döneminde de olsa S.Nash ile oynamanın keyifini sonuna kadar sürmesini dileriz.

Mehmet Okur- Sakatlıktan sonra nasıl bir iyileşme dönemi geçirdiği performansı açısından çok önemli olacaktır. Sağlıklı bir M.Okur'un 25-30 dakikalara varan süreler alması kuvvetle muhtemel. Gerçi Boozer'ın ayrılmasından sonra takıma yapılan Jefferson ve Elson takviyelerini göz önünde bulundurursak, pota altı için bir hayli fazla seçenek oluştu ama bu isimler arasında klasik J.Sloan oyunu için en büyük aday sağlıklı bir M.Okur olacaktır. Kemikleşmiş sayı ve ribaund istatistiklerinin yakınında gezinecektir. Fakat tekrardan belirtmekte fayda var, bütün bu tahminler tamamen sağlıklı bir M.Okur için geçerli.

Ersan- Geçen sezon olduğu gibi, bu yılda en büyük umutları onun için besliyorum. Çalışan, savaşan ve mücadele eden her oyuncu hak ettiği süreleri bulur. Ersan da bunun en somut örneği. *Pas vermesine bayılan, atmaktan çok attırmayı seven* B. Jenning varken üstüne bir de E.Boykins, C.Maggette ve K.Dooling eklenince Ersan'ın ekmeğini yine hücum ribauntların çıkarması gerekecek gibi gözüküyor. Dış şut tehdidini de eklersek, kendisi benim nazarımda Milvaukee kadrosunun en önemli "4" numarasıdır ve takımın kilit oyuncusudur. Tek farkına varması gereken nokta, istekli yapasını bütün maçlara yayıp, istikrar yakalayabilmesidir.

Semih ve Ömer; hemen hemen benzer özelliklere sahip bu ikilinin kat etmesi gereken çok yolları var. Bir gün yollarının NBA'e düşeceklerini bile bile, kariyer planlama aşamasında İngilizce öğrenmemeleri, onları eleştirebileceğimiz ilk nokta. Ömer'in gerçekleştirdiği felaket ötesi bir röportaj sonrası, D.Rivers'ın "Semih dediklerimi anlamıyor" beyanatı durumun ehemmiyetini gösteriyor. NBA'de yaşanan uzun kısırlığından faydalanarak adım attıkları bu yeni macerada kalıcı olmak istiyorlarsa, hücum anlamında kendilerini geliştirmeleri şart. Boozer'ın sakatlığı sonrası Ömer'in aldığı dakikalar istemeden de olsa arttı fakat bu aldığı süreyi çok iyi değerlendirip, kendine yer edinmeli. Boozer döndüğü takdirde Boozer, Noah, Gibson ve Thomas gibi rekabetin bol olduğu bir ortamda, Thibodeau adında savunmayı seven bir koç ile çalışması Ömer'in alacağı süreler açısından olumlu gibi gözüksede potaya yakın yerlerdeki bitiriciliğini ve serbest atışlarını geliştirmesi zaruri ihtiyaçları arasında. Aynı şekilde Semih'in de Perkins ve J.O'Neal'ın sakatlıklarla boğuştuğu, Shaq'ın bolca sakatlacağı bir sezounda River'ın gözüne girebilmesi için salt yaptığı bloklar ve aldığı ribauntlar yetmeyecektir. Garnett, Perkins ve O'Neal'ların olduğu bir pota altında, ekstra hareketler yapmalısınız ki süre alabilesiniz değil mi? Sonuç olarak ikisinin işi de çok zor. İlk sezonlarında, sakatlık problemleri olmadığı takdirde(hem kendilerinin, hem takım arkadaşı olan rakiplerinin) istedikleri süreleri belki alamayacaklardır ama fırsatın bir gün onlarada geleceğini bilerek kendilerini sürekli hazır tutmaları, bu süre zarfında kendilerini geliştirmeleri çok önemli. NBA'de tutunmak için doğru takımda oynamak çok önemlidir. İkisi için de bu kadar çok pota altı oyuncusunun olduğu kadrolar en iyi seçenek değil belki ama kendilerini kanıtlamış büyük isimlerin yanında onlardan öğrenecekleri tecrübeler en büyük şansları. Ne demiş büyüklerimiz: "NBA girmesi kolay, okuması zor"

23 Ekim 2010 Cumartesi

Orkestra Şenyaylar #1


Eksik kalmıştı çünkü. Grooveshark'sız olmazdı. Artık internette blog okurken mi dinlersiniz, gazete okurken mi bilemem. Ama hangi şarkıyı açacağım derdine son versin diye düzenlendi bu liste. Haftada bir kez güncellemeyi umuyorum. Bakarsın iki hafta da bir kez olur.

21 Ekim 2010 Perşembe

Küçük Mutluluklar, Büyük Sıkıntılar



Saat
8:15 Sabahın köründe dersi olmasına rağmen gece geç yatıp, üstüne birde gece boyunca oda arkadaşının horlamasını dinleyince, o sıcak yataktan çıkıp yağmurlu bir güne merhaba demenin zorluğunu yaşıyorum tam bu dakikada. Zaten kafamda türlü sıkıntı. Ales'e ne zaman başvuracağım? Ales'e neden başvuruyorum? Kahvahtılda ne yesem ki? GS'nın başına kim gelecek acaba? Türban tartışmasında son durum nedir? Sonu yok bunun.. Alelacele Pink Floyd-Echoes açıyorum bir an önce kendime gelebilmek için. Fakat yeteli değil. Hala sevimsizim. Kendimi daha da güzel bir şeyle motive etmem gerektiğine inanıyorum. Burnumu sağa, sola ve yukarı doğru kaşıdıktan sonra buluyorum. Menemen

8:45 Sıcak bir duş düşüncesi sarıyor dört bir yanımı. Tamamen ayılabilmek ve menemenin tadı daha iyi kavrayabilmek için. Bu esnada banyoda telefonun hoparlöründen açtığım şarkı Pink Floyd-Comfortably Numb olarak değişiyor. Uykusuzluğun verdiği huysuzluğu yavaş yavaş atar gibiyim.

9:00 Giyinip, kantinin yolunu tutuyorum. Günaydın ve hal hatır sorma ritüelini kısa kesiyorum, zira sabah kalktığımdan beri güne olumlu bakabilmemin yegane sebebi menemen. "Mehmet Ali abi, bana malzemesi bol olanından bir menemen. Üç gündür çay, poğaça derken boğaz kurudu be abi, midemiz bayram etsin bir." diye sevimli bir surat ifadesi takınıyorum. Az sonra somurkantlığına dönüşeceğinden habersiz bir şekilde. "Kusura bakma Borca'cığım, bıraktık menemen yapmayı, domatesin fiyatları bu denli artınca zarar eder olduk" cevabını veriyor Mehmet Ali abi, hem de çok savunmasız yakalandığım bir anda. O sırada, ruhumun derinliklerinden geçen küfürleri sansürlemeye hiç bir "dıt" sesinin gücü yetmez tabii. Üç saatlik uykuya ve kafamdaki bin türlü soruna rağmen güne pozitif başlayabilmesinin koşulu olarak menemeni gören biri nasıl küfür etmesin ki bu cevap karşılığında. Oysa ne hayellerim vardı, bir yandan ekmeğimi bandıracaktım, bir yandan gazetelere göz gezdirecektim.

9:15 Kahvaltıyı fakültenin kantininde edeyim bari düşüncesiyle kitaplarımı aldığım gibi dışarı çıkıyorum. Bir saattir ahmak ıslatan olarak seyrine devam eden yağmur, bir anda doluya çeviriyor. Duruyorum. Hızlı düşünce seli oluşuyor kafamda. Ne bir şemsiye, ne bir kapşonum var. Montumu kafama siper edip, cebimdeki parayı sayıyorum. Bir küfür daha çıkıyor ağzımdan. Ales başvurusu için yeterli bakiye yok. Bunun anlamı önce para çekmemeye gitmek demek. Yani daha fazla ıslanmak ve kahvaltı edemeden derse girmek. Benim bunları düşündüğüm sırada pantolonum, çamaşır makinasından yeni çıkmış gibi sırılsıklam tabii. Sonunda nihai karara varıyorum ve yurdun kapısından içeri dalıyorum.


9:20 Odaya girip hemen bir Pink Floyd- High Hopes açıyorum. Aynı zamanda benim uyku müziğimdir çünkü. Kafamda direk yatağa kıvrılmak var. Ama önce şu an neden bu durumda olduğumu irdelemem lazım. 1-) Özel sektöre iş başvurusunda bulunmak isteyen kişilerden bazı şirketler başvuru ücreti keser. İş bulma telaşını girmiş her insan şikayetçidir bu rezillikten. Fakat her ne hikmetse, aynı kişiler her sınav için 40 tl gibi bir ücret alan güzide devletini sorgulamaz. 2-) Ülkenin en büyük sorunu baş örütüsüymüş gibi iki haftadır tartışıyorlar. Yahu millet yiyecek domates bulamıyor. Karnını doyuramıyor. Sebebini ne soran var ve ne umursayan. Filistin'e ilaç gönderip, ilaçların üstüne "tok" karnına yazmak gibi bir şey bu da. Doyamayan, temel gereksinimlerini karşılayamayan insan hayatını devam ettirdi zaten, üstüne bir de baş örütsü kaldı. 3-) Hava muhalefeti ve ülkenin sahip olduğu çarpık spor kültürü. Galatasaray ile senin ne işin olur demeyin. Çeşitli zorluklarla getirdiğin, hemen hemen ülkedeki çoğu spor adamından daha bilgili ve efendi olan adamı gönderiyorsun. Göndermen yetmiyormuş gibi, onun koltuğuna düşündüğün adamları hiç utanmadan, dalga geçer gibi yüzümüze vuruyorsun. Zerre umrumda değil. İstiyorsanız en çapsızını getirin. Lakin bunların hiç biri sizin gibilerle aynı ülkede yaşadığım gerçeğini değiştirmiyor.

9:30 Kalktığım saatten itibaren epey zaman geçmiş. Hiç kalkmasam ne kaybderdim diye düşünmeden edemiyor insan. Küfüre meyyalim vallahi dertten. Ayrıca bu sabah yine her sabahki gibi sıkıldım Ankara'dan. Ben iyisi mi yatayım...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Roads

Bugün bol bol laf ettim. Sağa, sola kimi zaman ortalığa. Bu günlerde sıklıkla yaptığım aktivitlerin başını çekiyor. "Ne iş yapıyorsun?" diye sorduklarında hala aynı serilikte "öğrenciyim" cevabını verebiliyorum. En azından şimdilik. İleride kartvizitimde ne yazar bilinmez. Bir kartvizitim olur mu ondan bile emin değilim. Aslında çok bilindik bir şarkı paylaşmak için girmiştim buraya. İnsanlık tarhinin en "yıkım" şarkılarından birisini. Ama önce buna hazır mısınız diye sormak istedim. Ha bir de kendimizi şanslı hissetmeliyiz. Bu şarkıyı herkesin bildiğinin farkındayım. Fakat bu, ne benim şarkıyı paylaşmama engel, ne de bir kez daha dinlememe. Vesile olmak güzel şey...

17 Ekim 2010 Pazar

Temel

Bugün Taksim'de yasa dışı dinleme olaylarına karşı eylem yapan ÖDP'liler saldırıya uğradı. Bu saldırıyı buraya taşımamın sebebi ise saldırganların Trabzonspor'lu taraftarlar oluşu. Sebepleri nedir, nelerdir vs. araştırdım biraz. Saldırganların köpüklü ağızlarından süzülen cümlelere göz atalım: "Kahrolsun Pkk", "Ogün Samast Oley" , "Şehitler ölmez,vatan bölünmez".

Temel bir gün kahvede arkadaşlarıyla iddiaya girmiş. "Trabzon'dan, İstanbul'a 7 saatte girerim.", "Giremezsin.". Rakı masasını kurun, 14 saat sonra geliyorum demiş. Hakikaten 7 saat sonra İstanbul girişinde tabelada resmini çekmiş ve göndermiş arkadaşlarına. Aramışlar Temel'i, "Hadi geri gel, sofrayı kuralım.". Saatler geçmiş, Temel yok. 10 saat 15 saat derken 1 gün olmuş. Arıyorlar, açmıyor. Mesaj atıyorlar, geri dönmüyor. 2 gün sonra Temel  gelmiş kahveye. "Ula Temel ne oldu niye bu kadar geciktin ? ". " La geri gel demediniz mi ? Geri geri araba hız yapmıyor. " demiş.

İşte o hesap, bütün gruba genellerim ama genellemiyorum, bir grup Temel; Ödp ile Bdp'yi birbirine karıştırmış. Karıştırmanın yanında Bdp'yi de anlamamış. Şişeler falan havalarda taklalar atmış,Galatasaray Lisesi'nin önünde. Ödp'liler, "Yaşasın Halkların Kardeşliği" , "Kahrolsun Faşizm" falan derken yaralananlar olmuş.

Çirkin, iğrenç, boş bir hareket. Basın üstüne gitmiyor görüldüğü gibi. Peki bu olay Doğu'da olsaydı, olacakları şöyle bir gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz ?

Futbolun içine siyaset girmesin söylemleri olan insanlar var. Bu söylemi gerçekleştirmek bile büyük bir siyasettir zaten. Siyaset, hayatın her alanında vardır. Bir şekilde var olmayı başarmıştır. İki sevgili arasında bile Faşizan bir ilişki olabilir. Tribünlerdeki problem bu işte. Uzaklarda aramasın kimse. İçine girdikçe,kendinden uzaklaştıran tribünlerin tek sebebi bu. Ne kadar derin girdiyseniz içine, o denli hızlı uzaklaşmak istiyorsunuz. (Benim gibi düşünüyorsanız.)

13 Ekim 2010 Çarşamba

SexMusic//10. Unplugged



sexmusic // 10. unplugged

1-)a movie script ending [acoustic] // death cab for cutie
2-)layla [acoustic] // eric clapton
3-)be quite and drive (far away) [acoustic] // deftones
4-)hysteric [acoustic] // yeah yeah yeahs
5-)kissy kissy [acoustic] // the kills
6-)stellar [acoustic] // incubus
7-)a martyr for my love for you [acoustic] // the white stripes
8-)katherine kiss me // franz ferdinand
9-)train song // ben gibbard & feist
10-)us // regina spektor

Kaynak: sexmusic

12 Ekim 2010 Salı

9 Ekim 2010 Cumartesi

Siz Kirpileri Bilir Misiniz?


Siz hiç kirpileri düşündünüz mü diye başlardı Eyavh Necdet bu satıları yazıyor olsaydı. Evet, ben kirpileri düşündüm. Peki siz kirpiler nasıldır bilir misiniz? Birbirlerine yanaşırlar ta ki birbirlerine batana kadar. Sonra tekrar uzaklaşırlar. Öyle bir kısır döngüdür ki, tekrar yanaşmaya başlarlar, ta ki yeniden birbirlerine batana kadar. İnsanoğlunu onlara benzetir oldum son günlerde. Konuşmak, samimi birer arkadaş olmak için yanaşırlar, sonra da tartışıp uzaklaşırlar. Küskünlüklerle geçen vakittten sonra tekrar size sokulurlar. Neden biliryor musunuz? Bunlar tek başına hiç bir şey yapamayan insalardır çünkü. Schopenhauer'un dediği gibi bunlar yattıklarında bile kendileri için dua edemezler. Başkalarından, onlar için dua etmesini beklerler. Bu internet diye adlandırdığımız mecranın da pek farklı bir durumu yok aslında. Herkesin aklında birer fikir. Tıpkı göt deliği gibi. Herkesde birer tane var. Konuşuyorlar sonunu düşünmeden. Mesut, Türkiye için mi oynamalı mıydı yoksa Almanya için mi? Sebepsiz yere tartışıyorlar, birbirlerinle kavga ediyorlar. Hem de cevaplarını bildikleri sorular için. Empati yeteneğinin bu kadar düşük olduğu bir toplumda, farklı ve anlayışlı davranışlar bekleyerek zamanlarını harcıyorlar.

Mesut konusu hakkında bu zamana kadar tek bir kelam bile etmedim, etmeyi de düşünüyordum. Fakat, bu insanların beni de zıvanadan çıkarabileceğini nereden bilebilirdim? Olayı çok basit bir örneğe indirgeyerek anlatmak istiyorum. Mesut Özil ve babası hakkında kesin doğruluğunu bilmediğimiz çeşitli komplo teorileri dolaşıyor ortalıkta. İlkbaşta Türk Milli takımını seçmek istediler fakat, aldıkları olumsuz cevap karşılığında Almanya tarafına seçtiler gibisinden bir çok açıklama var. Nihayetinde Mesut Almanya Milli takımı için ter döküyor ve görevini lakıkıyla yerine getiriyor. Hatta ve hatta kulübünden sonra Milli takımda sergilediği performans sonrası kednisine Real Madrid yolu açılıyor. Diğer tarafta, Galatasaray'ın halihazırdaki en iyi futbolcularının başı çeken Arda Turan daha düne kadar kadar Türk pasaportuna sahip oyuncuların çektiği ve çekebileceği sıkıntılardan bahsediyor. Yani kendilerinin handikap sahibi olduklarını söylemeye çalışıyor. Bu ifadeleri okuyan herhangi bir sporcu ki bunun Mesut olmasına hiç mi hiç gerek yok, hangi şartlar altında Türk milli takımın seçer sorarım size? Ya da siz bu açıklamaların kol gezdiği bir spor kültürüne sahipken hangi futbolcuyu sizin Milli takımınız için oynamasına ikna edebilirsiniz? Geçmiş zamanda olan geçmişte kalır. Daha fazla olayı kurcalamanın da anlamı yok zaten. Adam sahaya çıktı çatır çatır topunu oynadı. Şu an gösterdiği performans ve bulunduğu nokta da ne kadar doğru kararlar verdiğini göstermez mi zaten? Siz iyisimi birbirinize çok yaklaşmayın arkadaşlar. Nasılsa birbirinize batıp, sonraki maçlar için tekrar yaklaşacaksınız. Eğer ki yaklaşmak istiyorsunuz, önce kendi futbolcunuzun kendi ülkesi hakkında yaptığı açıklamaları okuyun, ardından çoktan yolunu seçmiş insanlar hakkında yorum yapın. Yanlış anlamayın, ben sizin ve çevrenizdekilerin iyiliği için söylüyorum.

7 Ekim 2010 Perşembe

Bitmeyeydi İyiydi


Herkesin her şey hakkında yorum yapmaya başladığı anda ebedi bir suskunluk oluşuyor bende. Gereksiz ve çok kavramları geriyor beni. Zaten bir şey popüler olmaya görsün bu dünyada, işin hemen cılkı çıkıyor. Mevzuya dönmek gerekirse, fotoğraftaki maçın oynandığı tarih 2010 Wimbledon'a tekabül eder. Bizi üç gün boyunca televizyona bağlayan bu maç hakkında konuşmak için geç kalındı tabii ama o zamanlar yazının girişindeki bahsettiğim sebeplerden dolayı, herhangi bir karalama isteği yoktu bende. Lakin bu gece, bir gece ritüeline dönüşen "blog gezenlemesi" eylemini gerçekleştirdiğim anda farkına vardım ki tarihin sadece tekerrürden ibaret olmadığını bize anlatmaya çalışan bu sportif olayı ölümsüzleştirmek, her tenis-severin yapması gereken bir hareketmiş. "Bu adamların çişi gelmiyor mu?", "Bunlar x-men mi?", "Maç bitmeden, mevsim değişti" gibi çeşitli esprilere maruz kalmamıza sebebiyet veren Isner ve Mahut, unutulmazlar arasını adlarını çoktan yazdırdı. Bir de buraya yazsınlar istedim. Haa, şunu da unutmayalım bu maçı Mahut kaybetmedi, Isner kazandı.


"Isner de insanmış"