Son beş ayda en çok maruz kaldığım sorulardan biriydi "Kendini tanıtır mısın?" Tanıttım. Her seferinde biraz değiştirerek ama. Gittikçe daha iyi birleştiriyordum geçmişimi. Eksikleri kapatıyor, şüpheye yer vermeyecek şekilde ilaveler yapıyordum. Çocukluğum, okuduğum okullar, sosyal aktivitelerim, ne istediğim, ne beklediğim... Seri bir şekilde söyler olmuştum hepsini. Fena olmadığını düşündüğüm, gerçekle ve yalanla karışık tüm bu kompozisyona rağmen uzun bir süre sonuç alamadım. İbneler ya geri dönmüyordu ya da olumsuz görüş bildiriyorlardı. Sebebini çok düşündüm. Bir şeylerin eksik olduğu çok aşikardı ama neydi o eksik olan? Yeteri kadar inandırıcı değil miydim acaba? Yoksa hala daha eksik parçalar mı vardı söylemediğim? Biraz daha yalan eklemem gerekiyordu belki. Belki sadece kendim olmalıydım. Bilemiyordum. Sadece sıkılmıştım. Hem de çok. Hele son gittiğim bir görüşme vardı ki, karşımdakini neredeyse tekme tokat manyağı yapmak istedim. Kendimde eksik gördüğüm yönlerim nelermiş... Ulan sığır, talep eden taraf benim, eksiklerim var diyelim, hadi ben de bunun farkına varabilecek kadar vicdan sahibiyim -vicdansızlar, hataları ve eksiklerini kabul ettikleri takdirde mutsuz olacaklarını bildikleri için kendilerini, hatasız ve eksiksiz olduğu yalanına çok iyi inandırırlar-, sana niye söyleyeyim ki?
Uzun bir süre dinlendim. Düşündükçe daha çok düşündüm. Tabii sorular dünyanın neresine giderseniz gidin bitmek bilmiyordu. Bu kez de mahalledekiler başladı sormaya. Ne yapıyor muşum, ne yapacak mışım... Güzel küfürler ediyordum. Onlara da çok dayanamadım, başladım tekrardan aranmaya. İlk hafta içerisinde bir yerden davet ettiler. Uğursuz kıyafetlerimi -artık kıyafetlerime bok atar olmuştum- giyip görüşme yapacağım yerin yolunu tuttum. İlk başlarda içim bir cız ederdi heyecandan ama artık işin tam kaşarıydım. Hikayemi önceleri 10 dakikada anlatırken 6-7 dakikalara kadar çekmiştim. Asansöre bindim, uzun koridordan geçtim ve kapıyı tıklatıp içeri girdim. Benden yaklaşık olarak 15 yaş kadar büyük bir adam ayağa kalkıp elimi sıktı ve kendini tanıttı. Bu tip görüşmeleri daha çok tercih ederdim. İK denilen formalite kısmı, can sıkıntısı ve zırvadan başka bir şeydi değildi. Kendimi direkt yönetici ile görüşmeye layık görüyordum. Karşımda samimi bir adam vardı. Önündeki gazeteye bakarak bir iki siyasi yorum ve güncel haber girizgahı yaptım. Hoşuna gitmişti adamın. O da bir kaç yorum yaptı üstüne. Yavaş yavaş çözüyordum adamı. Onların taktikleri varsa benim de gire çıka öğrendiğim birkaç taktiğim vardı. İlk önce kişiliğini çözmeye çalışırdım. Tam konuşmaya geçtiği anda cümle sonlarında onlardan önce davranıp söylemek istediği kelimeyi ondan erken söylerdim. Bu çok hoşlarına giderdi insanların. Onlarla aynı şekilde düşündüğünü zanneder, seni kendilerine yakın hissederler. Bu adama da aynı böyle girişiyordum sağlı sollu. İçim de ısınmamış değildi ama. Renkli, geyik bir şahsiyetti. Fakat tüm bunlar "Kendini tanıtır mısın?" sorusunu sormasına engel olmadı.
Görüşmelere uzunca bir süre ara verdiğimden ya da anlattığım tüm hikayenin bugüne kadar sonuç vermediğinden, bambaşka bir şey deniyordum bu kez. Açıkçası bunu planlamamıştım. "Ben.." dedim,
"Ben...
Beşinci yaş günümdü. Adıma, evimde, annem tarafından düzenlenen doğum günü kutlamasında eve gelen arkadaşlarımdan biri oyuncak arabamı çalmıştı. Bunu, çalan kişinin beşinci yaş günü kutlamasına gittiğimde fark ettim. Anladım ki, insanlar küstah olduğu kadar fütursuzlardı da.
Ortaokulda sevdiğim kızla dersten kaçıp sahilde yürüyüşe gitmiştik. Bir süre sonra yorulunca sırtüstü yatıp bulutları izlemeye başladık. Ayşe, şu buluta bak ne de çok ineğe benziyor değil mi dedi. Ne alakası var, görmüyor musun, bildiğin dinazor bu dedim. Kalkıp tokat attı. Herkesin görmek istediğini gördüğü bir devirdi günümüz.
Lise bittiğinde hayatta tanıdığım en güzel insan öldü. Her güzel şeyin sonu var diyorlardı ama bunu böylesine tecrübe etmemiş olmak tam olarak anlayamamak demek oluyormuş.
Üniversitede en sevdiğim iki hocadan biri, hiçbir şey öğrenemesen bile eleştirel bakmayı öğreneceksin bu okulda demişti. Sonradan farkına vardım ki, dünyanın en güçlü savını da sunsalar sana, insan beyni belli bir süre sonra kendi çıkarına uygun bir argüman üretebiliyormuş. Mutlak doğrunun olmadığını böylece aklımın önemli yerine not etmiştim. İnsanın başına gelen en büyük talihsizliklerden biri büyük bir hünerle kendini kandırmayı başarması.
Daha birkaç yıl öncesine kadar uzunca bir süre düşündükten sonra hayattaki en önemli zenginliğin arkadaşlar olduğuna karar verdim. Maalesef ki para her zamanki gibi gücü eline aldı ve en iyi arkadaşların arasını açtı. Küçüklüğümüzden beri savunduğumuz her şeye ihanet etmiş olduk böylece.
Dünyada en nefret ettiğin şey ne diye sorduklarında tereddütsüz "haklı çıkmak" diyorum. Türkiye'de haklı çıktığımız her konuda ne yazık ki ya siyasi olarak ya da ekonomik olarak çok canımız yanıyor. Ben yanılmaya razıyım, eğer insanlığın selameti devam edecekse...
Birbirine körkütük sarhoş olan iki arkadaşım beklenildiği gibi okullar biter bitmez evlenmişti. Aradan beş yıl geçmişti ki, kız, çocuğu bırakıp başkasına gitti. Ahmet'e bir süre sonra ne oldu da ayrıldınız diye sorduğumda, 'Kral öldü, yaşasın yeni kral dedi, başka da bir şey demedi' dedi. Feodalite kolay kolay yıkılmayacaktı."
Konuşmamı bitirmiştim. Yönetici, gözleri şaşkın bir vaziyette beni dinliyordu. Ne söyleyeceğini bilemedi ilk başta. Önünde duran CV'me bir göz attı. Söylediklerimle orada yazılanları birleştirmeye çalışıyordu herhalde. Ama ben ne okullarımdan ne de iş tecrübelerimden bahsetmiştim. Sadece söylemek istediklerimi söyledim. Bugünlük bu kadar, seni bir kez daha görüşmeye davet edeceğim diyerek o günü sonlandırdı.
Tam bir hafta sonra aynı yönetici tarafından arandım. Madem ilk görüşmeyi bu kadar farklılaştırdın ben de ikinci görüşmeyi farklılaştırıyorum dedi telefonun diğer ucundaki. Gün ve adres verdi. Adres, Kadıköy'deki bir barı işaret ediyordu. İşler tam olarak olmaması gerektiği gibi devam ediyordu. İki gün sonra istenilen saatte istenilen yerde dikiliyordum. Yönetici geldi ve içeri girdik. Patronlar viski içer kardeşim deyip siparişi verdi. Yabancı dilimi test etmek ister gibi bir iki İngilizce laf attı bana. Karşılığını hemen yapıştırdım. Nerede oturduğumu, ne araba kullandığımı sorarak ne kadar para beklediğimi ve hayat standartlarımı öğrenmeye çalışıyordu. Uzunca bir süre sohbet ettik. Beni sevmişti. Muhtemelen işe alınacaktım. Bunu hissediyordum. Zaman öyle boş geçmiyordu tabii. Yarım saatte bir viski-bira söylemeye başlamıştı. Bir yandan benle konuşuyor bir yandan da karşı masada tek başına oturan kızı kesiyordu. İçimden ne oldu la patron, hani sadece viski içerdin, bira nereden çıktı allahın hamalı diyordum. Boku tam anlamıyla yediğimi kıza göz kırpmaya başladığında anladım. Kalk, kızın yanına oturacağız dedi. İşveren ne derse yapmaya hazır biri olarak hayır diyemedim. Gidip, oturmak için izin istedik. Kendini övüyordu, mesleğini, titrini falan saymaya başladı ama belli ki içki içmesini bilmiyordu. Tam anlamıyla matıflamıştı. Fişi çekmesine ramak kalmıştı. Ondan fırsat kaldığı zamanlar ben konuşuyordum. Bir süre sonra içi bulandığı için tuvalete gitti. Aradan 20 dakika geçmişti ve hala gelmemişti. Kız sıkılmasın diye masada konuşma görevini ben üstlenmiştim. Ee dedi kız, senin hikayen ne? Yine o soru amk dedim, son beş ayda en çok maruz kaldığım soru... Yöneticime ne anlattıysam aynısını kıza da anlattım. Ne dediğimi anlamıyormuş gibi dinledi beni. O benim geçmişi merak ederken ben ona anılarımı anlatıyordum CV formatında. Bir süre sonra kız elini bacağımın üstüne attı. Hiç bu kadar terlediğimi hatırlamıyorum. Yönetici birazdan dönüp bu durumu görecek diye çekiniyordum. Beş dakika sonra damladı bizimkisi. İçkiyi biraz fazla kaçırdığını, artık eve gitmek istediğini söyledi. Kıza da, son bir hamleyle ben seni bırakırım istersen dedi. Kız; gerek yok, biz biraz daha oturacağız, buradaki centilmen beni bırakır herhalde dedi. Hemen lafa girdim: "Benim de gitmem gerek ne yazık ki, hem benim arabam da yok..." Bir kız yüzünden bir kez daha görüşmeden geri çevrilmek istemiyordum. Yönetici önce kızı, sonra da beni eve bıraktı. Yolda bir kelime bile etmedi. Kız, bir ara yolda telefonumu alıp kendisi çaldırdı. Patron, kızın bana yazılmasına fena bozulmuştu.Tek hatırladığım buydu. Ben de fena içmemiştim. Ne de olsa ısmarlayan patron vardı. Bayılıyordum bedava alkole.
İki hafta oldu, üç hafta oldu, bir ay oldu. Ne arayan vardı ne soran. Bir kez daha geri çevrilmiştim anlaşılan. İlk başta gayet güzel giden görüşme, benimle hiç alakası olmayan sebeplerden ötürü sonuca ulaşamadı. Tek suçum, yöneticime anlattığım hikayenin aynısını kıza da anlatmış olmamdı. Kızın beni yazar sandığına adım gibi emindim. Yazıyordum gerçekten de. "Kendinizi tanıtır mısın?" sorusuna çeşit çeşit hikayelerden ibaret yazıyordum. Ama o kadardı. İş arıyordum ben. Yönetici, o kadar içmese, kusmaya gitmese bunların hiçbiri olmayacaktı belki de. Kızı bara girdiğimde bir kez bile görmemiştim. Kıza bir kez bile iç geçirmemiştim. Bir kez olsun arzulamamıştım. Hayat böyleydi işte. Başkalarının yaptıklarının bedellerini çekmekle cezalandırıyordu seni.
Takip eden günlerden birinde telefonum çaldı. Heyecanla açtım. İnşallah yönetici arıyordur ya dedim. 216'lı bir numaraydı. Bu bir şirket hattıydı. Arayan o gece bardaki kızdı. İşten 17:00'de çıkıyorum, görüşelim dedi. CV'me anlatmayacağım bir tecrübe daha eklemiştim.
4 Aralık 2014 Perşembe
22 Eylül 2014 Pazartesi
Barmendir Barın Belkemiği
Bara girdiğimde her şey aynıydı; olması gerektiği, her zaman olduğu gibi. Sağ giriş masasında uzun sarı saçlı, sarı sakallı abimiz, üstünden çıkarmadığı gömleğiyle birasını yudumlayıp, gelenlere gözleriyle sessiz şekilde hoş geldin diyordu. Farklı bir karakteri vardı. Az konuşan ama hep en güzel kızı gizemiyle kendisine çeken adamlardandı. O yüzden de kapının hemen yanında konuşlanırdı. İlk giren onu görürdü.
Müziğin sesi, içeride oturanların muhabbetine olanak sağlayacak şekilde sessiz, tek başına içenleri muhabbetle rahatsız etmeyecek kadar gürültülüydü. Bu ayarı nasıl tutturduklarına şaşırırdım. Barın arkasındaki Settar, yine tüm güleç tavrıyla sağa sola laf atıyordu. Onu bir kez bile üzgün göremezdiniz. Barmen değildi. Barmen gibiydi. Genelde ismiyle hitap eden olmazdı. Herkesin sevdiği adamdı. Heykelini dik tapalım diyenden, sen meleksin, peygambersin diyenlere kadar geniş bir kitleye hizmet ederdi. Biz sadece müritleriydik. Bugüne kadar kavga ettiğine, bırakın kavgayı kolay kolay söz dalaşına girdiğine bile rastgelen olmadı.
Söylediğim ilk biranın daha yarısına kadar gelmiştim ki, barın önündeki soldan üçüncü taburenin sahibi geldi. Bizim hocanın makam koltuğuydu orası. Kimse oturmazdı. Hoca her gün gelirdi çünkü. Başka yerde oturduğunda huzursuz olurdu. Dünyanın en dakik insanıydı bana göre. Saat ne zaman 18:00'ı gösterse barın kapası açılır, selamunaleyküm ahali derdi hoca. O geldiğinde hep saaatime bakardım, bu kez geç kaldı amk demek için. Bir kez olsun geç kalmadı ama. Okulun zili bile arada şaşırır deyip takılırdım. Bir gün kapının önünde uzun süre dikeldi, sürekli saatine baktı, zamanı gelince de girdi. Nedeni hep merak ederdim. Bana göre, içtiği biranın hesabını yapmak için bekliyordu zamanını. Barda üç saatten fazla kalmazdı. Kalsa fazlasını içeceğinden korkardı.
Önünden iddia bültenini eksik etmeyen Altan titiz bir çalışmanın içindeydi. Para kazanmak için bu kadar para kaybeden adam görmedim daha önce. Maçlar hakkında kimsenin fikrini ciddiye almazdı. Abi bak ben o takımı çok izledim, bu takım şöyle kötü falan dinlemezdi hiç. Aksi herifin tekiydi. O da bizim girişteki sarı abi gibi çok konuşmazdı. Arada futbol içerikli hayata dair laflar ederdi. O zaman anlardınız ne demek istediğini. Yalayıp yutmuştu hayatı. Herkes ölürdü ama herkes gerçekten yaşayamazdı hayatı ona göre. En sevdiği sözdü... Parayı bulsa bar açacaktı.
Solumdaki masada Deniz, her zamanki gibi güzel bir kızla sinemadan, sanattan konuşuyordu. Konu aynı kalıyordu, kızlar değişiyordu. İbnenin oğlu sırf kız uğruna astrolojiye bile merak sardı bir keresinde. Ekmeği için uğraşırdı. Vizyona giren filmleri, hangi tiyatroda hangi oyunun olduğunu, siyasi gündemde cereyan edenleri, Jüpiter'in Plüton'a yaklaşıp yaklaşmadığını takip ederdi sürekli. Bir kez olsun pas atmışlığı yoktu ama. Nalın keseri gibi hep kendine hep kendine çalışırdı. İş konaklamaya gelince, abi senin ev bu gece müsait mi demesi bilirdi bir tek. Kıramazdınız. Çok iyi olmadığını bildiğiniz ama sempatik hareketleriyle herkesin bir şekilde konuştuğu tipin biriydi işte. Yararı da zararı da yoktu.
Bahtiyar abi yine kendine dert edinecek bir şey bulmuştu. Ya kız arkadaşları terk ederdi, ya da bir tanıdığı buna kazık atardı. Hayatımda gördüğüm en negatif adamdı. Onun, işi şakaya vurması için yaklaşık olarak beş bira içmesi gerekirdi. Hiç unutmuyorum, bar tarihinde ilk kez bir gün geldi ve bugün ne oldu biliyor musunuz diye sormadı. Tanıyanlar, tüm anlattıklarının Bahtiyar abinin bira içmesi için uydurduğu bahaneler olduğunu bilirdi. En büyük mezesi sıkıntıydı. Dediğim gibi, sadece bir gün sıkıntısız geldi, onda da bugün sırf bira içmek için bira içeceğim ulan dedi. Kimse kimseyi yargılamazdı. Herkes bir sebepten içiyordu nihayetinde.
Her şey aynıydı. Olması gerektiği, her zaman olduğu gibi.
Yaklaşık 15-20 kişilik bir müdavim tayfasıydık. Kimisi çok akıllı, kimisi çok salaktı. En iyi üniversiteyi bitiren de vardı, dünyadaki en rezil işi yapan da. En güzel kızla takılan da vardı, en çirkinle aşk yaşayan da. Sanat da konuşulurdu, bel atına da vurulurdu. Bira da içilirdi, cin-tonik de dikilirdi. Belki hiç ortak noktamız yoktu. Belki çok ayrı dünya insanlarıydık ama bir şekilde birbirini görmeden yaşamayan insanlar gibiydik. Böyle barların bir kimyası vardı. Sebebini bilmediğin bir birleşim... Herkes herkesle anlaşırdı ama herkes bir kişiyle daha iyi anlaşırdı. Genelde barın arkasında duran adam olurdu o. En çok o dinlerdi, barda en fazla o vakit geçirirdi. Bardağın içine ne kadar cin koyulacağına, son yolluk birasının verilip verilemeyeceğine o karar verirdi. Barın sahibi, bira dağıtanlar, gelenler, gidenler hepsi önemliydi belki ama barın arkası bir şekilde öne geçiyordu.Sanıldığı gibi barın bel kemiği tabureler değildi. Barın arkasında durandı, barmendi...
Bizim insan suretindeki melek, durun bir şey söyleyeceğim dedi o gün. Bir anda herkes ona döndü. Haftaya ayrılıyorum deyip kendine de bir bardak doldurdu. Konuşan yerlerimiz ağrıyordu. Bir kelime bile çıkmamıştı bu cümlenin üstüne. Sigara yakan oldu. Bira yanına tekila söyleyen oldu. Sevgilisinden ayrılan ama acısı daha yeni dank etmiş gibi rol yapan oldu. Hoca saatine bakıp duruyordu, sanki bir an önce gitme ister hali vardı. Bizim girişteki sarı abi ayağa kalkıp oturduğu yeri değiştirdi. Değiştirdi dediysem giriş kapısının sol masasına geçti. Kimseyi görmek istemiyordu. Bahtiyar abi içmek için bundan daha iyi bir bahane bulamazdı. Altan neredeyse iddia bülteni yedi. Deniz, karşısındaki kıza benim de defalarca izlediğim Barfly diye bir sinema filmini anlatıyordu ki, çok geçmeden Eylül ayının insanları iş hayatlarında yeni kapılara sürüklediğinden bahsetmeye başladı. Mars, Dünya'ya daha mı yaklaşmış ne... Barın önüne gidip The Doors'tan The End'i açtım. Sesi tam köklüyordum ki, Settar çok oldu kardeşim dedi. Üzüntülü bir şekilde gülümsedim.
Her şey olması gerektiği, her zaman olduğu gibiydi, ama ilk kez hiçbir şey aynı değildi.
Gönderen
bora
24 Ağustos 2014 Pazar
Çünkü Başarırken En İyisi Sensindir
Bizdeki hikaye de herkesinki gibiydi. Zamanında işçi alımı sırasında Almanya'ya göçmüşler işte. Hala daha da oradalar. Çocukluk yıllarımın nasıl geçtiğini tam bilmiyorum. Buna karar verebilmem için o yaşlarımda Türkiye'de de bir süre yaşamış olmam gerekirdi diye düşünüyorum. Nereli olduğumu hiçbir zaman hissedemedim. Evin içinde Türk gibiydik, dışarıya çıkınca Alman. Bu, arada kalma durumu yoruyordu beni. Babam kültürümüze sadık kalmaktan bahsederdi sürekli. Asimile olmaktan kokardı epey. Din derdi, kuran derdi. Hiç umurumda olmadı böyle şeyler. Kendimi bir yere ya da bir şeye ait hissetmiyordum. Topa vermiştim kendimi mütemadiyen. Mahallenin iyilerindendim. Üç maçta bir kesin iyi bir gol atardım. Artistik yani... Bir süre sonra kulübe yazıldım. Babam gibi işçi olmak istemiyordum. İyi bir yere gelecek kadar da kafam çalışmıyordu. Şu tornavidayı tut bakalım dediklerini hatırlıyorum, o an elimdekini götlerine sokasım gelirdi. Pas atardım ben, koşardım, adam geçerdim, depara kalkardım. Yeterdi bana. Bir şekilde devam ediyordum hayata. Hem de en iyi bildiğim şekilde. Yıllar çabuk ilerledi. Babamların istediği bir insan olamadım. Onların istediği bir işim olmadı. Hoş, babam da kendi istediği gibi bir hayat yaşamıyordu ya, neyse. Farkına vardım ki, elimin tornavidayı tutmadığı, aklımın derslere basmadığı gibi topu da öyle ahım şahım oynamıyordum. Ama bu sefer de Türkiye kucak açmıştı bana. Yıllar önce babamın başına gelenler gibi. Zamanında Almanya nasıl işçiye muhtaçsa, Türkiye de öyle muhtaçtı bizim gibilere. Saçma sapan lig kuralları vardı. Türk statüsündeki oyuncular altın değerindeydi. Artistik gollere bayılırlardı. Senin ne kadar mücadele ettiğin, ne kapasitede olduğun önemli değildi. Arada bir şık gol sallasan üç maç kötü oynamaya hakkın olurdu. Hayat ilk defa yüzüme gülüyormuş gibi hissettim. Orta sıra bir Anadolu takımına transfer oldum. Antrenmanlar, hazırlık maçları derken lig başladı. Yavaş yavaş kaşarı oluyordum ortamın. Ayıkmaya başlamıştım raconun. Kendimi ligdeki diğer oyuncularla kıyasladığımda çok da kötü değildim aslında. Biraz daha öne çıkmak için çalışıyordum var gücümle. Makul miktarda ücretim vardı. Beni hor gören ama transfer yapınca göklere çıkaran babama para gönderiyordum. Hatırlıyorum da, adam neredeyse çalışmayı bırakacaktı.Yıllara meydan okuyamadım. Yaşlandık, koşarken götümden solumaya başladım. Ama hala ekmek vardı bu ülkede bize. Bizim piyasamız farklıydı. Ederimizden fazla değer görüyorduk her zaman. Bir alt lige gittik. Bir kaç senem de öyle geçti. Vücut gitmiyordu artık. Bırakmanın zamanı gelmişti. Eldeki parayla biri Almanya'da, biri Türkiye'de ortalama iki ev aldım. Aileye epey para göndermiştim. İçim rahattı. Anamın, babamın yanına, medeniyete gideyim dedim, bastım gittim Almanya'ya. İlk bir iki yıl fena geçmedi. Sonrasında ise katlanamayacağım bir dırdır başladı. Babam, tıpkı çocukluk yıllarım gibi 40'lı yaşlarımda da hiçbir şey yapmıyor ve para kazanmıyor olmama fena kafayı takmıştı. Ne it adamdı şu babam. Bizimkisi de sabırdı, dayanamadım sonunda.
"Zorunda mıydım tüm bu bakışlara ve söylenilenlere katlanmaya? Zorunda mıydım herkesin öve öve bitiremediği ama aslında nefret ettiği hayatları yaşamaya? Eve her dönem takdirname ile geldiğimde hiç böyle değildi ağzınızdan çıkanlar. İki oyuncunun kırmızı kartla oyun dışı kalıp takımı tek başıma galibiyete götürdüğümde gülen suratlarınızı anımsıyorum. O gün mikrofonlar önünde yaptığım konuşma sonrasında alkışlıyordunuz beni. İlerleyen yaşınıza rağmen eskisi gibi koşabiliyor musunuz siz? Cinsel gücünüz hala doruk noktasında mı? Telefon numaralarını eskisi kadar çabuk ezberleyebiliyor musunuz? Dünyanın en iyi restoranı her gün aynı parayı kazanabiliyor mu? En formda takım bile arada yenilmez mi? Ronaldo'yu, Ronaldinho'yu hatırlasanıza, onlar bile bazen sahada gezinmez miydi? Siz hiç altılıyı her gün tutturan adam gördünüz mü? Peki siz hiç her gün gülebilen bir adam gördünüz mü? Çıkışları kadar inişlere de hakkı yok mu insanların? En azından bir sürelik rölantiye... Götsünüz len hepiniz. En iyi bildiğiniz şey eleştiri yapmak sanıyorsunuz. Onu bile yapamıyorsunuz. Haberiniz yok hiç bir şeyden. Duygularınızı yitirmişsiniz. Başkasını anlayamayacak kadar bencilsiniz. Körsünüz siz. Aslında duyamıyorsunuz da. Konuşabildiğinizi de hiç sanmıyorum.Yaşadığınızı zannediyorsunuz. Her kelime kendi anlamını kazanmış sizin sözlüğünüzde. Ne diyeyim ki size? Nasıl bakayım suratınıza? Sizin yaptığınız gibi mi?"
Tüm bunları bir dakika içinde söyledim. Kendim de şaşırmıştım doğrusu. Öncesinde içtiğim iki bira beni akışa sokmuştu. İlk başta karamsar, hatta depresif bir ruh halinde olduğumu düşündüm. Değildim ama. Gerçekçiydim sadece. İşler böyle yürüyordu dünyada. Dinlemekten bıkmıştım. En iyi yaptığım işlerden biriydi aslında dinlemek. Az konuşurdum. Yerini, zamanını bilirdim. İlla bir iki kelime ederdim ama. Dayanamazdım çok. Hoşuma gitmeyen bir durum varsa hele hemen devreye girerdim. İçeme atamazdım. Kendimi hep zeytinyağı şişesine benzetirdim. Ne kadar özen gösterirsen göster zeytinyağı şişesinin dışı her zaman yağ olurdu. Şişenin kaderi buydu. Silersin, temizlersin ama bir dahaki seferde yine yağlanırdı. Ne kadar susarsam susayım kusardım ben de bir yerde. Pislenirdi üstüm, yağ şişesi gibi. Futbolculuktan yağ şişesine dönüşen bir kariyerdi benimkisi. Ne harika bir hikayeydi ama... Canım sıkılıyordu. Manyak gibi dizi izliyordum. Bazısı sıkıntımı daha da arttırıyordu. Bazısı dünyaya ne kadar doğru baktığıma inandırıyordu beni. Dedektif vardı bir tane, Rustle Cohle, onu izliyordum o ara. Benim babama demek istediklerimi söylüyordu sanki: "Kendimi realist olarak görüyorum. Ama felsefi terminolojide buna karamsar deniliyor... Bence insan bilinci evrimde trajik bir şekilde ilerledi. Çok fazla bilinçlendik. Doğa kendinden bağımsız bir bakış açısı yarattı. Bizler, doğa kanunlarına göre var olmaması gereken yaratıklarız... Hepimiz bir yanılsama içindeyken duygusal deneyimler ve hislerin gelişimi sayesinde birey olduğumuzu sanan fakat aslında bir hiç olan bireyleriz. Bence türümüzün yapması gereken, onurlu davranış biçimlerimizi reddedip, üremeyi durdurmak ve hep birlikte soyumuzu tüketerek kardeşçe bu haksızlığa bir gece son vermektir." Bölüm bittiğinde uzun süre yerimden kalkamadım. Replikler beynimde yer etmişti adeta. Yan odada babam Alman Ligi'ni izliyordu. Kapıyı açıp, "Baba buldum, dedektif olacağım ben" dedim. "Siktir git" dedi. Harbiden de göt adamdı şu babam.
Gönderen
bora
28 Haziran 2014 Cumartesi
Kaybederken Kaybedemezsin
Güney Kore - Cezayir maçı benim için kapalı kutuydu. Bir tahminde bulunabilirdim ama kendimden o kadar da emin değildim. Bana uzak coğrafyalardı. Son kurşunumu bu şekilde sıkamazdım. Diğer tarafta ise Portekiz vardı. Brezilya macerasına çok kötü başlamışlardı. Ronaldo'nun, uzun süre sonra Messi'ye gözle görülür bir üstünlük kurduğu sezonun ardından beklentiler doğal olarak yüksekti. İlk maç Almanya'ya çok kötü tosladılar. Yenilmek bir yana, iki tane önemli oyuncu kaybı vermişlerdi. Ronaldo'nun dizi, takımın gruplardan çıkıp çıkamayacağı konusundan daha fazla konuşuluyordu. ABD karşısında ne yapabileceklerine karar vermeden önce hızlı bir şekilde geçmişte ne yaptıklarını canlandırdım zihnimde. 2004'te kendi ülkelerinde finale kadar yükselmişlerdi ama; Yunanistan, futbolun çirkinleştiğinin ve daha da çirkinleşeceğinin sinyalini vererek kupayı kazanan taraf oldu. Bu Portekiz için Altın Jenerasyon'un sonuydu aynı zamanda. 2006 da onlar için fena geçmedi. Ardından 2008'de çeyrek finale kadar yükseldiler. 2012'de bir yarı final daha geldi. Uluslararası turnuvalarda çekilen kuraya göre bir şekilde ilerlemesini beceriyorlardı. Yine de, direkt Portekiz'e oynamak için ikna olmamıştım. O sırada aklıma bir yazı geldi. Ronaldo üzerine yazılmış... Tarihin en iyisi olduğundan bahsediyordu. Belki en iyi ikincisi... Yazıyı bitirdiğimde kendimden emindim. Kalan bütün parayı basacaktım. Daha ilk baştan beri onlar üzerine kuruyordum aslında tüm planı. Geçmişteki başarılarını düşünmek ve Ronaldo hakkında iyi yazılmış bir yazı okumak, kendimi kandırma çabamdı sadece.
Daha ilk bakışta anladım onun da benden hoşlandığını. Uçağı beklemek için aynı kafeyi tercih etmiştik. Gazetemi bitirdikten sonra bir bakış attım. Utanır bir şekilde gözlerini kaydırdı. İki-üç dakika sonra bir kez daha göz göze geldik. Bir saat boyunca devam ettik bu şekilde. Sürekli olarak gözlerimi dikersem, onu korkutacağımı biliyordum. Kitabına uygun işliyordum her şeyi. İlk defa, saatler sonra kalkacak bir uçak için havalimanına bu kadar erken getirilmenin faydasını görüyordum. Kızın üstü başı, diğer insanlar gibi ihtişamlı değildi. Ama pejmürde bir görüntüsü de yoktu. Doğal ve sade giyinmişti. Tatlı bir yüzü, dalgalı kumral saçları vardı. Bayılırdım kıvrılan saçlara. Sempatikti. Bir süre sonra benden başkaları da ona bakmaya başladı zaten. Takım elbiseli, kasılan tipler... Nefret ediyordum bunlardan. Her yerde işadamcılık oynuyorlardı. Ceplerindeki paraya inandıkları kadar kendilerine inanmazlardı. Kalkıp kızın yanına gitsem mi acaba diye düşünmeye başladım. Rahatsız olmuştum diğerlerinin bakışından. Bir hamle öne geçmeliydim. Kalkmaya hazır hissettiğim anda bir güç beni bir şekilde sandalyeye geri çekiyordu. Güvensizlikti bunun adı. Sıradan bir Portekiz maçına bahis yapmakta saatlerce karar veremeyen bir güvensizlik. Hakkımda iyi yazı yazılmış bir yazı olsa, tarihim başarılar dolu olsa hepsini deneyecektim kalkmak için, fakat elimde annem ve babamın gıyabımda söylediklerinden başkası yoktu. Benden hep iyi bahsederlerdi. Aileler başka ne yapar ki zaten? İtin teki diyecek halleri yoktu. Deseler, herkes bunda onların da suçunun olduğu söyleyecekti. Kimse, kendisi hakkında kötü laf duymak istemiyordu. O yüzden ucu kendisine dokunacak her konuda hep en iyi, en pozitif sıfatları seçerlerdi. Saatimi kontrol ettim, uçağa az kalmıştı. Güvenimi toplar gibi olmuştum. Gidip yanına oturacaktım. Birden bir anons geldi. Uçağın rötar yapmasını daha önce hiç bu kadar çok istememiştim. İçimden hadi hadi hadi diyordum. Böylece zaman kazanıp daha doğru hissettiğim bir anda atağa geçecektim. Anonsu yapan kadın ince bir ses tonuyla, bir miktar paranın bulunduğunu söyledi. Benim dışımda herkes, elini cebine götürmek suretiyle parasını ve cüzdanını kontrol etti. Ben kendimden emindim. Olmayan bir şey kaybolmazdı. Kaybedilen kredi kartı değildi; kanlı canlı paraydı. Deşifre olmuştum o an. Üstüne üstlük kız da bu durumun farkına varmıştı. Masaya bir miktar para bırakıp çantasını toparlamaya başladı. Beni bir dinlese, paraya değer vermediğimden falan bahsedebilirdim ama anonstan önce kalkamamıştım işte. Niye kaybediyorsunuz lan şu lanet paranızı diye haykırasım geldi. Adamlar zaten ceplerindeki parayla beni yeteri kadar rahatsız ediyorlardı. Kaybettikleri parayla da rahatsız etmeye hakları yoktu. Son bir defa daha kesti beni. Gömleğimin cebimden iddia kuponunu çıkarttım. Gözlerim, ağzımdan daha fazla şey ifade ediyordu sanki. İstediğin yere git kızım dedim, istediğin yere... Uzun uzun kupona baktım. Kupona bakmakla, kıza bakmak arasında bir fark kalmamıştı artık. Son şutum havada süzülüyordu. 24 saniye sireni çalmadan hamlemi yapmıştım bu kez. Anonstan erken davranmıştım. Kaybedemezdim, kimine göre zaten kaybetmiştim.
Gönderen
bora
20 Haziran 2014 Cuma
Herkese Benden Tatil
Berbat günlerden biriydi. Haberleri okumaktan ve onlara kafa yormaktan inanılmaz sıkılmıştım. Gazeteler günde üç kez baskı yapsa yeriydi. Yüz yıllık gündem vardı ülkede. Kaçış alanı diye sınırlarını çizdiğimiz spor, siyasetten daha iğrenç olmaya başlamıştı. Kusacak gibi oluyordum. 26 yıldır bu hayattaydım ve kendimi çok boktan hissediyordum. Böyle durumlarda insanlar ne yapar acaba diye düşündüm. Tatilden başkası gelmedi aklıma. Herkes gidecek bir yer arardı. Bunu hiç anlayamazdım. Gidilen yerde de televizyon vardı. Orada da gazete satılırdı. Hatta kimi zaman, kafa dinleme diye gittiğin yerde, geldiğin yerden daha fazla insan olurdu. İnsan çirkindi. İnsan haindi. İnsan orospuydu bir kere. Nasıl oluyordu da kaçıyorlardı peki? Bir bildikleri vardı, benim bilmediğim. Çok merak ediyordum. Dayanamayıp açtım interneti. Sahil beldelerine, otellere baktım. Çok pahalıydı. O kadar param olsa, her gün daha fazla bira içerdim diye iç geçirdim. Ya da bahis yapardım. Bazen maç izlerken, oynayan topçulardan daha fazla terlediğim oluyordu. Para kazanma arzusu lanet bir duyguydu. Bir o kadar da güzeldi. Aklı tamamen tek bir konuya odaklıyordu. 45-50 dakika sonra tatile gidemeyeceğimi anladım. Cebimdeki üç kuruş beni şu ankinden daha rezil bir duruma sokardı. Eğlence lazımdı bana. Yenisinden. Daha önce denemediğim. Televizyonu açtım. Elime gazeteyi aldım. Bilgisayar hiç kapanmamıştı zaten. Bir sürü insan görüyordum. Nefret ettiğim tip tip suratlar. Tatile gidemiyordum. O zaman onları tatile çıkartacaktım. İzin verecektim hepsine. Bir işveren gibi. Böyle rahatlatabilirdim kendimi. Kimine bir hafta, kimine bir ay, kimine bir yıl, kimine ömür boyu... Osmanlı'da okumuştum buna benzerini. Kasaplar yılın belli zamanları, fazla kesme biçme işleriyle uğraştıkları için merhamet ve şefkat duygularını kaybetmemek adına uzun süre izin yaparlarmış. Cerrahlar da öyledir. Doktorluk dışında hep bir ilgi alanları vardır. Bize yön vermek isteyen, tehdit eden, rahatsız eden tiplerin hepsinin tatile ihtiyacı vardı. Bunu hissediyordum. Uzun yıllardır varoldukları gibi yaşamışlardı. Bu onlara ağır geliyordu artık.
Büyükbaşkan'a ömür boyu izin verdim. En çok onun ihtiyacı vardı. Çok insan ölmüştü ülkede. Zor olmalıydı onun için. Kim olsa üzülür dedim. 58 yaşındaydı ve doğduğun beri aynı kişiydi. Ne zor işti. Kendimi onun yerine bile koyamıyordum. Kendimden korkuyordum. Bir de CB olmak istiyordu. Önce tatil dedim. İlk bi bir hafta yeter diye diretti ama ısrarcı davrandım. Ödülü ömür boyu olmalıydı. İnsani duygularını çoktandır kaybetmişti. Hem bak Osmanlı, kasaplar falan da deyince karşılık veremedi. Damardan yakaladım. Kökleri yaptıysa bir bildikleri vardı. Uzaklara gönderdim onu. Bağımlısı olmuştu çünkü bazı şeylerin, tekrar döner diye korktum.
Muhalefettekileri gördüm sonra. Yorgunlukları yüzlerine vurmuştu. Karşı çıktığımız ne kadar şey varsa, kurtuluş için bel bağladığımız muhalefette ortaya çıkar olmuştu. Yazık dedim. Hiçbirinin birbirinden farkı yoktu. Onları, satış yapmak ve fazla okunmak için yalan haber yapan spor medyasına benzetiyordum. İnsanların ilgisini çalabilmek adına, doğalarına karşı geliyordu bazısı. Getirdikleri adamı Elazığspor'un yeni transferi zannettim. Duymamıştım ama duymamak her zamanki gibi benim ayıbımdı. Mısır, hiçbir zaman favori ülkelerim arasında olmadı. Ama madem muhalefetin buralara ilgisi büyüktü, fazla düşünmedim. Bir yıl tatil verdim onlara. Merak ettikleri toprakları gezebilmeleri için yeterli bir süreydi. Ne de olsa, Büyükbaşkan gibi, onlar da olan biten her şeyden az biraz sorumluydu.
G'ergin bir arkadaşımız vardı sırada. Kendini fazla beğenen, sorunları olan, ama bunları kazandığını sandığı başarılarla örtmeye çalışan bir basketbol antrenörü. Nefret ettiği kulübün başkanına ve yöneticelerine özeniyor sandım ilk başta. O kulübün başkanı hukuki bir süreç sonrası uzun bir tatil yapmıştı çünkü. Yöneticiler de epeydir yoktu ortalıkta, ta ki final serisine kadar. Tatile gitmek istiyordu, mesajı almıştım. Bir ay dedim. Milli takım falan uğraşacaktı daha. Kafası çalışmayan tiplerden değildi. İşine gelince Çeşme çocuğu, işine gelince hükümetçi olurdu. Bu gelgitler, iki tarafı da mutlu etme çabaları hırpaladı onu. Bir ay idealdi onun için.
Köşe yazarları, programcılar, balyozcular, işidenler, sosyal medya fareleri kapımı çaldı. Ne olur, bizi de gönder dediler. Başvurular giderek artıyordu. Bana kalsa komple sepet program yapıp, hepsini tura dahil edecektim, ama konu beni aşıyordu. Alalede bir insandım. Belki insan bile değildim. Bunun kararını kimin vereceğini bilmiyordum. Bir haftalık son bir tatilim vardı. Epey arandım hak edeni bulmak için. En çok hak edeni bulmak için. Sonra Bay Kompetan'ı gördüm. Eskiden, TRT günlerinden tanırdım; ona bir torpil geçebilirdim. Her şeyden anlayan biriydi nasıl olsa. Sergen Yalçın gibi üç büyük kulübü de tutmuştu zamanında. Kalbi genişti. Arkadaşı Haşmet'ti. Hemen hemen sevdiği her şeyi eleştirirdi. Fakat sevdiği ve eleştirdiği şeyler bitme noktasına geldiği anda en azılı savunucu oluyordu. Bu onun taktiğiydi. Yaşı baya ilerlemişti. Son bir haftayı ona uygun gördüm. Sezon açılmıştı ve fular iş yapabilirdi.
İnsan çirkindi. İnsan haindi. İnsan orospuydu bir kere. İnsan olmak çok zordu. Merhamet ve şefkatimizle birlikte vicdanımızı da kaybediyorduk. Kasap değildik ama önümüze gelen her şeyi asıp kesiyorduk. Tatile, izne, kafa dinlemeye ihtiyacımız vardı. Ne olduğumuzu hatırlamak için. Ne olmadığımızı hatırlamak için.
Büyükbaşkan'a ömür boyu izin verdim. En çok onun ihtiyacı vardı. Çok insan ölmüştü ülkede. Zor olmalıydı onun için. Kim olsa üzülür dedim. 58 yaşındaydı ve doğduğun beri aynı kişiydi. Ne zor işti. Kendimi onun yerine bile koyamıyordum. Kendimden korkuyordum. Bir de CB olmak istiyordu. Önce tatil dedim. İlk bi bir hafta yeter diye diretti ama ısrarcı davrandım. Ödülü ömür boyu olmalıydı. İnsani duygularını çoktandır kaybetmişti. Hem bak Osmanlı, kasaplar falan da deyince karşılık veremedi. Damardan yakaladım. Kökleri yaptıysa bir bildikleri vardı. Uzaklara gönderdim onu. Bağımlısı olmuştu çünkü bazı şeylerin, tekrar döner diye korktum.
Muhalefettekileri gördüm sonra. Yorgunlukları yüzlerine vurmuştu. Karşı çıktığımız ne kadar şey varsa, kurtuluş için bel bağladığımız muhalefette ortaya çıkar olmuştu. Yazık dedim. Hiçbirinin birbirinden farkı yoktu. Onları, satış yapmak ve fazla okunmak için yalan haber yapan spor medyasına benzetiyordum. İnsanların ilgisini çalabilmek adına, doğalarına karşı geliyordu bazısı. Getirdikleri adamı Elazığspor'un yeni transferi zannettim. Duymamıştım ama duymamak her zamanki gibi benim ayıbımdı. Mısır, hiçbir zaman favori ülkelerim arasında olmadı. Ama madem muhalefetin buralara ilgisi büyüktü, fazla düşünmedim. Bir yıl tatil verdim onlara. Merak ettikleri toprakları gezebilmeleri için yeterli bir süreydi. Ne de olsa, Büyükbaşkan gibi, onlar da olan biten her şeyden az biraz sorumluydu.
G'ergin bir arkadaşımız vardı sırada. Kendini fazla beğenen, sorunları olan, ama bunları kazandığını sandığı başarılarla örtmeye çalışan bir basketbol antrenörü. Nefret ettiği kulübün başkanına ve yöneticelerine özeniyor sandım ilk başta. O kulübün başkanı hukuki bir süreç sonrası uzun bir tatil yapmıştı çünkü. Yöneticiler de epeydir yoktu ortalıkta, ta ki final serisine kadar. Tatile gitmek istiyordu, mesajı almıştım. Bir ay dedim. Milli takım falan uğraşacaktı daha. Kafası çalışmayan tiplerden değildi. İşine gelince Çeşme çocuğu, işine gelince hükümetçi olurdu. Bu gelgitler, iki tarafı da mutlu etme çabaları hırpaladı onu. Bir ay idealdi onun için.
Köşe yazarları, programcılar, balyozcular, işidenler, sosyal medya fareleri kapımı çaldı. Ne olur, bizi de gönder dediler. Başvurular giderek artıyordu. Bana kalsa komple sepet program yapıp, hepsini tura dahil edecektim, ama konu beni aşıyordu. Alalede bir insandım. Belki insan bile değildim. Bunun kararını kimin vereceğini bilmiyordum. Bir haftalık son bir tatilim vardı. Epey arandım hak edeni bulmak için. En çok hak edeni bulmak için. Sonra Bay Kompetan'ı gördüm. Eskiden, TRT günlerinden tanırdım; ona bir torpil geçebilirdim. Her şeyden anlayan biriydi nasıl olsa. Sergen Yalçın gibi üç büyük kulübü de tutmuştu zamanında. Kalbi genişti. Arkadaşı Haşmet'ti. Hemen hemen sevdiği her şeyi eleştirirdi. Fakat sevdiği ve eleştirdiği şeyler bitme noktasına geldiği anda en azılı savunucu oluyordu. Bu onun taktiğiydi. Yaşı baya ilerlemişti. Son bir haftayı ona uygun gördüm. Sezon açılmıştı ve fular iş yapabilirdi.
İnsan çirkindi. İnsan haindi. İnsan orospuydu bir kere. İnsan olmak çok zordu. Merhamet ve şefkatimizle birlikte vicdanımızı da kaybediyorduk. Kasap değildik ama önümüze gelen her şeyi asıp kesiyorduk. Tatile, izne, kafa dinlemeye ihtiyacımız vardı. Ne olduğumuzu hatırlamak için. Ne olmadığımızı hatırlamak için.
Gönderen
bora
15 Mayıs 2014 Perşembe
Keşke Ali'yi Bir Daha Görmeseydim
Üniversiteye kayıt için kampüse girip işlerimi hallettikten hemen sonra etrafımdaki tipleri süzmeye başlamıştım. Uzun saçlı, bol küpeli olanlar, hangi barda rock müzik dinlenir sorusunun muhatabı gruptu benim için. Bacakları epeyce kaslı olanlar vardı aralarında. "Hadi çevirelim bir 4'e 4" tayfayı da bulmuş gibiydim. Kimisi kayıt günü çok şık giyinmişti, demek ki hem paralı, hem de akıllı çocuklardı. Ellerinde iki, üç kitapla gezenlere baktım bir süre. Vakit kaybetmeksizin okumak istiyorlardı. Aklımdan geçmişlerini kuruyordum hepsinin. Hangisiyle tanışsam diye düşünüyordum. Hangisinin kafaca bana daha yatkın olduğunu... Muhabbet kurmakta hiç zorlanmazdım. Manyak gibi spor takip ederdim. Siyaset desen söyleyecek çok sözüm vardı. Pop falan dinlemezdim ama hangi müzik kime hitap eder, iyi bilirdim. Kült filmlerin nedeyse tamamını lisede izleyip, bitirmiştim. O yaşta bir çocuğun konuşabileceği her türlü muhabbete ucundan dahil olabiliyordum kısacası. Samimiyeti hızlı bir şekilde ilerletiyordum. Tanışma anlarına dair tek bir sıkıntım vardı. Tanıştığım insanın ismini, ikinci gördüğümde hiçbir zaman hatırlayamıyordum. O ilk el sıkış anında, daha önceden kafamda kurduğum geçmişin ne denli gerçek olabileceğinin sağlamasını yapardım hep. Vücut dilini kontrol ederdim. Ses tonunu ölçerdim. Gözlerine bakardım. Avuç içinin sert mi, yumuşak mı olduğunu anlamaya çalışırdım. Nasırlı bir else, yazları çalışıyor demek ki diye tahmin yürütürdüm vs. Bir sürü şey yapardım ama ne dediklerini hiç dinlemezdim. Algım hep farklı şeylerin üstünde olurdu. İsmin neydi diye sormaya da çok utanırdım. Karşımdakinin bana ismimle hitap ederken benim ona karşı zamir kullanmam pek hoş gözükmezdi. Beklerdim. Biri ona seslense de, adı neymiş bilsem diye pusuya yatardım. Kolay isimleri hatırladığım oluyordu arada. Ali mesela. Ali ile tanışırken de aynı süreçlerden geçmiştim, ama kulağım Ali'yi bir şekilde almış ve beynime yollamıştı. Kolay isimdi Ali. Unutmamıştım bu kez. Unutmak istememiştim belki de. Daha dikkatli dinlemiştim ya da.
Ali de beni sevmişti galiba. Tüm günümüz beraber geçiyordu. Uzun süreli sohbetler ediyorduk. Ailesi, benimkiler gibi memurdu. Cebindeki para bendeki kadardı. O yüzden de aramızda hiçbir problem olmuyordu. Yanımda, kendini ne zengin, ne de fakir hissediyordu. Yapabileceklerimiz sınırlıydı ve biz sınırları sonuna kadar zorluyorduk. İyi eğleniyorduk. Hayata benzer bakıyorduk. Benden biraz daha fazla inançlıydı ama sapkın adetleri yoktu. Şii, Sunni umurumuzda değildi. Kimseyi kategorize etmezdik. Bara giderdik, kızlara yazılırdık. Bir gün, uzun süre takıldığı bir kızla işi ciddiyete bindirince epey bir görüşemedik. Ama daha sonra ayrıldı. Eskisi gibi olduk. Takılıyorduk. Çoğu zaman, kızın yanında başka bir kız yoksa, birimiz yalnız kalmasın diye atağa bile geçmiyorduk. Tam takım oyuncusu gibiydik. Attığı yalanı anında anlardım. İyi tanıyordum artık hıyarı. Fifa oynarken kurnazca kurduğu taktiklerin hepsinin nasıl sonlanacağını bile tahmin eder olmuştum. Hızlı adamları severdi, bol çalım atardı. Defansa çekilirmiş gibi yapıp, bir anda kontraya çıkardı. İlk başlarda yedim bunu, sonraları eli hep boş kaldı. Beraber eve çıktık. Okula hiç gitmediğimizden tekrardan yurda döndük. Ben çalışmayınca o da çalışmıyordu. O çalışınca ben de çalışıyordum. Beş sene hızlı geçti. Üniversite sonrası insanlar eskisi gibi görüşemezlerdi. Herkesin mavrası farklılaşıyordu bir süre sonra. Buna mecbur kalıyorduk. Çok da önemli değildi ama. Ali'yle epey anı biriktirmiştik. Zaman zaman özlem arttığında sandıktan bir tanesini çıkarıp teselli olabilirdim.
İşler umduğumuzdan iyi gitti. Bir şekilde ikimiz de İstanbul'a sürüklenmiştik. İş yerlerimiz birbirine yakındı ama evlerimiz ayrı yakalardaydı. Öğle yemeklerini beraber yiyorduk ara sıra. Ofisten kızın birine fena tutulmuştu. Ailesi sürekli artık evlen de, bir torun sevelim diye baskı yapıyordu. Çok fazla direnemedi. Oynanan oyunun adı Fifa değildi bunda böyle. Mahalle baskısı tüm hücumlardan daha sertti. Daha çok para kazanmak için ekstra mesailere kalırdı. İletişimimiz kopma noktasına gelmişti neredeyse. Çok geçmeden evlendi. Bir iki kere gittim evlerine. Karısı beni hiç sevmedi. Hele üniversite yıllarımızdan bahsettiğimizde, sanki Ali'yi hep ben bozmuşum gibi bir yargıya varıyordu. Üzülüyordum açıkçası. Çok severdim Ali'yi. Bu şekilde bir kopma ağır gelmişti bana. Artık kendimi biraz geri çekmem gerektiğini anlamıştım.
Aradan dört yıl geçti. Türkiye, hayatı boyunca görmeye alışık olduğu siyasi garabet günlerine döndü. Bir iç savaş havası hakimdi. Rezalet ötesi bir Başbakan vardı. Alt sınıf iyice kuma gömülürken, para, parayı çekmeye devam ediyordu. Hepimizin bir şekilde kazanmaya mecbur olduğu para, insanların canına tak etmişti. En ufak bir kıvılcım tüm fünyeleri ateşlemeye yeterdi. Don rengimize kadar müdahale etmeye başlamışlardı. Ağaçları kestiler, insanları öldürdüler. İş çıkışı eski üniversite günlerindeki gibi vicdanım için eylemlere gidiyordum. Gaz yiyor, suya maruz kalıyordum. Günün sonunda da Beşiktaş'ta bira çakıyordum. Bir gün yine tam bu ritüeli gerçekleştirirken uzaktan maske takmış birinin geldiğine odaklandım bir an. Aynı Ali gibi paytak bir yürüyüşü vardı. Daha da yaklaştı. Ali'ydi bu. Beni görünce çok sevindi. Uzunca sarıldık. 1 Haziran 2013 önemli tarihti bizim için. Yıllar sonra ilk kez görüşüyorduk. Ortalık savaş alanı gibiydi. Yüzlerce insan vardı ve ben Ali'yi görmüştüm. O da, benim gibi tüm bu gerçekleşenler karşısında evde oturmayı kendine yedirememiş, sokağa çıkmıştı. Ayşe nasıl izin verdi sana Ali dediğim anda, uzun hikaye; anlatırım dedi. Ayrılmıştı. Daha ilk günden belli olan ayrılık sonunda gerçekleşmişti demek ki. Yine de haksız olmayı isterdim. Mutlu olsalardı keşke. O gün sabaha kadar oturduk. Daha sık görüşelim diyerek ayrıldık.
Araya bir kere mesafe girdi mi, tekrardan samimiyet zor oluyordu. Çok arayamadım Ali'yi. O da aynı şekilde... Beraber olduğumuz günlere zamanında nasıl alıştıysak, görüşmediğimiz günlere de aynı şekilde alışmıştık. Hayatlarımız belli bir seyirde devam ediyordu. Siyaset ise, gün be gün daha fazla boka batıyordu. Devlet 15 yaşında bir çocuğa kıymıştı. Büyük bir kenetlenme, büyük bir direniş vardı. Her zamanki yerde, her zamanki sebeple toplanmıştık. Arkamdan bir el dokundu. Ali, gözleri dolu bir şekilde yere bakıyordu. Sözleşmeden, raslantısal şekilde yine denk gelmiştik Ali'yle. Oturup bira içtik. Moralsiz bir şekilde gelecekten konuştuk. Kötü günler çok yakındı sanki. Herkes bunu hissediyordu. Ama, her zaman yaptığımız gibi bir çok şeyi unutacağımızdan şüphemiz yoktu. Kendi hayat kaygımız ağır basacaktı.
Yerel seçim sonrası aradan çok geçmeden bu kez bir maden faciası patlak verdi. Toplu bir katliama tanıklık ediyorduk. Televizyon izlemek, internete girmek zül olmaya başlamıştı. Zaten yerin altında olanları, çıkartıp tekrardan yerin altına koyuyorlardı. Herkes kömür siyahına büründü. Ortalıkta sorumludan çok sorunlu vardı. Küfür hayatımızın bir parçası haline gelmişti. Normal karşılanıyordu artık. Çanlar çalıyordu. Biz yine, her acı sonrası yaptığımız gibi toplanma yerine gittik. Ayda bir, gün düzenliyorduk sanki. Devlet buna aracı oluyordu. Kimsenin kimseyi tanımadığı insanlar bu günlerde toplanıp birbirleriyle konuşuyordu. Yorulmuştum artık. Beynim zonkluyordu. Ali'yi gördüm yine. Önceden zıplayarak yanına koştuğum adamdan nefret eder hale gelmiştim. Bu düşünce, tüm vücuduma yayılmıştı. Onu görünce birileri ölüyordu artık. Birileri ölmese onu göremeyecektim artık. Yanıma çağırdım. Tokalaştık. İnşallah seni bir daha hiç görmem dedim. İlk bir şaşırdı. Sonra hiçbir şey duymamış gibi uzaklaştı. Keşke, hiçbir ismi anımsamadığım gibi Ali'yi de ilk tokalaştığımızda duymasaydım dedim içimden. O an, ölenler için elimden bir tek bunu söylemek geliyordu. Çünkü başka hiçbir şeyi değiştiremiyordum.
Gönderen
bora
28 Nisan 2014 Pazartesi
Cebimden Bir Laf Çıkardım
Buluşmak için epeyce diretmişti o gün. Daha önce bir çok kez bahane ürettiğim için bu kez kıramadım. Atacak yalanım da kalmamıştı zaten. Gün batımına doğru yolun kenarında bir bara oturduk. Belli ki bir şeyler anlatmak istiyordu. Yoksa bu kadar çok ısrar etmezdi. Bir an önce kalkma niyetindeydim fakat, beni hemen salmayacağının da farkındaydım. En azından söylemek istediğini söyleyene kadar... İkinci biradan sonra esas mevzuya geldi; araba almak istiyorum dedi. Şaşırdım. Arabalardan o kadar da anlamazdım. Hiçbir zaman son çıkan modelleri takip eden tiplerden olmadım. Motor hacmini, beygir gücünü, ne kadar benzin yakacağını, hesaplı mı, yoksa pahalı mı olacağını bilmezdim ben. Kafa yormadım hiç bu konulara. Doğru dürüst araba sürmüşlüğüm bile yoktu benim. Ehliyetimi, almaya hak kazandıktan iki sene sonra ele geçirmiş biriydim ben. O kadar uzaktım arabalardan. Hep iki teker üzerimde oldum. Ya motora bindim, ya da bisiklete... Tüm bunları düşünürken buluşmanın nedenini anlayamaya çalışıyordum.
İçindem koca bir siktir çektim ilk olarak. Borç istemek için benle görüşmek istediğini zannettim. Onu tanıyanlar hiçbir zaman araba alacak kadar parasının olmadığını bilirdi. Harcamasını severdi. Biriktirmek ona göre değildi. Bekardı ve hayatı çoğu insan gibi düzensizdi. Pazar hariç her gün işine gider, eve gelirken de küçük bir vodka alırdı. İşinden de pek memnun sayılmazdı. Ona göre hem çok çalışıyor, hem az para kazanıyordu. Şikayet üstüne şikayet ederdi. Daha iyisini bulamayacağını bilirdi ama. Sıradan bir beyni vardı. Sıradan bir üniversiteyi bitirdi. Babasının bakkal dükkanı onun için fazla sıkıcıydı. O yüzden taa buralara kadar gelmiş ve bir şekilde çalışmaya başlamıştı. Yanında hep birilerine ihtiyaç duyardı. Buna akıl verecek, bunu yönlendirecek insanlara büyük saygısı vardı. Masamız fazla sessiz olmuştu bir anda. O benden borç istemeden ben konuya girmek istedim. "Lütfen dediklerimi yanlış anlama, daha ev parasını ödüyorum..." demeden lafımı kesti. Çok utandım açıkçası. İnsanlara para konusunda yardım edememek çok utandırır beni. İstemenin ne kadar zor olduğunu bilirim çünkü. Karşımdaki herifin, içinde borç geçen bir cümle kurmadan kafasında onu kaç kere hesap ettiğini, kaç kere utanıp sıkıldığını anlarım. "Yok, senin durumunu biliyorum, seni öyle bir şeyin içine çekmem" dedi. Yavaş yavaş konu hakkında daha fazla akıl yürütmeye başladım. Benden para istemediğine göre ya parası vardı, ya da arabanın 2-3 taksitini ödeyebilecek kadar kenara ayırmıştı. Hep böyle olur. Üçüncü taksite kadar ödeyebilecek olman senin almak istediğine sanki sahipmişsin hissi verir. Biriktirdiğime göre daha da biriktiririm diye düşünürsün.
Rahatlamıştım. Cebimdeki olmayan paradan borç vermek zorunda kalmayacaktım. O anda biranın yanına birer viski ısmarladım. Nasılsa borç vermeyecektim, birer viskiden ne çıkardı ki? Aklıma tüküreyim. İstenmeyecek bir borç için kendini sıkıp, rahatlamanın verdiği duyguyla gereksiz masrafa ancak bizim gibi az parası olan insanlar girerdi zaten. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Kalmak için ufak bir girişimde bulundum, fakat benden önce davranıp garsona birer bira daha sipariş etti. Sadece araba alacağını söylemek için benle buluşmuş olamazdı. Sadece beni görmek istemiş de olamazdı. Yıllarca konuşmasak birbirimizin aklına gelmezdik. Kafa olarak da, yaşayış tarzı olarak da birbirimize benzerdik. Belki o yüzden rahatsızlık vermek istemezdik birbirimize yalan buluşmalarda, sahte sohbetlerde. Ama hala neden beni tutmak istediğini kestiremiyordum. Karıdan kızdan bahsederken, sence araba almalı mıyım diye sordu bu sefer de. O anda suyun kaldırma kuvvetini bulduktan sonra küvetten çırıl çıplak çıkan Arşimet gibi hissettim. Durumu çakozlamıştım. Ohhh ulan beee dedim içimden. İnsanlardan akıl istemek, para istemekten her zaman daha zor olmuştur. Acizliğin bir deklarasyonudur bu adeta. Neden daha önce düşünememiştim acaba? Bütün bu buluşma, bütün bu ırım-kırım bundan kaynaklıydı. Bir eş adayından bahsetmişti sohbetimizde. Onu tavlamak ve ciddi düşündüğünü belli etmek için araba almak istiyordu belli ki. Kendine bir hava katmak istiyordu. Fakat aklında hala acabası vardı. Kıyıdaki üç kuruşunu bu zamana kadar hiç ihtiyaç duymadığı arabaya harcamaya yanaşmıyordu. O gün, onu ikna etmek için aramıştı beni. İşin mantıksızlığının farkındaydı. Hayatı boyunca toplu taşımaya binmiş adam, bunu iliklerine kadar hisseden adam için araba olsa olsa lükstü. İnsanlar böyleydi işte. Düşünmek, bilmek hiçbir zaman yeterli olmuyordu. İnsan, karşısında saygı duyduğu birinden kendi düşüncesi paralelinde fikir almak isterdi. Bu yüzden bugüne kadar sorulan sorulara takılmadım ben. Soran kişinin kafasında cevabının olduğunu zaten bilirdim. Tek istediklerinin onun gibi mi yoksa, ondan farklı mı düşündüğümü merak etmeleri olduğunun farkındaydım. Bütün oyunu kurmuştu. Kendisi gibi birini aramış, durumunun boktanlığından bahsetmiş ve benden onu vazgeçirecek sözü işitmek istemişti. Topu auta atamazdım. Verdiği pas, al da at dercesineydi. Üstelik, son dokunuşları hep çok zarif buluyordum. Yola baktım. Yol, araba, insanlar... Amaçsız bir koşuşturma vardı ve ben işin aslını iyi biliyordum. Elimi cebime attım. Böyle durumlar için hep laflar taşırdım. Bir tanesini çektim: "Arabalar değişiyor yollar aynı, vücutlar değişiyor kafalar aynı" dedim.
Ayağa kalkıp sarıldı. Görevimi tamamlamıştım.
Gönderen
bora
24 Nisan 2014 Perşembe
HİS DOLU HİSSİZLİK 2
Şu an
Bostanlı’da ganyan bayi diye tabir ettiğimiz; fakat ne hikmetse, yaş ortalaması
45 olan, kızlı erkekli 50 kişinin bulunduğu bir barda yazıyorum bu yazıyı.
Kalabalığın sebebi bir kutlama da; neyi kutluyorlar hiç bilmiyorum. Bazı
muhabbetleri seçiyorum arada, Ankara diyorlar. O da Ankaralı diyorlar, ona
kadeh kaldırıyorlar, garip… Yan masalarında çocukları var 4-5 tane, ortamın en
güzel insanları onlar muhtemelen. Tahminim de, 23 Nisan diye çocuklara “Bugün
sizin gününüz.” deyip, kendi aralarında kutlama olayını da tatil diye bu güne
getirip, aradan çıkarmak. Yan masamda ise 2 kız 2 erkek oturuyor. Muhtemelen
içlerinde bir tanesi ortak nokta, o kişi de bu 3 insanı bir araya getirmiş.
Gergin muhabbetler geçiyor, mutlu oluyorum. İlk defa buluşmanın verdiği
gerginlik var üzerlerinde; ama hepsi görünüşte çok “cool”. Kimse, kimseye
savunduğu şeyleri net olarak söyleyemiyor; ama şu anki konumları, birbirlerini
tartan ve defans güvenliğini elden bırakmayan iki futbol takımı gibi. Kendime
yakın bulduğum tek insan var ortamda, garson. Zaten tanışıklığımız bulunan abi
sağ olsun, biram bittiği gibi getiriyor. Sorguladığım şey de, bu alkol, sadece
kutlama veya ortamı ısıtma için mi içiliyor? Cevabının hayır olduğunu biliyorum
da, bu tür ortamlarda bir eşik var. Mesela ilk 4 birada veya 3 duble rakıda
herkes çok mutlu, kafalar kırılmaya başladıktan sonra içlerinden biri
yanındakine, dertlerinden bahsetmeye başlıyor, bunu duyan başkası bir başkasına
derdini açıyor. Ortam bir anda bohem bir hal alıyor. Yarım saat önce bağıra
çağıra hep bir ağızdan şarkı söyleyen insanlar; bir anda yediye sekize bölünüyorlar
ve dert paylaşma aşamasına geçiyorlar. İşte bu ortamların en kilit insanları “Akıl
hocaları”. Dert dinleyip (aslında dinlemeyip) “Şekerim bas tekmeyi gitsin.” veya
“Tatlım, ben aynısını yaşadım, çözüm bu.” İşte bunların alayının amına koyayım
ben. Neyse, şu anki derdim bunlarla değil ama bunlar da büyük karaktersiz.
Bir önceki bu başlıklı yazıda “İnsan
hep çirkin dedik kendi çirkinliğimizi bilerek.” demiştik, en büyük çirkin
demeyeyim ama en büyük cahil, kendi çirkinliğinin farkında olmayan insan.(İlber
Ortaylı’yı anmamak olmaz.) Bu sadece sen, ben değiliz; herkes öyle. Kötü bir
sonucun doğmasına sebep olduğunda ilk 4-5 gün büyük pişmanlık yaşıyorsun,
sonrasındaysa seni öyle bir savunma mekanizması ele geçiriyor ki, aklın şaşar.
O sonuç, zaten olmuş, geçmiş bir şey; ama o sonuçta, senin haklı sebeplerin
ortaya çıkıyor bir anda. Sanki o sonuca sen sebep olmamışsın gibi isyanlara
başlıyorsun, yeri geliyor karşındakini suçluyorsun “Sonuç bu oldu diye.” Halbuki gerçek, hep sabit duruyor, hiçbir
farklılık göstermiyor. Ama senin algın öyle pis bir şey ki, failken mağdur
yapıyor seni.
Dil, bir insanın en önemli uzvu.
Yeri gelir kelle kurtarır, yeri gelir aşk yaratır, yeri gelir manita yaptırır,
yeri gelir cinsel anlamda şov yaptırır… Bu liste böyle uzar gider. En önemli
özelliği ise, -elbette mecazi anlamda- kemiği olmaması. Sarf edilen kelimelerin,
ağızdan ses olarak çıktığında geri dönüşü olmaması… Ya insanın yaradılışının
doğru olmamasıyla; ya da insanın zaten doğru bir varlık olmamasıyla alakalı.
Dili kullanmak önemli, her anlamda.
Fikir ve – veya düşünce ise daha farklı
bir olay. Dil gibi değil; senin kirli, pis dünyanı dile getirmediğin sürece saklayabilen
bir şey. Sana sahteyi oynama fırsatı veren bir kavram. Düşünebileceğin en iğrenç
şeyi düşün, dile vurmadıkça seni farklı tanıtan bir olgu. Bunu da şöyle över
insanoğlu mesela, “Abi, özü sözü bir adam. Ne düşünüyorsa tak diye söyler.”
Bunların da amına koyayım. Samimi değiller ki, seveyim. Yavşaklığın ihtiyaç
duyulduğu ortamda, prim yapmaya çalışan ve prim yaptığının farkında olan orospu
çocuklarından başka bir şey değiller. Ortamdaki muhabbet veya ortamdaki
insanlar, onun bu primi yapma ihtimalini sağlamasa, dut yemiş bülbül gibi
oturacak ibnelerin önde gideni hepsi.
Sıradaki kavram: “Söz”. Sözden
kastım, elbette söz vermek. (İşemeye gittim, tuvalete biri kusmuş, kokudan
sinir katsayım daha da arttı.) “Saat 2’de Kadıköy İskelesi’nde buluşalım mı? –
cevabı evet.” (Nejat Alp sağ olsun.), “Bu akşam şurada buluşalım.”, “Ben seni
sildim, bana asla ulaşma.” Bunlar farklı türlerde olan söz verme türleri. Bu
söz verme, veya sözleşme diyelim, sadece söyleyeni değil karşı tarafı da
yükümlülük altına sokan bir şey. Söz verilmiş olan karşı taraf, karşı çıkmadığı
sürece bu sözleşmeyi kabul etmiş oluyor. (Sadece hukuki anlamda değil, günlük
hayatta da böyle.) Buna uygun davranıldığı sürece, veya bu sözleşme sonucu
kurulan plan iki tarafça iptal edilmediği sürece, zaten sıkıntı olmuyor. Ancak
söz veren veya sözleşme kurulan kişi, bu duruma uygun davranmadığında büyük
sıkıntı oluyor, en azından bende oluyor. Örnekten yürüyelim, “Ben seni sildim,
bana asla ulaşma.” diyen kişiye, sözleşmeye uygun davrandığınızda sıkıntı
yaşamamak lazım. Bu zaten sizin yarattığınız değil, tek taraflı zorlamayla
kabul ettiğiniz; ancak her iki tarafa da etki doğuran bir olay. Hukukta değil
ama; günlük hayatta siz buna uygun davrandığınızda, bundan bile sıkıntı
yaşayabiliyorsunuz. Nasıl oluyor bilmiyorum ama oluyor. Bir insan, zorla söz
verdiği bir şeyden, sözünü tutmasına rağmen nasıl sorumlu tutuluyor, enteresan…
Son kavram ise, yukarıda
bahsettiğimiz “Algı”. Öyle değişken, öyle çirkin bir şey ki; sizi haklıyken
haksız, haksızken haklı durumuna sokar. Yaptığınız hareketleri, yarattığı
sonuçları, siz ne kadar haklı olmak isterseniz, o boyuta çevirir. Dünyanın en
günahsız insanısınızdır, tüm kötülüklere siz uğramışsınızdır ve aslında sizin
yaptığınız bir şey yoktur. Başkası, sadece sizin dediğiniz şeye uygun davransa
da, suç ondadır. Çünkü söz, verilmek için değildir, düşünceniz kötü olsa bile
siz iyi bir insansınızdır ve sizin ağzınızdan çıkan laflar, sizi bağlamaz.
Haklıyken, haksız olan insanlara
insaf eden, onları bir şekilde kabul etmiş ve kabul etmeye devam eden insanlara
selam olsun, diğerlerine zaten diyecek bir laf yok, zaten haklılar.
Bahsettiğim bardaki muhabbet
dediğim gibi sonlandı, önce hep bir ağızdan şarkılar söylendi, sonra masa
bölündü ve “Akıl hocaları” ortaya çıktı, sonrasında cengaverin biri çıkıp, “
Hadi ya, eğlenmeye gidelim, yeter bu kadar depresyon.” dedi ve gece
sonlandı. Yan masamdaki iki kızdan biri
ben sıkıldım diye kalktı eve gitti, diğerleri kaderlerine boyun eğerek evlerine
döndü.
Son olarak, mesaj verme kaygılı
bir yazı oldu; ama;, insan hep çirkindir, bunu bilerek yaşadık, kendimizi
bildiğimiz için çirkinliğe inandık. Ne olursa olsun; insan, istediği kadar
çirkin olsun, illa ki içinde güzel şeyler barındırıyor. Ben bu güzellikleri
görebildiğime inanıyorum; ama hiçbir insan sizin hayatınızın merkezi olmayı hak
etmiyor. Uğranılan haksızlıkları unutmayın, çünkü siz unutmak için uğraşırken,
karşı taraf o haksızlığı sizin yaptığınıza inanıyor.
Sonuç: İnsan sevmeyin.
Gönderen
Fikret Elgün
3 Nisan 2014 Perşembe
Öfkemi Omuzlarımda Biriktirdim
Dalgınlığım geçtiğinde çok üzün süredir akvaryuma baktığımın farkına vardım. Sağ elim sol omzumun üzerindeydi. Kambur bir şekilde oturuyordum. Günlerdir suyu ve içindeki balıkları izliyordum. Kafamdan hikayeler geçirirken hipnotize olmuş bir şekilde bulunduğum ortamdan aniden kopuyordum. Milli maç nedeniyle lige verilen hafta sonu arası gibiydim resmen. Hayat devam ediyordu ama seyir zevki çok düşüktü. Ve ben bir an önce gerçek rekabetin, gerçek aidiyetin olduğu maçların başlamasını bekliyordum. Bir şeyleri futbolla anlatmayı hep sevmişimdir. Çok kestirme ve basit oluyor. Herkesin futboldan anladığını sandığı bir ülkede okuyanı ve dinleyeni sohbetin içinde hissettiriyor. Moli cinsinden sonra bir de Japon balığı ölmüştü o gün. Son üç gündeki ikinci kayıptı. Öldüler dedim fakat belki de intihar etmişlerdi. Hayatları ve yaşayış tarzları canlarına tak etmiş olabilirdi. Suları sapsarıydı. İçinde yaşadıkları pislikten sıkılmış olmaları ihtimal dahilindeydi. Tüm bunları düşünürken birden, David Foster Wallace'ın bir üniversitede gerçekleştirdiği konuşmasının giriş kısmındaki o kısa hikayeyi hatırladım. İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı balık başıyla onlara selam verip, "Günaydın çocuklar, su nasıl?" diye sormuş. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan edememiş: "Su da neyin nesi?". David Foster Wallace yaşayarak intihar etmeyi seçenlerden olmadı. Kendini asarak hayatı dahil bir çok şeye son verdi.
Sonraki günlerim daha sıkıntılı geçti. Artık bir akvaryuma bakmıyordum. Tek manzaram K1 Tipi bir cezaevinin çatısıydı. Neredeyse günde altı saat hiçbir şey yapmadan ayakta dikeliyor ve bekliyordum. Yemenin, içmenin, telefonun, yaslanmanın, oturmanın yasak olduğu o anlarda insan kendini öyle yoksun hissediyor ki... Neredeyse bir tecrit durumuydu bu. Bitmek bilmeyen nöbetlerde zamanı geçirmek adına sayısız şarkı söylediğimi hatırlıyorum. Kuşları, arabaları sayardım. Zihin kendine sürekli olarak yeni oyunlar ararken beraberinde sıkıntılar yaratmayı da ihmal etmiyordu tabii. Hayat, insana her zaman dert edecek sorunlar çıkarmıştır. Sorunsuz bir hayatın hayalini kurduğumdan değil fakat, mevcut olanları dahi unutturacak boyuttaki yeni problemlerin doğuşu haklı bir isyanın sebebiydi o sıralar. Yine de kendimi telkin etmek için yoğun çaba harcıyordum. İçinde bulunduğum durum, üzerinde durduğum beton kadar hakikiydi çünkü. Stefan Zweig'ın Stranç kitabındaki Dr. B gibi kafayı yememek adına hayali satranç hamleleri bile yaptım. Bazen de Albert Camus'nun Yabancı'sındaki Mersault idim. Karakterin, yaşadığı hapis günlerini anlatışı bir an olsun aklımdan çıkmadı. Kimi zaman içerideki mahkumlarla mukayese ettim kendimi. Aslında birbirimize benziyorduk da. Tek derdimiz zamanın bir an önce geçip gitmesiydi. Yattığımız yerlerin adı koğuştu. Sosyal ortamdan tamamen izole edilmiştik. Özgürlüğün dışarıda olmayla pek alakası yoktu benim için. Hatta bazen benden iyi yaşadıklarını bile söyleyebilirdim. Dört bacası olan cezaevinden beşinci bir duman tüttüğünde onun mangal olduğunu anlamanız çok uzun sürmüyordu. Et kokusunu kısa sürede burnunuzda hissediyordunuz. Etin, mangala ilk değdiği andaki kokuya yaklaşık 108 gündür hasrettim. Cezaevindeki mahkumların kaleme attıkları bir gol gibi geldi o an bana. Çok geçmeden içlerinden biri bağırdı zaten: "Bu da mı gol değil hakim bey" diye. Goldü sayın seyirciler, goldü. Özgürlük kisvesi altında yediğim nizami bir gol hem de.
Giderek artan öfkemin tek sebebi zamanın durağanlığı değildi. Aynı havayı asla solumak istemediğim insanlarla ortak hareket etmek zorundaydım çoğu zaman. Yine de, cümle kurmadan tamamladığım günler oldu. Yolun diğer tarafındaki insan kümesinde ise, senden üst olanlar, toplumdaki statü kaybını emirler yağdırarak dengeleme çabası içerisindeydi. Aynı şekilde onlara emirler veren başka yıldızlılar da vardı elbet. O kadar çok can sıkıcı şey üst üste gelmeye başlamıştı ki, bu kadar da olmaz, illa ki güzel bir şey de gerçekleşecek diye kendimi inandırmaya çalışıyordum. Tek kurtuluş yolum, yine kendi psikolojimdi. Hoşuma giden tek bir şarkının çalması bile tebessüm etmem için yeterli oluyordu. Buradan kurtulduğumda hiçbir şeyden mutlu olmayan, doyumsuz insanlara karşı savaş açacağıma dair sözler veriyordum.
Son bir ay kala manzaramda bir değişiklik daha oldu. Bu kez dağa, dağdaki bir telefon vericisine bakıyordum. Gazetenin satılmadığı bir yerdeydim. Elimdeki tüm kitaplar bitmişti. O verici, kimi zaman Vizontele, kimi zaman Don Kişot'taki yel değirmeniydi benim için. Ama en azından cezaevi seansları bitmişti. Tüm prangalarımdan kurtuldum derken bu kez de yalnızlığa zincirlenmiştim. Hepimiz bir şeylerin esiriydik bu dünyada. Bazımız paranın, bazımız insanların... Düşüncelerim ve hareketlerim tıpkı ellerim gibi nasır bağlamıştı artık. Nerede olduğumu unutuyordum. Sorgulamadan yerine getiriyordum çoğu şeyi. İleride bunların hepsini unutmak isteyecektim. Nietzsche, tarihin unutarak ilerlediğini söylemişti çünkü. Hakikaten de öyleydi... İnsanların yaptıkları yanlışları ve hataları sürekli tekrarlamaları başka nasıl açıklanabilirdi ki? Sırf tarih ilerlesin diye ben de unutmak isteyecektim. Unutmak istediklerim tekrar tekrar önüme gelecekti. Çünkü unuttuklarım sonuçlar değil, probleme sebebiyet veren unsurlar olacaktı. Üniformaya olan öfkemi omuzlarımda biriktirmeye karar vermiştim. Onların rütbelerini geçene dek unutmak istemediğim tek şey buydu. Benim vaktim dolmuştu. Kapıdan çıkmak üzereydim. Öfkemden daha az rütbeli biri beni durdurdu ve sordu: "Nasıl hissediyorsun asker?" Dışarıya doğru iki adım attıktan sonra dönerek ona şöyle söyledim: "Asker de neyin nesi?"
Giderek artan öfkemin tek sebebi zamanın durağanlığı değildi. Aynı havayı asla solumak istemediğim insanlarla ortak hareket etmek zorundaydım çoğu zaman. Yine de, cümle kurmadan tamamladığım günler oldu. Yolun diğer tarafındaki insan kümesinde ise, senden üst olanlar, toplumdaki statü kaybını emirler yağdırarak dengeleme çabası içerisindeydi. Aynı şekilde onlara emirler veren başka yıldızlılar da vardı elbet. O kadar çok can sıkıcı şey üst üste gelmeye başlamıştı ki, bu kadar da olmaz, illa ki güzel bir şey de gerçekleşecek diye kendimi inandırmaya çalışıyordum. Tek kurtuluş yolum, yine kendi psikolojimdi. Hoşuma giden tek bir şarkının çalması bile tebessüm etmem için yeterli oluyordu. Buradan kurtulduğumda hiçbir şeyden mutlu olmayan, doyumsuz insanlara karşı savaş açacağıma dair sözler veriyordum.
Son bir ay kala manzaramda bir değişiklik daha oldu. Bu kez dağa, dağdaki bir telefon vericisine bakıyordum. Gazetenin satılmadığı bir yerdeydim. Elimdeki tüm kitaplar bitmişti. O verici, kimi zaman Vizontele, kimi zaman Don Kişot'taki yel değirmeniydi benim için. Ama en azından cezaevi seansları bitmişti. Tüm prangalarımdan kurtuldum derken bu kez de yalnızlığa zincirlenmiştim. Hepimiz bir şeylerin esiriydik bu dünyada. Bazımız paranın, bazımız insanların... Düşüncelerim ve hareketlerim tıpkı ellerim gibi nasır bağlamıştı artık. Nerede olduğumu unutuyordum. Sorgulamadan yerine getiriyordum çoğu şeyi. İleride bunların hepsini unutmak isteyecektim. Nietzsche, tarihin unutarak ilerlediğini söylemişti çünkü. Hakikaten de öyleydi... İnsanların yaptıkları yanlışları ve hataları sürekli tekrarlamaları başka nasıl açıklanabilirdi ki? Sırf tarih ilerlesin diye ben de unutmak isteyecektim. Unutmak istediklerim tekrar tekrar önüme gelecekti. Çünkü unuttuklarım sonuçlar değil, probleme sebebiyet veren unsurlar olacaktı. Üniformaya olan öfkemi omuzlarımda biriktirmeye karar vermiştim. Onların rütbelerini geçene dek unutmak istemediğim tek şey buydu. Benim vaktim dolmuştu. Kapıdan çıkmak üzereydim. Öfkemden daha az rütbeli biri beni durdurdu ve sordu: "Nasıl hissediyorsun asker?" Dışarıya doğru iki adım attıktan sonra dönerek ona şöyle söyledim: "Asker de neyin nesi?"
12 Mart 2014 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)