30 Ağustos 2010 Pazartesi

Be Your Self


Son günlerde çığ gibi büyümeye devam eden bir blog, blogger tartışması var. Tartışmanın ana fikri bu ülke topraklarının en iyi spikerleri sıralamasında en başlarda olan Dağhan Irak'ın yazısıyla çıktı. Kendisini ve yazdığı yazıları okumaya çalışırım. Zira özü-sözü bir olan, gereken lafı söylemekten çekinmeyen, kendine has fikirleri olan, emekçi diyebileciğimiz insanların azınlıkda kaldığı bir ortamda Dağhan Irak gibi insanların varlığı, hayata hala umut ve tebessüm ile bakabilmemizi sağlıyor.

Kendisinin blog ve blogger tartışması hakkında yazdıklarını okuduktan sonra, onu destekleyen ve ona tepki olarak yazılan yazıların tamamını okudum. Fakat hiçbiri tam olarak Dağhan Irak'ın söylemek istedikleri ile (benim anladığım kadarıyla) örtüşmüyordu. Konuyu herkes kendi göre algılamış gibi bir izlenime kapıldım ben. Daha doğrusu herkesin blog ve blogger'larla ilgili düşünceleri varmış ve bunları başlayan bu tartışmayla kusmuş gibi geldi bana. Uzun zamandır bunu bekliyormuşuz gibi yani.

Dağhan Irak'ın yazısı ve ona destek çıkan diğer yazılardan çıkardığım sonuç söyle: Blog tutmak son derece samimi, bir o kadar amatör bir eylemdir. İnsanlar söylemek istediklerini, vermek istedikleri mesajları, "follower" kayıgısı olmaksızın kendi bloguna yazmak için yazar. Bu yazdıklarıyla "popüler medya"da yer almak gibi bir karşılık bekleyen veya her alınan hit karşılığı reklam geliri elde eden bloglar, aslında blogger olmanın gerçek ehemmiyetini kavrayamamıştır. Çok basit futbol terimleriyle yazılan ya da kaynak belirtmeksizin yabancı basından yapılan çeviriler ile oluşturduğunuz postlar tamamiyle ticarileşme, para kazanma ve popüler olma mantığıyla ilgili olan hareketlerdir. "FB maça 4-4-2 taktiğiyle başladı, maçın 20.dakikasında takım savunması toparlandı" şeklinde başlayan pragraflar, yerine geçmek istediğiniz Sergen Yalçın'dan, Rıdvan Dilmen'den pek de farkı olmayan yorumlardır.

Bunlara karşı olarak yazılan yazıların sahiplerinin oluşturduğu kesim ise blog yazmanın, işini iyi ve temiz yapan bir blogger'ın, herkes tarafından beğenilmesi sonucunda, medyaya zıplamasının veya aldığı hit sonucu gelir elde etmesini normal olduğunu savunan kesim. Halihazırda televizyonda geyik muabbeti çeviren eski futbolcu ya da hakemlerden daha iyi bir yorum getirebileceklerini düşünmeleri çok da yanlış bir nokta değil tabii ama, bunu her blog ya da blogger için söylemek pek de mümkün değil.


Benim blog açmakda çok basit bir mantığım vardı. Her gün internet ve televizyonla öyle bir bilgi taaruzunun altında kalıyordum ki, okunanlar, öğrenilenler bir süre sonra aklımdan uçup gidiyordu. Bunları kendi yorumlarımla birazcık da olsa yazıya dökebilirsek daha kalıcı olabilir düşüncesiydi ilk başta bana blog açtırtan. Kimsenin okumayacağını bilsem bile yazacaktım. Önemli olan benim yazdığımdı. Rahatlıyordum. Sıkıntılı olduğum anlarda içimi boşaltabileceğim bir mecraydı benim için. Daha sonra bloga 4 farlı arkadaş transfer ettik. Bu sayede benim gözümden kaçanları onlar yazacaktı. Farklı şehirlerde olduğumuzdan dolayı her zaman yapamadığımız sohbetleri, bu blog sayesinde kendi aramızda paylaşabilecektik.

Hiç bir blog havuzuna üye değilim, üye de olmam. Çünkü ben arkadaşlarım ve kendim için yazıyorum. Ayrıca açtığım blog sayesinde çok güzel farklı bloglar da tanıdım. Benimle aynı dünyada yaşadığına inandığım insalar gördüm bloglar sayesinde. O kadar çok blog oldu ki takip ettiğim, artık zaman ayıramaz oldum. Şimdi yeni bir blog ile karşılaşsam hemen filtrelerimi çalıştırıyorum. Sağ veya sol taraf koyduğu resimler, linkler , başlıklar bile o blogu yazan insanın ne tarz bir insan olduğunu belli ediyor. Hoşuma gideni okuyor, gitmeyeni hemen kapatıyorum.

Sözün özü: Bana sıradan maç yazılarıyla gelmeyin, bana sadece futbol yazmayın, bana daha çok takipçiniz var diye artistlik de yapmayın. Çeviri yapabilirsiniz, o da bir emektir ama hemen altında kaynağı belirtin. Kendi yazınızmış gibi gösterip insanların gözünü boyamayın. Çok güzel yazabilirsiniz -ki kafadan çok güzel yazan 10 blog sayabilirim- ama ille de medyada yer almak için ekstra bir çaba sarfetmeyin. İnanın fırsat insanın ayağına her zaman geliyor. Yeter ki yaptığınıza ve yapılanlara saygılı olun. Sağduyulu olun, empati kurun. Gereksiz reklam kokan hareketlere girmeyin. Kendinizden ve fikirlerinizden ödün vermeyin. Böylece farkılılaşıcaksınız zaten. Para kazanmışsınız, TV'ye transfer olmuşsunuz benim için çok önemli değil. Benim için önemli olan benim yazdıklarım, benim okuduklarım ve herkesin kendi olması.

Ben, eğlenmek ve öğrenmek için giriyorum bloglara. Sizinki de bundan farklı olmasın. Tekrarlıyorum, her blogu takip etmek gibi bir zorunluluğunuz yok, ister beğenirsiniz, ister beğenmezsiniz. Fakat blog yazanları da kırmayalım. Çünkü; yazı yazmak için araştıran, öğrenen, her şeyden önemlisi farkındalık duygusunu artıran insanlar var etrafta ve bunların varlığı şu anda kötünün iyisi konumunda.(yaklaşan referanduma istinaden)

Son olarak, çok iyi yazdığımı düşünmüyorum. Öyle bir iddiam da yok zaten. Ama sırf bir sertifika programlarına katıldınız diye, sırf medyadan birini tanıyorsunuz diye de başkalarından iyi yazdığınızı da zannetmeyin, gözünüzün yağını yiyim.

29 Ağustos 2010 Pazar

Hasan Pulur


Evine çok uzun süredir Milliyet Gazetesi giren insanların ağzından konuşmak gerekirse, Hasan Pulur ve Melih Aşık isimleri, kendini çok büyük entellektüel sanan köşe yazarlarından daha farklıdır. Hasan Pulur, "Olaylar ve İnsanlar" şablonlu köşesiyle, haftanın 6 günü 3. sayfadan seslenir okuyucularına. 50 senedir, belki de daha fazla... Ergenlik dönemlerimizde yazdığı "kıssadan hisse"lerle, mevcut satatükoya getirdiği yorumlarla, yeni yeni şekillenmeye başlamış zihnimizin eleştirel bakış açısı lobuna katkı sağlamadı dersek, bunca yıldır yaptığı emeğe saygısızlık etmiş oluruz. Anlattığı fıkralar, yazdığı kısa hikayeler, FB yazıları, o günlerde epey ilgimizi çeken, içimizde bir başkasına anlatıp paylaşma isteği uyandıran cinstendi. Suikaste kurban giden Türkiye'nin aydın yazarlarıyla olan dostluğu zaten kendisinin sahip olduğu bakış açısını anlamamıza yetiyordu aslında, ama hiç bir zaman onlar kadar keskin bir ağzı olmadı. (Umran Avcı'nın "kum saati" adlı kitabını okursanız belki biraz daha net anlayabilirsiniz demek istediğimi.)

Üç yıl içinde eşini ve oğlunu kaybeden yazar, bu günlerde yaşadığı acıyla ve verdiği röportajlarla gündemde. "Gönderdikleriyle yanımda yer alan insanları görünce acım bir nebze de olsa azalıyor" demiş en son röportajında. Okuyunca kederleniyor insan. Kimi zaman yanlış yazıları oldu, gereksiz tartışmalara girdi. Sıradan köşe yazarları gibi davrandığı oldu. Bunlar biraz uzaklaştırdı bizi kendisinden. Artık benim için "kötünün iyisi". Eskisi gibi her gün okumuyorum zaten. Eskisi kadar da doyurmuyor yazdıkları. Lakin, midemin bu denli büyümesine yol açan yiyecekleri yememizi sağlayan da kendisinden başkası değildi. İlk basamağı koyanlardan oldu. Bu bağlamda, yıllarını verdiği işine büyük saygımız var. Duyduğumuz, okuduğumuz yazıları görünce "biz uzayda mı yaşıyoruz?" diye kendimizi sorguladığımız bu günlerde, hiç olmazsa aynı dünyanın insanı olduğumuzu hissettiren bir yazarın varlığı yeterli oluyor bazen. Son olarak, kendisini okuyarak öğrendiğimiz bir hikayeyi paylaşalım..

Hikaye şöyledir: "Cehenneme bir tur düzenlenir. Her milletin adının yazılı olduğu hücreler varmış. Bu hücerelerde birer kazan, kazanın içinde de insanlarla beraber kayanayan zift bunlunmaktaymış. Her kazanın başında elinde sopa bulunan bir zebani, kazandan kaçmak isteyen isanlara vuruyor, onları kazanın içine geri itiyormuş. İnsalar o milletin günahlarıymış. Kaçmak istiyolar fakat zebani bırakmıyormuş. Lakin Türklerin başında zebani yokmuş çünkü çıkmak isteyenleri altakiler aşağı çekiyormuş.. Kıssadan hisse.."

19 Ağustos 2010 Perşembe

Abdullah Avcı ve Gerçekleri

Abdullah Avcı
  Yazmışken en başından başlamalı. 4 Senedir,medyanın "pozitif futbol","sevimli","saygılı" olarak bize dayattığı bir teknik direktör.
Oralardan bir "Hoop kardeşim!" sesi duyar gibi oldum,bu insanı savunanların en büyük kozu 17 yaş altı Milli Takımı ile kazandığı başarılar. En büyük koz bence en büyük yanlış. Bu under olaylarında bizim kadar kazanma hırsı olan bir ülke yok. Genelde Ülkeler,potansiyel genç avcısı Kurt hocalarını yollarken biz nerede eski futbolcu,nerede yeni futbolu bırakmış insanlar onları hoca yapıyoruz.Jenerasyon meselesi,yakaladın mı zaten başarı gelir. Abdullah Ercan-Ünal Karaman misal. 
  Hadi biraz takımından bahsedelim.Sonuçta istikrar abidesi bir beyefendi ya bu adam.Tüm liglerin en antipatik takımlarıdır belediye takımları. Taraftarı yok bir şeyi yok,keyfi yok en azından. Gökçek takımından kurtulunmuşken bu İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ne farkı var şimdi bu takımdan ? Şöyle küçük bir araştırmayla bu takımın tam 27 tane sponsoru var ki bunlar hep Belediye yakını firmalar.
 Neydi bize dayatılan ? Zor şartlar,maddi imkansızlıklar ama pozitif futbol. Harika! Bu takım değil mi şimdi 34 yaşındaki Taner Gülleriye 1.6m Euro parayı nakit sayan keza birde Adriano vardı 1.3m Euro trink para. Her sezon birileri geliyor,birileri gidiyor. E be kardeşim Denizlispor,Antalyaspor bunların ne günahı var. Seyircileri var pardon. Seyircimiz olsa biz harikayız diyorlar ya hep.
  Skor taraftarlığı işte,Abdullah Avcı ve takımı 3 büyüklerden puan çalıyor,e o zaman ne,iyi hoca,pozitif futbol. Bırakın ya. Bir de her puan çaldığı maç sonrası "Bu takımı Türkiye Fark Etsin" lafı var Abdullah efendinin. Lan o zaman ne suçu var Rızanın,Fatih Terim çakması diye dalga geçilen Hikmet Karaman'ın ? Onları niye takdir etmiyoruz ? 
  Yaşanılan bir maçtan bahsedelim. Beşiktaş Taraftarının tepkisi hep dikkat çeker kendisine çünkü. Geçen seneki maç,kapalı üstteyim bir şekilde çıkmışım üste.Topun hatta insanın olmadığı yerde sakatlıklar,oyuncularla tartışmalar,topu dışarı atmamalar. Daha neler neler,benim gibi sakin bir insanı bile tribünde çıldırtmayı başardılar. Neymiş Beşiktaş taraftarı hakaret ediyormuş. 90 dakika takımın yerden kalkmazsa,"Abdullah Avcı Yere Yatsana" sözünü hakettin demektir. Aksine klübede ettiğin küfürler,ani ve gereksiz çıkışların onlar ne olacak ? Biz birde "Cimbomun uşağı" diyorduk kendisine Allahtan bir son saniye golü attı Galatasaray'a,uşaklıktan kurtuldum diyordur. Diyor zaten röportajlarda.Neymiş efendim,oğlu Beşiktaş altyapısındaymış. Asi Ruh belgeselini birlikte izlemişler. Maç sonrası oğlu ağlayarak,"Beşiktaşlılar sana niye küfretti ? " demiş. Falan filan. Şampiyon olduğumuz sene yerden kalkma,geçen sene aynı şekilde. E nerede pozitif futbol kardeşim ? İddia ediyorum,3 büyüklere yenilmediği her maçta takımı yerden kalkmıyor işte.
  Sinirlenip kontrolü kaybetmeden bağlıyorum hemen,Ersun Yanalın beğenmediğim ekolünün aynısı. Orta sahada taktik faul(rakip atağa çıkarken) ile başlayan kötü ekolün,zaman çalma huylarıyla çok daha kötü bir temsilcisi. Medyadaki adamları sayesinde her maç öncesi taraftarla ilgili şeyler söylüyor. Tepkilerin gereksizliği ile ilgili,yine aynı şey olacak ve "Pozitif Futbol" unu göreceğiz Avcı'nın. Eklemeden geçemeyeceğim,Asi Ruh belgeselini oğluyla izlerken dikkat etmemiş sanırım,ne diyor "İyi insan olmadan,iyi Beşiktaşlı olunmaz."

Video   Not:Videoda ise arkadaşın Beyefendiliğini görebilirsiniz.


  
  

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Hoop Uçuyoruz



Başlık için, yaptığı porgramda "evet şimdi n'apıyoruz, zıplıyoruz,hoop uçuyoruz" diyen cansız manken Vahe Kılıçarslan'a teşekkürü bir borç bilirim.

Yavuz Çetin




Ölmeden önce tanıma fırsatı bulamadım.'İlk' albümünü 2002'de dinledim sanırım. Sahil şarkısını dinlemiştim hatta ilk olarak. 'Sahil sakin ve sessiz, motel ışıkları durgun deniz.' Daha sade ve güzel bir tasvir olabileceğini tahmin edemiyorum. Çok istiyorum, onun şarkısı... Şarkılar güzeldi zaten ama işin garibi gitar vardı şarkılarda. Adamın biri gitar çalıyor, blues çalıyor ve bu adam Türk. En şaşırtıcı olanı buydu benim açımdan.
Daha sonra 'Satılık' albümünü dinledim. Albümün kayıtlarını bitirdikten sonra,piyasa sürülmeden önce intihar etmişti Yavuz Çetin. Yaşamak İstemem'i dinledim önce. Ölümü malumun ilamı niteliğindeymiş. Şarkı boyunca bir isyan,huzursuzluk var. Anlaşılamamanın isyanından öte. Sözlüklere, forumlara baktığımızda yazan standart yazı: ''Değeri öldükten sonra anlaşılan müzik adamı. '' Değeri öldükten sonra anlaşılmış ama isyanının nedeni hala daha tam olarak anlaşılamamış.
'İlk' albümü daha sakin bir temaya sahipken, 'Satılık' albümü çok daha agresifti. Gerek söz, gerek müzik çok daha büyük bir isyanla yazılmıştı. Sadece Yaşamak istemem değildi isyan. Cherokee de bir isyandı, bul beni de, oyuncak dünya da. Sadece Senin Olmak bile bir isyandı.
Derdi insanlar tarafından anlaşılamamak diye atılıp tutulacak kadar kolay değildi bence. Ölümünden önce psikolojik yardım alması da bunun göstergesi niteliğinde. Her şeyden öte, kimse beni anlamıyor diye intihar edecek bir adam değil. En azından benim hayalimde...Çok daha farklı nedenler, çok daha büyük hüzünler var temelinde diye düşünüyorum.
Sadece bu iki albümden ibaret değil müzik hayatı. MFÖ'nün konser gitaristi,Deniz Arcak'ın albüm gitaristi ve Blue Blues Band gibi döneminin(bence günümüzün de) en iyi bar gruplarından birinin hem vokalinin hem de gitarının bir kısmı. Canlı izleyebilmiş değilim ama paylaşacağım kayıtları dinleyince onların yerine aklınıza çok da iyi alternatifler geleceğine inanmıyorum.
Kendisi hakkında daha geniş ve bir o kadar da klişe bilgiler ve yorumlar ekşi sözlükte mevcut. Buraya sadece albüm albüm ne hissetiğimi anlatmak için yazdım.

Video yükleyemediğim için direkt olarak link veriyorum.

Blue Blues Band- Foxy Lady= http://www.youtube.com/watch?v=Y0U5TGoNF-Y
Blue Blues Band- Sunshine Of Your Love= http://www.youtube.com/watch?v=BLKeJcA-nHs&feature=related

Yavuz Çetin'in 6 Mayıs 2001 tarihli Kemancı performansı= http://www.youtube.com/watch?v=sC4LT_47YS4&feature=related

Özellikle son video net ötesi.İnsansın.

Duman


99'un sonuydu sanırım, daha 11 yaşında, metal müzikten başka bir şey dinlemem havalarında dolaştığım dönemlerdi. Sadece nu-metal denen akımı, bu net tabunun dışında tutuyordum. Çok sert zamanlarımızdı.11 yaşında mahallenin satanist görünümlü, hep siyah giyen çocuklarıydık. İnsanlar bizim gibi olmalıydı aslında.Dönerci Ahmet Abi nasıl Slipknot dinlemezdi anlamazdım.Dinlese sever aslında derdim hep.Hatta insanlar ne kadar sığ görüşlü, bir şans verseler onlar da çok severler der dururdum. Tabi bu sığ görüşlülük benim temelimde yatıyordu aslında. Çünkü o dönemde sevmem dinlemem dediğim tüm dinlenebilir müzikleri daha sonra dinledim ve hatta bazılarını çok da sevdim.(Beatles'ı tamamen bu konudan ayrı tutuyorum, sevebileceğimi de zannetmiyorum). O kadar ki; bugün 11 yaşında dinlediğim grupları aynı şevkle dinleyemiyorum, daha ötesi kafam kaldırmıyor.

Benim kafamdaki ''metal müzik dışında güzel müzik yoktur'' kanunu ise ilk olarak Duman'ın Bebek şarkısıyla delinmiştir. O dönemler Pazar geceleri radyoda bir rock programı olurdu, sanırım Güven Erkin Erkal sunuyordu. Hala devam ediyor mu bilmiyorum gerçi. Pazar günü aileyle birlikte akrabalar ziyaret edilir,alışveriş yapılır gece 12'ye doğru dönüş yolunda hep bu radyo programı dinlenirdi.(Başka adam akıllı dinlenecek bir şey yoktu sanırım o zamanlar.) İlk orada dinlemiştim Bebek şarkısını. Sabit melodide giden nakaratı güzeldi aslında. Ki o zamanlar Türkçe rock müziği dinlemeye gerek duymayan ben, ''Bebek güzel, bebek tatlı, bebek narin, bebek nazik'' sözlerini güzel bulmuştum. Sırf sözleri için dinlenebilecek o kadar güzel Türkçe eserler varken neden bu şarkı yerinde bir soru olur. Bilmiyorum ben de. At gözlüğü diyelim. Ancak en önemlisi Türk bir rock grubunun güzel şarkı yaptığını ve benim de onu dinleyebildiğimi anlayabilmiştim, bu güzeldi. Bu sayede metal müziği bir kenara koyup diğer müzik tarzlarına yönelebilmiştim. Led Zeppelin niye Led Zeppelin diye ilk o zaman araştırmıştım. Ya da Nirvana neymiş diye ilk o zaman merak edip dinlemiştim Bu dönem benim eşekliğimi fark ettiğim dönemdir. Bu da gariptir Duman sayesinde olmuştur. O dönemde merak edip Duman'ın diğer şarkılarını dinlememişimdir ama metal müziği bir kenara koyup diğer müzik tarzlarına yönelmişimdir.


Duman'ı daha sonra kuzenim gitar çalarken duymuştum. Hayatı Yaşa'yı çalıyordu. O da fena şarkı değildi. Hadi keyfine bak, hayatı yaşa falan... Güzel mesajlardı bunlar. O aralar yabancı müzik açısından çok büyük açılımlar yaşıyordum. Hendrix'ler, Zeppelin'ler, Nirvana'lar...Babam sağolsun, yatırım yaptığım gruplardı. Pek dinlemediğim Türk müziğinde de Duman'ın Eski Köprünün Altında albümü Burak Kut'un Nereden Geldim Nerelere Gideceğim albümünden sonra almış olduğum ilk albüm olmuştu.(Burak Kut'u hala severim) Belki 2-3 kez baştan sona dinlemiştim o dönemde albümü. Köprüaltı şarkısını çok sevmiştim. Onun dışında pek de sarmamıştı. Şarkılara anlam yüklemeye çalışmıyordum. Hatta Dönek, Halimiz Duman, Yalnızlık Paylaşılmaz'ı da anlayabilecek durumda değildim zaten. Gel zaman git zaman Duman bir albüm daha çıkardı. Hatta televizyonda klipleri çok sık dönüyordu.Her şeyi Yak şarkısını kendilerine göre düzenlemiş ve söylemişlerdi. Ecnebice söylersek coverlamışlardı. Bayağı da güzel olmuştu aslında. Hani normalde Duman'ı dinlemeyecek Dönerci Ahmet Abi'nin bile diline dolanmıştı şarkı. O vakitlerde de Manisa'ya konsere geldiler. İlk gittiğim konser o konserdi. İlk olduğu için de olabilir ama ben çok sevmiştim. Olmadı Yar'ı ilk kez orada dinlemiştim onlardan.Vay anasını demiştim ya. Sen arabesk şarkıyı al kendine göre düzenle. Kötü değil'i geçtim, gayet iyiydi. O tarihten sonra bir daha Manisa'ya konsere gelmediler ama İzmir konserlerine arkadaşlarımla hep gittim.

İzmir'de bir konserleri var ki, en güzelidir muhtemelen. Club 33 diye bir bar vardı o zamanlar Alsancak'ta. 12 gibi başlamıştı konser, bittiğinde ise 4'ü geçiyordu. Saat 3'ten sonra 20-30 kişi kalmıştı ve konser istek şarkılarla devam ediyordu neredeyse. Jimi Hendrix diye bağırıyorduk Hey Joe çalıyorlardı, Led Zeppelin diyorduk Stairway to Heaven çalıyorlardı, Pearl Jam diye bağırıyorduk Black çalıyorlardı, etraftan Moby diye bağırıyordu biri, Natural Blues çalıyorlardı. Bir daha da dinleyemedim onlardan bu şarkıları. Fakat şu an kesindir ki, Duman'ı sevmemin temelinde bu konser yatar. Bir diğer neden de Manası Yok şarkısıyla, beni Yavuz Çetin'le tanıştırmasıdır.

Daha sonra bayağı bir süre durdular, albüm çıkarmadılar. Bu esnada gitar çalıyoruz, arkadaşlarla buluşuyoruz. Yaş 16-17 oldu. Senin gibi'yi, Ah'ı, Bal'ı,Haberin Yok Ölüyorum'u dinliyorsun, anlam yüklemeye başlıyorsun şarkılara.Oje'yi dinliyorsun diline sağlık, tercüman oldun diyorsun fetişist duygularımıza. E çalıyoruz, söylüyoruz, eğleniyoruz, konser oluyor gidiyoruz. Hiçbiri o konser gibi değil ama güzel yine. Yanındaki insanlar güzelse zaten konser de güzel oluyor. Duman-Konser diye bir albüm yapıyorlar. Onu da dinliyoruz, iyi, güzel. Bu esnada nasıl popülerler... Çok net biliyorum ki Kaan sahnede inliyor artık şarkıyı söylemiyor, çok güzel söylüyor diye çığlık çığlığa herkes. Bahsettiğim şey farklı bir vokali olması değil. Farklı bir vokali olduğu zaten albümü dinleyince anlaşılıyor. Ama bir albümü dinle bir de konseri... Söylediği sözü bile anlayamadığın oluyor. Neyse diyorsun yine dinlenir.

Sonunda 3. albüm geliyor. Seni Kendime Sakladım adında. Albüme isim veren şarkıyı duymuşuz zaten önceki konserlerden. Ama albümün devamını da çok seviyoruz. Öne çıkan,klip çekilen şarkılardan çok, diğer şarkılar daha fazla dikkatimizi çekiyor. İlk albümde Senin gibi, Yalnızlık paylaşılmaz; Belki Alışman Lazım albümünde Bal,Ah,Haberin Yok Ölüyorum; Seni Kendime Sakladım albümünde Yanıbaşımdan, Sadece Koklayacaktım, Rüyanda Görsen İnanma'yı daha severek dinliyoruz. Bu esnada yeni şarkılar gelmiş, yine konserlere gidiyoruz. Gitar çaldığımızda hep bu şarkılar dönüyor. Zaman geçiyor, üniversite başlıyor, sıkılmıyoruz yine de şarkılardan.

2009'da bir albüm daha geliyor. Hatta 2 albüm aslında.Tek defada piyasaya sunuluyor. 20 tane şarkı. Kimi olmamış diyor, kimi güzel diyor. Biz de güzel olmuş diyenlerdeniz. Vokal daha bir sakin geliyor artık.Gitarlar daha bir fazla geliyor. Olmuş diyoruz yani. Konserlere gidiyoruz, içimde hala daha o konsere benzer bir konser olması ümidi... Yok, çalmıyorlar. Kendi şarkılarını çalmayı istiyorlar doğal olarak.Hak veriyoruz, gitar çaldığımızda yine hep bu şarkılar dönüyor.

En nihayetinde, Duman'dan nefret edenin yanında karşı çıkıp savunacak kadar çok sevmiyoruz belki; ama Duman'ı seven adamın yanında da oturup sabaha kadar çalıp söyleyecek kadar çok seviyoruz. Düşününce hep seven adamlarla birlikte olduk o yüzden çok tükettik herhalde. Bu akşam söyleyip eğlendik de; yanıbaşımdan dinleyip üzüldük de. Her eğlencede,her üzüntüde bunu yaptık, o yüzden tükettik; ama bu şekilde sevdik zaten. Tükenmişliğiyle daha güzel hale geldi belki de. Kim bilir daha kaç albüm yaparlar; ama etrafımızdaki sevdiğimiz insanlar değişmedikçe bu şekilde tüketilmeye devam edilecekler.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Özkaynak Gelenek,Özkaynak Gelecek.

NECİP UYSAL
  Özkaynaktan bahsetmişken konuşulacak o kadar çok nokta var ama Necip yazısında daha çok oyuncudan,genç kartaldan bahsetmek istiyorum.
Yaklaşık 12 yaşından bu yana Necip(19) Beşiktaş altyapısının havasını solumuş.Şoför bir babanın ve ev hanımı bir annenin en küçük oğlu.Bayrampaşa-Fulya-Nevzat Demir bütün parkurlarda koşmuş,U18 den Ümit Milli Takıma ordan Milli Takıma seçilme başarısı göstermiştir.Son maçtaki kadroya alınmama sebebini bir çırpıda söyleyelim,Beşiktaş altyapısından yetişmesi.


  Paf takımından gelen son oyunculardan biri olan Necip,ilk kez Ertuğrul Sağlam döneminde A takım yolunu tuttu.A takım yolunu tuttuktan sonra Beşiktaş semalarındaki ilk hedefi eğitimi,okulu oldu. Bahçeşehir Üniversitesi Büro Yönetiminde Burslu olarak okuyor. Besyo yu seçmemesinin sebebide Burslu okurken okul takımında da oynaması ki 2 sene önce şampiyon olmuştu Bahçeşehir.Fazla üzün sürmedi A takım macerası,Mustafa Denizli gelince sadece 2 hafta daha A takımla çalıştı ve tekrar Paf takıma gönderildi. Mustafa Denizli Genç oyuncunun güçlenmesi için aldığı bu kararı,Necip e izah etmiş ve karakteri başkalarına benzemeyen genç bu karara saygı duymuş ve çalışmalarını daha fazla seviyede devam ettirmiş.

  6+2 Gençlerin önünü kapatıyor diye biz reel-sanal bağırırken 6+2+2 çok garip oldu.Ernst-Fink gibi bir 2linin arkasında uzun süre yedek bekledi,kadro şansıda bulamadı.Bu sene bu farklı olsun,Necip kaleciden sonra ilk 11 formasını alsın diye yazıyorum aslında bunları.Biraz oyun stilinden bahsedelim.Benzetmeyi çok seviyoruz ya,Messi Serdar,Lampard Necip,Pirlo İnceman. Kimi benzetsek durumu çok kötü oldu o yüzden Lamparda benzetmek kıyaslamak gibi bir hata yapmayacağım.Yandaki resmin aslında bir önemi var çünkü Necip,Tslde oynayan en iyi yabancı olarak Ernst ismini veriyor.Ön libero oynadığı dönemlerde,top kapma yetenekleri Aurelio meziyetlerini andırıyor bunu inkar edemem.Top ayağına Aureliodan daha çok yakışıyor o kesin.Fiziği geçen sezona göre bu sezon daha iyi.Kısa-Uzun pas isabet oranı mükemmele yakın.
  Bu tip klasiklerin dışında benim daha çok dikkati çeken,nasıl bu çocuk oynamıyor dedirten bir özellik var. Karar alma yetisi. Topu ayağına alırken kararını vermiş oluyor ve gerçekten korkusuzca onu uyguluyor. Serdar-Holosko-Uğur İnceman bu eksikliği en çok farkettiğin insanlar bu döneme kadar.Ernst-Bobo ve Fink 3 lüsü bu döneme kadar sırıtmadılar bu konuda.Okuduğum bir yorum aklıma geliyorda,saçını 3 numaraya vurdur,sırtına ver 6 numarayı,koy west ham ortasahasına sırıtmaz.
  E peki bu çocuğun ayağı top yapıyor,oyun zekası,futbol bilgiside yerinde,e yerinde olmayan hiç bir şey yok mu ? Var.Agresiflik güzel bir şeydir,basan,ısıran topçuları severiz biz.Necip bu noktada biraz fazla kalıyor çünkü faul yapmasını bilmiyor.Orta saha oyuncusunun faul yapmayı bilmemek gibi bir lüksü olamaz.Bakın Necip'in yaptığı faullere istisnasız bütün faulleri sarı kartlık.
  Serdar Özkan bu forma altında 6-7 sene önce nasıl heyecanlandırdıysa bizleri aynı heyecan Necip içinde geçerli. Bu çocuk Serdar'ın hatalarına kesinlikle düşmeyecektir. Ernst-Guti gibi isimlerle çalışıyor olması en büyük avantajı olsa gerek.Defansif yönü,Ofansif yönü,Passer olma yeteneklerini hepsini geliştirebilir. 91 doğumlu bir oyuncunun bunu yapabilecek zamanıda var. Buca maçından itibaren umarım düzenli bir 11 oyuncusu olursun Necip. Çok akıllı ve efendisin,hep böyle kal. 

Ernst ve Gutinin burnunun dibinde ayrılma :)
  


13 Ağustos 2010 Cuma

Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi


"Korkunç olan ölüm değil,yaşanan ya da yaşanmayan hayatlardır. İnsanlar hayatlarına saygı duymuyorlar, işiyorlar üstlerine, sıçıyorlar. Geri zekalılar. Tek düşünceleri düzüşmek, sinema, para ve düzüşmek. Hiç düşünmeden yutuverirler Tanrı'yı, hiç düşünmeden yutuverirler Vatan'ı. Çok geçmeden düşünme yeteneklerini yitirirler, başkalarının onlar için düşünmesine izin verirler. Pamuk beyinliler. Görünümleri çirkin, konuşma biçimleri çirkin, yürüyüşleri çirkin. Yüzyılların olağanüstü bestelerini çalın olnlara, duymazlar. Çoğu insanın ölümü bir aldatmacadır. Ölecek bir şey kalmamamıştır geriye." Charles BUKOWSKI

" What is terrible is not death but the lives people live or don’t live up until their death. They don’t honor their own lives, they piss on their lives. They shit them away. Dumb fuckers. They concentrate too much on fucking, movies, money, family, fucking. Their minds are full of cotton. They swallow God without thinking, they swallow country without thinking. Soon they forget how to think, they let others think for them. Their brains are stuffed with cotton. They look ugly, they talk ugly, they walk ugly. Play them the great music of the centuries and they can’t hear it. Most people’s deaths are a sham. There’s nothing left to die.”

—The Captain Is Out to Lunch and the Sailors Have Taken Over the Ship, 1998

12 Ağustos 2010 Perşembe

Portre: Shaquille O'Neal



O zamanlar okumayı yeni yeni hızlı hale getirmiş bir kişi olarak, 95-96 senesinde, Shaquille O’Neal’i siyah üzerine beyaz çizgili Orlando forması içinde görmenin sihrine(magic) kapılan bir nesil içinde bulunmaktan dolayı her zaman kendimi şanslı hissetmişimdir . Başarılı geçen yıllarının ardından, filinta gibi olmasa da şimdikine nazaran çok çok ince bir vucut yapısına sahip olan Shaq, 96 senesinde Orlando’yla ipleri koparıp, Lakers yolunu tuttu. Potansiyel süperstar adayı Kobe ile birlikte lig'i dömine etmeye başlamaları an meselesiydi.

O dönemler Türkiye'de yayınlanmakta olan FastBreak dergisi sezon öncesi özel bir sayısında takımları ve takımların en önemli oyuncularını tanıttığında Houston'da Charles Barkley, Seattle'da Gary Payton, Minnesota'da Kevin Garnet, Detroit'te Grant Hill ve Lakers'ta da Kobe en ön sırada bulunuyordu. Dergi yazarları ve editörlerinin bu seçimi belki de çok uzun yıllar boyuca sürecek tartışmasının ilk kıvılcımlarıydı.



Taraftarlar ikiye bölünmüştü. Shaq'ı birinci sıraya koyanlar ile, bu takımın olmazsa olmazı Kobe'dir diyenlerin kör dövüşü 2004 senesine kadar devam etti. Bu arada bu harika birlikteliğin 2000-2002 sezonu arası üç tane bebeği olmuştu. Ardarda kazanılan üç şampiyonluk(three-peat) sonrası bu başarılarda kimin daha çok pay sahibi olduğu sorusunun cevabını artık Laker yönetiminin vermesi gerekiyordu. Lakers, oyunu Kobe tarafından kullanınca, Shaq, terk edilme duygusununda verdiği hırsla yeni bir yüzük kazanmak için South Beach'in yolunu tutmuştu bile. Kariyerlerinin son senesine gelen veteranların ve Wade'in çok büyük gayretleri sonucunda 2006 senesinde gelen şampiyonluk Shaq için sadece bir şampiyonluk değil, Kobe ve Lakers'a karşı kazanılmış bir savaştı aynı zamanda.



Gel zaman-git zaman, yıllar, Shaq'ın aleyhine çalışırken, ringin diğer köşesinde Lakers koçluğunda yere her zamankinden daha sağlam basan bir Kobe ayağa kalkıyordu. 2009 senesinde durumu eşitleyen Kobe, son olarak bu sene kazanılan şampiyonlukla beraber öne geçen taraf oldu. Bu zaman diliminde iyice formdan düşen ve gittikçe ağırlaşan Shaq'ın çaresiz çırpınışları da, bir zamanlar sempati duyduğumuz "Süperman" için ufak göz damlalarının akmasına sebebiyet vermişti. Önce Phoenix, ardından Cleveland yolunu tutan Shaq, kendi deyimiyle "chosen one" lakaplı LeBron'la da umduğunu bulamayınca kariyerinin son durağına, Boston otobüsüne bindi. Yolculuk ne kadar sürer bilinmez fakat, "Shaq'ı nasıl bilirdiniz" diye sorduklarında ne diyeceğimizi hala düşünmekteyim açıkcası.

Hikayenin son ve en önemli kısımında Shaq'ın sempatik tavırlarıyla bezenen bir kariyeri nasıl antipatiklik timsali haline getirdiği yazılacak şüphesiz. Tartışmasız NBA'de gördüğüm en eğlenceli karakter olan ve All-Star’ların vazgeçilmezi O'Neal'ın, Evliya Çelebi'ye özenip, takım takım gezmesi hiç de bir yıldıza yakışan cinsten değil bana kalırsa. Ben bir bankta oturmuş Shaq bu takımdayken, şu takımdayken diye anlatmaya başladığım anda, yan tarafımda ufaklıkları etrafına toplamış Kobe ve Lakers evliliğini anlatan amcanın etrafını daha fazla kamera saracaktır elbet. “Şampiyon benim ikinci kim” cinsinden Hülya Avşarvari açıklamalara girmeyip, leyleği havada görmeseydi o forma çoktan Staples Center tavanına asılmıştı belki de.



Bir NBA sever olarak 2006 senesine kadar Kobe'den nefret eden, Shaq'ı yere göğe sığdıramayan bir adamdım(ebat olarak pek sığacak gibi değil zaten). Kobe'nin "ben en iyiyim" şımarıklarının yanında Shaq'ın sevimli suratını çok daha sempatik bulan ben, düşüncelerimi biraz olsun değiştirmiş bulunmaktayım. Bir tarafta üstün yeteneğinin yanına, profesyonelliğin bütün gerektirdiklerini katarak tarihin Jordan’dan sonra en büyük oyuncusu olarak anılan Kobe varken, diğer tarafta vücuduna ihanet ederek, biz taraftarlarını da ihanete uğramış hissine kapılmamıza sebep olan O’Neal var. Şampiyonluklar kazanılır, istatistikler yıkılır, rekorlar kırılır, ama bunların hangi takımda gerçekleştiği tartışılırken, diğerleri çok daha az fakat kanıksanmış başarılarıyla gelir ve size el sallamak vasıtasıyla yol verir.

Akan sulardan ve akıp giden zamandan sonra Shaq’ı bir tek açıklamayla affederim: “benim için kazanmak, ya da kaybetmek önemli değil, sadece oynamak istiyorum” Aaa pardon lan, o kumar cümlesiydi değil mi?

6 Ağustos 2010 Cuma

Kolej Çocuğu Jordan







Michael Jordan'ın 1983 senesindeki kolej fotoğraflarından seçmeler.

Kaynak:SI

5 Ağustos 2010 Perşembe

İki Resim Arasındaki Fark


Sienna Miller ablamızın karpuz yemesi oldukça değişikken...

Sevgili Fırat'ımıza o kadar da değişik gelmemektedir..

Ben Sizin Babanızım, Ben Ne Dersem O Olur


Uzun zamandır yazmıyordum. Aklımda sinema, müzik, kitap, spor dahil olmak üzere bir çok konu başlığı olmasına rağmen, Ekvator'un en büyük ilçesi Fethiye'nin öldürücü sıcağının vücut üstünde bıraktığı yıpratıcı etki sebebiyle, inanılmaz bir isteksizlik hali, üç numaralı saçlarımın olduğu kel kafamın üzerinde dolanmaktaydı. Gel gör ki susmakta bir yere kadarmış. İnsanın içi gerçekten de bir yerden sonra patlayacak gibi oluyormuş. Dünkü Young Boys hezimetinden sonra ki bence çok büyük süpriz falan değil, yazılı ve görsel basında çıkan haberleri okumanın bende bıraktığı etki, tamamiyle bu yazıya tepki olarak doğdu.

Ülkenin en büyük "Porno" sitesi(pardon magazin diyecektim ama porno da yakıştı) olan Milliyet'de "Kocaman Bahaneler" başlıklı bir yazı var. Bu yazı şüphesiz ki Fenerbahçe'nin şampiyonlar lig'inden elenmesinden sorumlu tutulan kişinin Aykut Kocaman olduğu görüşüyle örtüşüyor. Benim merak ettiğim ise bu yazının ne gibi nedenlerden ötürü yazıldığı?

İlk olarak belirtmek gerekir ki, o medya kuruluşunda çalışanları alışkın olduğu patronlarını eleştir(e)meme duygusu sebebiyle eleştirilerin Aziz Yıldırım üzerine değil de Aykut Kocaman'a olmasını azcık da olsa mazur görebilirim ama yağdanlıklarına da bir yere kadar katlanabiliyor insan. Bu takımdan(mevcut oyuncu kadrosundan bahsediyorum) beklentilerin bu denli yüksek olması, en başta gereksiz sözler vererek populist tavırlarına her gün bir yenisini ekleyen Aziz Yıldırım'ın suçudur en başta. A.Yıldırım'ın suçları bunlarla da bitmiyor tabii ki. Aykut Kocaman daha sportif direktörlüğe getirildiğinde belliydi, zamanı geldiğinde teknik direktör olacağı. Daha doğrusu bir diğer günah keçisi olacağı. "Ben herşeyi denedim, herkesi getirdim yine de olmuyor ama olacak" cinsinden tavırlar olduğu sürece bu teraneler söylenmeye de devam edecektir. Eldeki son derece yeteneksiz, yeteneksizlikten öte futbol zekası fukarası topçular ise Aziz Yıldırım'dan sonra en fazla hatası olan insanlardır.

Aykut Kocaman'ın hiç mi hatası yoktu?
Dünkü maçta Kocaman'ın tek yaptığı teknik hata Alex'le başlamak oldu aslında. Çünkü kanatlardan oynanacak bir sistemde(ki transferler bunu gösteriyor) Alex orta saha için kalabalık teşkil ediyor, yer açamıyor. Ayrıca takım savunmasında vasıfsız kalıyor. Yani Kocaman'ı eleştirebileceiğimiz tek nokta burası olabilir. Kondisyon olarak sizden iyi bir takıma, hele ki sizi ilk maçta hucum anlamında sürklase etmiş bir takıma, hali hazırdaki zayıf savunmanızla çıkmanız harakiri olurdu. İlk maçta top oynamadan elde edilen 2-2 beraberlik sonrası en akıllıca iş takım savunması olurdu bu bağlamda. Fakat savunmaya katkısı olmayan Alex ile başlamak bir hataydı.

Bir insanın ya da kurumun başarıya ulaşabilmesi için bir çok faktör vardır. Şöyle örneklendireyim: Öss'ye hazırlarnırken şüphesiz dershanelerin çok büyük katkısı vardır. Ama bu katkı düzenli çalışan ve olayın farkında olan kişilere hizmet eder. Aynı şekilde anne ve babasından yeterli desteği gören öğrenci, dershane'nin de yönlerdimesiyle başarılı olur. Burda anne ve baba Aziz Yıldırım, dershane Aykut Kocaman, öğrenci futbolcular, öss de öğrencinin başarısı olsun. Aile desteğini arkasına alamayan, düzenli çalışmayan, fakat en iyi hocaların olduğu dershaneye giden öğrenci başarılı olamaz.FB'nin içinde bulunduğu durum tam olarak bundan ibarettir. Lakin şöyle bir şansları var, insan annnesini babasını değiştiremez fakat kulüpler başkanlarını değiştirebilir. Çünkü sizi dershaneye yazdıran, ailenizdir.

Sonuç olarak sadece dünkü maç için değil de genel bağlamda konuşmak gerekirse, Aykut Kocaman süper bir teknik hoca değildir, olmayacaktır da, fakat bütün eleştirileri ona sıralayıp, bütün suçu ona atmak ayıptır. Bu takımın en birinci hastalığı Aziz Yıldırım'dır. Ceraati kesip atmadığınız sürece de hastalık bitmeyecektir. Yarın bir transfer ile gönül alınmak istenecektir. Taraftar da haliyle buna kanacaktır. Padişahım sen çok yaşa naraları hep bir ağızdan yükselicektir.

Az daha unutuyorduk, Kazım diye adlandırılan fakat hiç bir isme layık olmayan, gördüğüm, şahit olduğum en salak futbolcu, bütün bu sorunları ortaya çıkaran kişidir. Elbet bir gün bunlar yazılıp, çizilecekti fakat Kocaman'ın yıpranmış bir şekilde lig'e başlamasına sebebiyet veren bu topçudur. Başkanı, topçuları eleştirmeden, hemen Kocaman'a yüklenenlere burdan son kez yükleniyorum. Ve bir dahaki yüklenmem Şahan Gökbakar'ın roofsex'ine benzeyecektir. Ola ki Kocamanı da kovdunuz kim gelecek ulan. Mourinho geldi diyelim. Bekir'in, Kazım'ın Bilica'nın beynini açıp ameliyat mı yapacak?

Umarım bu yazıyla ruhumun derinliklerinde dolaşan ataleti atmışımdır!

Bu da Sana Kapak Olsun