28 Haziran 2010 Pazartesi
Anlayana
Gözlemlemenin ve yorumlamanın insan hayatında çok önemli olduğuna inandım hep, bazen insanı mutsuz etme pahasına olsa da. Dünya kupasındaki futbol kalitesi kötü diye hayıflandığımız bu günlerde- ki çoğu takımın haddini bilerek, bilinçli top oynadığını düşünüyorum- maçlar bittikten sonra daha çok keyif alabileceğimizi düşündüğümüz programlar ve o programlarda yorum yapan insanları gözlemleyip, yorumlamakta kaçınılmaz oldu bu bağlamda.
Disiplinler arası mesafenin azaldığı, kavramların iç içe geçtiği bir dünya var etrafta. Bu konformist düzende içi dolu muhalif fikir beyan etmek neredeyse imkansız hale geldi. Fikir diye önümüze konan şeyler sistemin neredeyse propagandası. Diğer yandan çok ağır medya bombardımanı altındayız. Basın, televizyon , internet... Frankfurt Okulu orijinli “Kültür Endüstrisi’nde” anlatıldığı gibi standardize etme hareketleri aldı başını gidiyor. Yayın akışlarının ciddi bir bölümünü Dünya Kupasına ayıran iki Türk kanalında yorum yapan zatlar istemedende olsa alet oluyorlar bu düzene bir bakıma. Daha doğrusu bunun farkına varabilecek yeterlilikte değiller.
Bize ilk dersten beri bıyık altından söylenen aslında şuydu her zaman: “ Düşünün fakat sesinizi çıkarmayın” . Sonra bir anda aslında herşeyin göründüğü gibi olmadığı farkettim. İnternet sayesinde insanların düşüncesini serbestçe beyan ettiği blog’lar ve siteler gördüm. Bunlara karşı uygulanan sansür ve yıpratma çalışmaları işin çirkin kısmı tabii. Ekşi sözlükte açılan “entry’ler” adına hoşnutsuzluk duyan ve bunu hakaret sayan medya mensupları olayı hukuki boyuta taşıyacak kadar çirkinleştiler hatta. Bir yandan düşünmemizi isterken, bir yandan kendilerine zarar gelmesin istiyor. Yaptıkları yorumlarla, litaratüre altyapısı olmayan katkılar yapan bu insaların içindeki boşluk doldurma kaygısı tam olarak insanlığın doğasında gelen bir şey aslında. Eski futbolcular, iş adamları çıkıp spor konuşuyorlar, anlatıyorlar kendilerince. Boşluk dordurmaya çalışıyorlar yani. Fakat kimse çıkıp ben boşluk bırakmak istiyorum demiyor. Çünkü boşluk insanın hayal gücünü harekete geçirir. Yani düşünme başlar. Düşünmeyele beraber farkındalık. Yaşadıkları kültüre başkaldırı bir bakıma. Fakat korkuyorlar..Mevcut durumdaki mutlulukları koruma hırsı ve arzusu içinde hiçbirşey göremiyecek kadar körler.Zira bulundukları kültürü farketmek onlara çok ağır bir darbe vuracak. Hakikati farketmek hayatlarını mahvedecek,mutsuz olacaklar. Tıpkı bir çoğumuzun hissettiği gibi.
Sonuç olarak bu dağınık yazıdan çıkarılması gereken sonuç şudur: Yeterli kapasiteleri olmayan insanlar, farkında olmadan düzene hizmet ederken, biz yapılan yorumlardan zehirlenmeye ediyoruz. Ama iş eleştri ve kendi fikrimizi beyan etme kısmına gelince bir anda hukuki yollara başvuruluyor. Ben hiç sesimi çıkarmıyayım da hayatında hiç maç izlemeyen insanlar istedikleri gibi konuşsunlar mı yani? Adama sormazlar mı Dodurga kahvehanesi mi lan burası diye? Bütün bu duygular yüzünden diyebilirm ki insanoğlunu değil, tek tek insanları seviyorum...
Gönderen
bora
17 Haziran 2010 Perşembe
cCc Arsene Wenger cCc
Benim için Alex Ferguson’dan çok daha fazlası. Elektrik mühendisi, ekonomi master’ı dışında Almanca, İtalyanca, İngilizce, İspanyolca, Japonca biliyor. Kendine has bakış açısıyla yeni bir düzen kurmaktan bahsedecek kadar da bilgili ve akıllı...
Siyasetle çok ilgilisiniz. Siyasi manzarayı nasıl görüyorusunuz?
-80’lere kadar dünya kapitalis ve komünist modeller arasında ikiye bölünmüştü. O komünist modelin işlemediğini gördük. Ama, kapitalist model de sürdürülebilir gibi değil. Geçen oyuz yıl içinde, batıdaki herkesin cebine asgari de olsa bir miktar para girmiş oldu. Bence bunun ardından gelmesi gerekn aşama, herkesin paylaşacağı azami miktar olmalı.
Günümüz futbol bizatihi kapitalist sistemin adeletsizliğinin bir özeti değil mi?
-Rekabet üzerine kurulu bir dünyada yaşıyoruz. Futbolcuların kazandığı paraya gelince , en çok kazanan futbolcular bile o servet sahiplerini yanında düşük gelirli kalıyor. Obama’nın bu kadar devasa miktarda paranın kabul edilemez olduğunu söylemesi bir işaret fişeğiydi. ABD gibi kapitalistin hası bir ülkede bile bu durum kabul edilmiyor artık. Belki on belki yirmi yıl sonra alacak ama günün birinde ortak bir sağduyu oluşacak. Bu sistemin adil olmadığı görülmek zorunda. Bazı insanların sokakta ölmesini kabul edemezsiniz. Bireysel zenginliği kısıtlama gerekebilir. Ama dünyanın ilerlemesini sağlayanların da ödüllendirilmesi lazım.
Bu model kulüp sahiplerinin harcadıkları paralar, transfer rakamları göz önüne tutulursa futbola nasıl uyugulanır?
-Biz Arenali salt kendi ürettiği parayla çeviriyoruz. Diğer kulüplerin çoğunun, sahiplerinden gelen suni kaynakları var. Yani bizim gibi bilet satışı, sponsorluk ve TV gelirleriyle yetinmiyorlar. Uğruna mücadele verdiğim fikir: Ürettiğiniz kaynaklar çerçevesinde kalmak ve oyuncuların ücretlerini kulübün reel kapasitesi ölçüsünde belirlemek. Biz kendi tarz ve kültürü olan bir takım yaratarak açığı kapatıyoruz. Bir oyuncu bu takıma 16-17 yaşında geliyor; sahaya çıktığında diğer takımlarda rastlamadığı bir ruha ve kulüp sevgisine sahip oluyor
Real Madrid’e neden hayır dediniz? Çok para harcayarak gelen başarı sizin için değersiz mi?
-Gitseydim inançlarıma ihanet etmiş olurdum. Burada bir takım yarattım ve onu başarıya ulaştırmak istiyorum. Ben çalışmaya ve futbolcular arasındaki ilişkiye inanıyorum. Real’in başında olsam ister istemez para harcardım. Kazanmanın farklı yolları olabilir, iyi bir takım olarak ya da bireysel yeteneklere sahip olarak başarılı olabilirsiniz. Ama ben takım takım ahlakına bakarım. Tenisten pek hoşlanmam ama iş Davis Cup’a gelince değişir, çünkü o zaman takım oyununa dönüşüyor.
Ekonomik boyutunu ve işleyişini bir kenara bırakırsak, futbolu bir tür sanat olarak mı görüyorsunuz?
-Bence hayattaki her şeyin arkasındaki amaç, onu bir sanat haline gelecek kadar iyi yapmaya çalışmak olmalı. Gündelik hayatı ilginç kılan onu sanatsal bir şeye dönüştürmeye çalışıyor olmanız. Futbol da böyle. Barcelona’yı seyrettiğimde mesela, bu bir sanat.
Öznel düzeyde futbolla ilişkiniz?
-Bazen oyuncularıma gösterebileceğim şeyler keşfedip “bunu kullanabilirm” dediğim oluyor. Bazen müzik dinlermiş gibi zevk alıyorum. Baen konsantre olarak seyredeiyorum, en ufak detaya dikkat ederek. Antrenör olarak hafta boyu çalışıp, ondan ondan sonra bütün o emeği oyuncular kötü beslendiği ya da içkiyi fazla kaçırdığı için heba etmenin salaklık olduğuna inanıyorum. Aynı şekilde benim de oyuncular gibi yaşamam lazım. Hayatta her tutkunun bir bedeli var. Bunu oyuncularıma da söylüyorum. Acıktığınız zaman, bu sadece, midenizin, bedeninizin bir parçasının size acıkdığınızı söylemesidir; halbuki başarıya aç olduğunuzda bu sizin bütün kişiliğinizi, hayatınızı kapsar. Cumartesi akşamki maçı kazanmak bedeninizin basit bir isteği değil, kişiliğinizin yapısından, derinlerden gelen bir şey size bunun hayati önem taşıdığını ve kazanmak uğruna gündelik yaşamınıı buna göre ayarlamaya değeceğini söylüyor. Hayatınızın özü bu.
Futbolun hayatınızı ona adamaya değer bir şey olup olmadığını sorguladınız mı?
-Hayattaki en önemli şeyin kendinize bir hedef koyup ona ulaşmak olduğuna karar verdim. Hepimizin içinde bir işe yaramak, belli yeteneklere sahip olmak ve bunu gösterebilmek arzusu vardır. Benim için üst seviye spor güzel bir ders. Hayatta başarılı olmak istiyorsanız bu sizin için büyük bir anlam taşıdığı içindir. İnsanları yaptığınız işte iyi olduğunua ikna etmeye çalışırsınız. Arsenal antrenörü olarak bir maç kaybettiğinizde kendinizi yitik hissedersniz fakat diğer taraftan diğer takım taraftaları da iyi bir hafta geçirecek. O yüzden bize gol attıktan sonra sevinen West Ham antrenörüyle tartıştım. Japondaya’da sumo güreşi seyrederken öğrendiğin şey şu: Güreş bittiğinde asla kimin kaybettiğini anlamanız mümkün değil, çünkü kaybedeni utandırmamak için hislerini dışa vurmuyorlar.
Çocukluğunuzda da hep çalışkanmışsınız. Tatil döneminde İngilice öğrenmeye gidiyormuşsunuz...
-Uluslararası bir hayat yaşamak istiyordum bunu içinde İngilice öğrenmenin şart olduğunu düşündüm. Fransızdım ama yoğun bir Alman etkisiyle. Savaştan hemen sonra doğduğum için bize Almanlar’dan nefret etmemiz öğretildi fakat bu bende tam tersine merak uyandırdı. Almanlar’ı gördüğümde bizden pek bir farkları olmadığını gördüm. Bir kez komünist sistemi merak ettiğim için yaz tatilinde Macaristan’a gitmiştim.
Siyasete de atılabilirdiniz..
-Evet, siyasete atılabilirdim. Antrenörlük ve politika arasında benzerlikler var. En büyük tecrübe size kendi tabiatınızı kontrol altında tutmayı öğretiyor. Siyasette mesele, televizyonda sinirlerine yenik düşen tartışmayı kaybeder. Eğitiminize baktığınız zaman meselenin korku olduğunu görürsünüz. Başarılı olamama korkusu. İnsaları ya da kendinizi hayal kırıklığına uğratma korkusu. Basın toplantıları da hep korkular hakkındadır: “ Kaybederseniz ne olacak?”...hep esas mevzu korku.
İşler iyi gitmediğinde altından nasıl kalkıyorsunuz?
-Bu sorunların beyninizin derinliklerinde yer etmesine izin verdiğinizde, o korkular tarafından yönetilmeye başlıyorsunuz ve bu sizi sürekli olarak aşağı çekiyor. Antrenörlük herkesin sizi aşağı çekmeye çalıştığı bir iş. O yüzden insanın kendini tanıması çok önemli.
Kaynak: Bir+Bir
Alex Ferguson
Bir+Bir derigisin ilk sayısından itibaren yayınladığı futbol derlemelerinden kısaca bahsetmiştim. Eric Cantona ve Lillian Thuram yazılarından sonra Alican Tayla’nın elinden Alex Ferguson ve Arsene Wenger derlemeleri geldi. İki büyük usta futbol ve hayat üzerine sahip oldukları deneyimleri ışığında pratik çözüm yolları ve kendi felsefeleri hakkında detaylar vermişler. İlk olarak Alex Ferguson’dan başlıyoruz.Buyrunuz..
Siyasete olan ilgi?
-Bir kere futbola olan ilgime 10 üzerinden 10 veririm. Ama siyasetle de çok ilgiliyim, siyaset tarhi okurum. Babam başta olmak üzere, büyüdüğüm çevredeki herkes solcuydu. Glasgow’un işçi mahallelerinde büyüdüm, sınıf bilinci ve dayanışma çok önemliydi. Clydeside’da liman işçisi olarak çalışırken halkın doğru dürüst temsil edilmenin ne kadar önemli olduğunu farkettin ve sendikaya katıldım. Hayatım boyunca İşçi Partisi’nin bütün halkın iyi bir sağlık sistemine sahip olabilmesi için uğraştığına, muhafazakarların ise tam tersine sadece en üst sınıflarla ilgilendiğine şahit oldum. Bugün, on küsur yıllık İşçi Partisi iktidarının ardından sağlık sisteminin net bir şekilde daha iyi olduğu aşikar.
Size “şampiyom sosyalisti” diyorlar. Bu kadar çok para kazanıp aynı siyasi görüşleri
savunmaya devam etmek mümkün mü?
-Tabii ki mümkün. Hala eski arkadaşlarımla görüşüyorum. Çok para kazanmış olduğum doğru. Ama çok çalıştım, vergilerimi ödüyorum ve kendimi işime adadım. Hayatınızı iyi kazanıyor olmanız işçi bir ailede büyürken kazandığınız değerleri kaybettiğiniz anlamına gelmiyor.
Genç, mültimilyoner futbolcular ve Teknik Direktörlük?
-Benim işimin bir bölümü oyuncularımın ayaklarının yere basmasına ve kişiliklerini kaybetmemelerine çalışmak. Buraya gelmelerini çalışma arzularına borçlu olduklarını sürekli hatırlatıyorum. Onlara şöyle diyorum: “Eve, annenizin yanına döndüğünüzde sizi bana yollarken nasıldıysanız öyle bulsun. Şöret ve paranın sizi yanlış yöne çekmesine izin vermeyin, yoksa annenizi hayal kırıklığına uğratırsınız.” Scholes, Gigs, Neville gibi oyuncular şan ve şöretin altından gayet başarılı bir şekilde kalkmayı başarmış profesyonellik abideleri. Eric Cantona da son derece kuvvetli kişiliğe sahipti. Takım üzerindeki etkisi düşünüldüğünde yaptığım en büyük transferdi. Çok büyüktü
Emekliye ayrıldığınıda sii bir köşe yazarı olarak görmek mümkün mü?
-Asla. En kötü spor yazarlarının bir kısmı eski futbolcu ve antrenör. Kendilerinden söz ettirebilmek adına vaktiyle beraber top oynadıkları kişiler hakkında verip veriştirmeleri utanç verici.
Muhafazakar Parti hakkındaki düşünceleriniz?(seçimlerden önce)
-Oy kullanmadan önce seçmenler iki kere düşünecektir. David Cameron(muhafazakar parti lideri) zengin çoçukların gittiği özel bir okuldan geliyor ve Oxford’dayken geri kafalı bir sağcı derneğin üyesiydi. Cameron’un politikası kendi benzerlerini kayırmak üzerine kurulu. İşçi Partisi mükemmel mi, hayır. Katılmadığım görüşleri var ama oldum olası işçilerin partisi olmuştur, öyle de kalacak. Muhafazakarlar oldum olası zenginlerin partisi olmuştur bu da değişmeyecek.
İzlediğiniz en iyi futbolcular kimler?
-Pele, Di Stefano, Maradona ve Cruyff
En büyü hayal kırıklığınız?
-Gazza’yı (Paul Gascoigne) transfer edememek. Şahane bir futboluydu, United’a çok yakışırdı.
İyi bir lider olabilmek için gereken üç önemli özellik?
Kontrol, değişimlere uyum sağlama ve gözlem. Etrafınızdaki herşeyi gözlemlemek, incelemek. Diğerlerinin göremediği tehlike ve fırsatları görebilmek. Zaman ve tecrübeyle gelen bir şey bu. Kazanmak için ise kazanma arzusu ve detayların üzerinde durmak önemlidir.
16 Haziran 2010 Çarşamba
Alaka Yok!
Biri Beşiktaşın yeni teknik direktörü Bernd Schuster diğeri Woody Harrelson. Seven Pounds filmindeki saçları ve haliyle Ezra Turner.Hafif benziyor gibiler..
Gönderen
bora
9 Haziran 2010 Çarşamba
Kom Up Nederland, Vamos Argentina
Cebimizde dergiye verecek para olmadığı günlerdi.İçimizi öyle bir futbol aşkı sarmıştı ki dergiyi elimize geçirmek için alternatif yollar arıyorduk çaresizce. Fransa 98 kapıya dayanmıştı ve fakat biz hala SüperFutbol dergisinin Dünya kupası ekini elimize geçirme hayellerini kuruyorduk. Derken abimizden kıyakların en büyüğü geldi. Salonun ortasındaki sehpanın altında duran Fransa 98 Dünya kupası özel sayısını gördüğümüz anda hissettiklerimiz, bugün blog'a yazı yazmakla kıyaslanamayacak cinstendi. Tek tek bütün futbolcuları ezberlemiştim. Arada annemden, babamdan bana sözlü yapmalarını isterdim, kim hangi ülkede ve hangi pozisyonda oynuyor gibisinden sorularla..Maçlar oynandıkça skorları ve golleri yazardım. İtinayla izlediğim ve bütün maçları detaylarına kadar hatırladığım Dünya kupasının üzerinden tam olarak 12 sene geçmiş. Yani bu demek oluyorki 10 yaşından beri aklı selim bir şekilde futbol takip ediyoruz.
Hollanda'ya her zaman farklı sempati beslemişizdir. Brezilya'nın da göze hoş gelen, spektaküler futbolu hep farklı hissetmiştir. Vaziyet böyle olunca ve yarı finalde Hollanda-Brezilya karşı karşıya gelince çok üzülmüştüm o zamanlar. Gönlüm iki takımın da finalde karşılaşması yönündeydi. Finalde ise Brezilya'nın ev sahibi Fransa'yı çiğ çiğ yiyeceğini düşünüyordum ki turnuva öncesi kupaya damga vurabilecekler listesinin en başındaki isim olan Zidane'ın 2 kafa gölüyle hayal kırıklığı baş göstermişti. Son darbeyi de Petit vurmuştu...Anılar işte...
Cuma günü başlayacak Dünya kupası öncesinde gönlümüzdeki takım her zamanki gibi Hollanda. Diğer taraftan eskiden Brezilya'nın oturduğu koltukta artık Arjantin var. İçimdeki ses Hollanda'nın erken tökezleyeceğini söylüyor. Diliyorum ki Hollanda'nın ve Arjantin'in yolu açık olur. Hollanda'ya pek fazla değinmeye gerek yok. Fiziksel güçlerini 90 dakikaya yaydıkları takdirde maçları kazanacak yeterli teknik ve taktik özelliklere sahipler. Lakin Arjantin'de ise Maradona isimli bir bomba var. Arjantin ileri hattını oluşturan adamların gollerini topladığımızda hesap makinası error veriyor. Messi, Tevez, Milito, Higuain, Aguero...Aynı yeterliliği defans ve orta sahada gösterebilirlerse ki mevcut kadroyla çok zor gözüküyor finale kadar yürürler. Eğer ki Maradona oyuncuların mevkileriyle oynamaz ve Martin Palermo'yu gol kralı yapacam diye uğraşmazsa Arjantin çok can yakıcak demektir. Fatih Terim'e referans verirsek, temel fesefeleri attıklarında bir az yemeye odaklı olursa dökeriz bu halkı sokaklara..
Çoğu takım gibi 2 hafta hazırlık dönemi geçiren Arjantin'de hazırlık sürecinin ilk ayağını iklime adaptasyon ve rejenerasyon çalışmaları oluşturdu. Kampın ikinci bölümünde ise taktik çalışmalara ağırlık verildi. Maradona'nın 4-4-2 mi yoksa 4-3-3 mü oynatacağı tartışmaları süredürsün, ben Nijerya maçı başlayana kadar dolaptan bir bira kapmaya gidiyorum. Gönlünüz şen , biranız soğuk olsun..İyi seyirler...
Arjantin
Hollanda
8 Haziran 2010 Salı
Misafir Ol Gel Bana
6x100 metre bayrak yarışı olurmu demeyin. Alttan dersi olan bir öğrenci için her türlü yarış değişikliği olasıdır. Her ne kadar son 100 metrede bayrak elimizden düşer gibi olsada maç boyu oynadığımız iyi futboldan dolayı taraftarlar eli yüzü düzgün bir tatili haketttiğimizi düşünüyorlar. Bu da demek oluyor ki cuma günü başlayacak dünya kupasını memleketimiz Fethiye'de izleyeceğiz.
Aşağıda fotoğrafçı Faruk Akbaş'ın yönetimininde gerçekleştirilen "faces and places" adlı bir tanıtım belgeseli var. Filmin özellikle 9:57 dakikasında Fethiyespor'un taraftar grubu olan Apaçiler'den bir demet sunulmuş. Velhasıl filmi izleyen, beğenen ve gelmek isteyene kapımız açıktır..
Aşağıda fotoğrafçı Faruk Akbaş'ın yönetimininde gerçekleştirilen "faces and places" adlı bir tanıtım belgeseli var. Filmin özellikle 9:57 dakikasında Fethiyespor'un taraftar grubu olan Apaçiler'den bir demet sunulmuş. Velhasıl filmi izleyen, beğenen ve gelmek isteyene kapımız açıktır..
FETHIYE - Faces and Places from fırat göçmen on Vimeo.
1 Haziran 2010 Salı
Hep Beraber Tribüne
Gün geçmiyor ki Türkiye'de yeni bir saçmalık görmeyelim diye başlardı Reha Muhtar olsa. Adama tak etti haber sunmayı bıraktı, üstüne günler geçti fakat hala saçmalıklar bitmiyor. Federasyonun bugün aldığı karar doğrultusunda Süper Lig'de kulüpler 6+2+2 gereğince 10 tane yabancı futbolcuyla sözleşme imzalayabilecekler. Bunlardan sadece 6'sının sahada oynamasına izin verilirken, 8 tanesi maç kadrosunda yer alabilecek. Yani bu demek oluyor ki 2 tanesi tribünden maçı izleyecek ya da ne işim var lan benim burda deyip izlemeyecek.
Olan biten bütün bu saçmalığa rağmen oturup kararın içinde mantık aramak istediğimde ise, hem 4 büyüklere hem de anadolu klüplerine yaranmak isteyen takım elbiseliler dışında dışında somut bir sonuç çıkaramadım. Türkiye'nin 4 büyük kulübü kısıtlı yabancı sayısı yüzünden Avrupa'da başarı sağlayamıyoruz şikayetiyle Federasyonun kapısını zaten uzun zamandır çalıyordu. Avrupa kulüplerindeki yabancı oyuncu sayısını işaret edip, onlarla baş etmek için düzenlemelerin yapılmasını istiyorlardı. Yabancı oyuncu alabilecek bütçeye sahip kulüpler için sayının artmasında bir sıkıntı yoktu fakat alınan yabacılarından 2 tanesinin tribüne göndermeyi sanıyorum onlarda hesap edememişti.
Ülke futbolunda oluşabilecek jenerasyon kayıplarını önlemek için çok uzun zamandır büyük kulüplere direnen federasyonun yeni bahanesi anadolu kulüpleri ile 4 büyükler arasındaki uçurumun açılmasından korkmasıydı. Yabancı sayısını sınırsız yaparsak, milli takıma topçu yetişmez düşüncesine sahip yetkililerin eyyamcı hareketleri bir kez daha günü kurtardı gibi gözüktü. Ne tam olarak 4 büyüklerin istediğini verdiler, ne de içlerindeki milliyetçilik anlayışından feragat ettiler. Milli takıma oynatacak oyuncu bulamıyacağız diye korkabilirsin fakat genç oyuncuların kendi kulüplerinde süre bulması zaten mevcut durumda zorken, bu bahanelerin arkasına saklanmak gerçekten artık iç bulandırıyor. Ben ülke yabancı cenneti olsun demiyorum fakat oturup bir düşününmek lazım. Kaliteli yabancı oyuncuyu zaten transfer etmekte zorlanıyorken birde şimdi onlara zaman zaman tribünde oturabilirsin diyeceğiz. Tatil yapma amacıyla gelenler bu durumdan çok mennun kalabilirler fakat, para insanın cebine bu kadar da batmaz ki be kardeşim. Ayrıca oyuncuyu sırf Avrupa'da oynatmak için alıyorsun da ona hafta içi ona maç yaptırmayarak nasıl maç temposu kazandırıyorsun kısmı da muallak.
Sonuç olarak rahatsız edilmekten ve boş oturmaktan sıkılan federasyon ve yetkilileri büyük kulüplere bakın biz sizin sorunlarınızla ilgileniyoruz mesajını verirken, anadolu kulüplerine de bakın sizi de bir o kadar seviyoruz dedi. Bu kafayla ne kulüp bazında Avurapa'da başarı yakalarız ne de Milli takım üstün yetnekli ve eğitimli!! Türk oyuncuları sayesinde Dünya kupası görür. Ben iki tarafada bir yararlarının olduğunu düşünmüyorum şahsen.
Gönderen
bora
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)