28 Şubat 2010 Pazar
Ombudsman
Kelime kökeni olarak İşveççe'de aracı anlamında "ombuds" ve kişi anlamına gelen "man" kelimelerinden üretilmiştir. Bu terim, kurumsal anlamda parlamento tarafından halkın şikayetlerini dinleyip çözümler bulmak için seçilmiş kimseleri simgeler. Ters giden işlere el atma, adeletsizlikten canı yananların şikayetlerini dinleme, bu konular hakkında araştırma yapmak gibi görevleri vardır 'Ombudsman'lar. İşitildiğinde bağımsız bir kamu tüzel kişiliği var gibi gelse de, tüzel kişilikle uzaktan yakından alakası yoktur. Zamanında Süleyman Demirel isminin önündeki bir sıfattır ayrıca. Halk içinde ise şöyle tanımlanır bu kelime: Zamanı dolmuş, tedavülden kalkmak üzere olan siyasetçilerin boş boş oturup kafayı kırmalarını engellemek için, daha doğrusu her lafa dalıp devleti rahatsız etmelerini engellemek için kişilere verilen emzik veya meşgale. Yani anlayacağınız pratikte çok bir bağlayıcılıkları yoktur, her şey sözde ve teoride kalır. Demirel'i siyaset sahnesinden atmamak için gazlanmıştır bu terim.
Ombudsman'lık tam ortadan kalktı derken yeniden gözümde canlanmaya başladı benim. Sezon başında Fenerbahçe takımının başına sportif direktör olarak etik abidesi Aykut Kocaman getirildi. Avrupada bir çok örneğini görmek mümkündür bu sıfatın. Pratikte; sıkıntıları dinleme, çözümler bulma, transferden sorumlu olma, aracılık etme hatta teknik direktörün görevine son verme gibi yetkileri bile var. Lakin, bizim şu zamana kadar tecrübe ettiğimiz kadarıyla Aykut Kocaman'ın kulüpte hiç bir bağlayıcılığı yok. Tamamen sembolik bir görevde Kocaman. Futbol içerisinde pasif bir şekilde yer alarak hayatını devam ettiriyor. Zamanında Demirel'e yapılmak istenen Aykut Kocaman'a da yapılıyor bir bakıma. İsminin önüne ombudsmanlık sıfatı gelmek üzere. Fakat Türkiyenin şu farkı görmesi gerek, Aykut Kocamanın zamanı daha dolmadı. Tam tersine şu an tam Aykut Kocaman'ların zamanı.
27 Şubat 2010 Cumartesi
Aynı Yolun Yolcuları
Dün, The Soloist filminde Rober Downey Jr ile Hugh Laurie arasındaki müthiş bir benzerlik olduğunu söylemiştim. Bunu farketmek için biraz geç kalmışım oysa ki. Rober Downey Jr'ın diğer filmi olan Sherlock Holmes, House M.D dizisinin esin kaynağı imiş. Gregory House karakteri Sherlock Holmes'dan esinlenerek yaratılmış. Hatta, House kelimesinin Türkçe karşılığı olan evler'in İngilizce'de eş anlamlısı olan homes ile Holmes'un okunuşu arasındaki benzerlik bir göndermeymiş. Ayrıca House ve Holmes karakterleri arasında da bir çok benzerlik varmış. İkisi de madde bağımlısı(vicodin, kokain), ikisi de klasik müzik dinliyor, ikisi de çözülmesi zor vakalar alıyor. İkisi de sert, soğuk, kırıcı ve umursamaz. Obsesifler ve baston kullanıyorlar. House'un arkadaşı olan DR. Wilson ile Holmes'un arkadaşı olan DR. Watson arasında da epey bir kopya var. Samimiler, sorumluluk sahibi ve iyi insanlar. Arkadaşlarını düzeltmek ve bağımlılıktan kurtarmak için çabalıyorlar. Aynı performansı Sherlock Holmes'ten sonra The Soloist filminde de devam ettiren Robert Downey Jr'ı bir gün House dizisinde görmek dileğiyle...
Gönderen
bora
26 Şubat 2010 Cuma
The Soloist
Son İstansyon, Lütfen Trenden İniniz..
Olayları yanlış yerlere çekmeye gerek yok.Penaltı verilmedi, hakem hatalıydı, kötü günümüzdeydik gibi bahanelerin arkasına sığınmaktan asıl gerçeğin ne olduğunu unutur olduk. Farklı sonlar beklemek gerçeklikten uzaklaşmak olurdu. Tabi ki futbolda herşey var, iki takım da turu atlayabilirdi fakat daha ilerisi için tünelin sonunda ışık gözükmüyordu. Transfer döneminde takıma forvet almayarak riske girenler, takım avaz avaz defans diye bağırırken biz ara transfer döneminde transfer yapmayız diyen yöneticiler bu skorlara ne kadar şaşırıyorsa bizim de o kadar şaşırmamız lazım. Öyle çirkin bir futbol ortamımız oluşmuş ki Galatasaray taraftarları Fenerbahçenin yediği gole sevinir olmuş çünkü biz elendik siz de elenin anlayışıyla aslında biz çok da başarısız değiliz bakın sizde elendiniz demek bir nebze de olsun rahatlatıcaktı takım taraftarlarını. Fenerbahçe içinde durum aynen böyledir. Avrupa kupalarında önceleri mayıs aylarını görürdük ardından nisan, mart derken artık şubat ayında elenir hale geldik. Trenler iki takım içinde kaçtı, başka bir trene binme vakti geldi. Yolculuklar kısa sürmeye başladı. Düşmanlık duygusunun içine işlediği futbol ortamımız, mentalite yoksunu futbolcu ve yöneticlerin olduğu bir arenada daha iyisini beklemek hayalperestlik olurdu. Caner kardeşimizin o pozisyonda faul yapılmayacağını bilmemesi ya da sevgili Daum'un maçın 75. dakikasında 1-0 öndeyken turu geçmiş gibi sevinmesi bizim karakterimizi ve zeka yapımızı ve mentalitemizi çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Aslında ne yaparsak kendimiz yapıyoruz. Birbirmimize kötü örnek oluyoruz, birbirmizin kuyusunu kazyıoruz. İki takımın da birbirine yaptığı kötülüğü ne Lille takımı ne de Atl.Madrid takımı yaptı bugüne kadar. Yani Türk'ün Türk'ten başka öz düşmanı yok. Düşmanlığı anlarım gerçe bütün liglerde benzer hikayeler vardır ama kendinizi geliştirmek istiyorsanız düşmanınız da iyi olacak. Hikaye şöyledir: cehenneme bir tur düzenlenir, her milletin adı yazılı hücrelerin içinde bir kazan ve kazanda kaynar zift bulunmaktadır. İçinde insanlar kaynıyor ve kazanların başında elinde sopa bulunan bir zebani kazan'dan kaçmak isteyenlere vuruyor. İnsalar o milletin günahlarıymış. Kaçmak istiyolar fakat zebani bırakmıyormuş. Lakin Türklerin başında zebani yokmuş çünkü çıkmak isteyenleri altakiler aşağı çekiyormuş.. Kıssadan hisse..
21 Şubat 2010 Pazar
The Blind Side
Filmde mutlu Amerikan klişeleri görülüyor ama gerçek hikayeye dayanması açısından izlenmeye fazlasıyla değer.Film ayrıca 2 dalda oskara aday.(en iyi film ve en iyi kadın oyuncu).Çok fazla detaya girip spoliler vermeyelim.Filmin tagline'nını da bulamadım ama ben sizin için bir tane uydurayım.
"Yaptığınız iyilik karşınızdakinin hayatını değiştirdiği kadar sizinkini de değiştirir".
19 Şubat 2010 Cuma
Yoksa Siz Kardeş misiniz?
Bektaşi'nin kaymakama işi düşer ve içeri odasına girmek ister fakat odacı müsade etmez.Bektaşi başlar ben kaymakamın akrabasıyım demeye.Bunun duyan kaymakam meraklanır içeri çağırır ve nereden akraba oluyoruz biz diye sorar.Bektaşi sen şimdi kaymakamsın, peki sonra ne olacaksın diye sorar.Kaymakam böbürlenerek cevaplar: "vali".Bektaşi peki sora diye devam ettirir.Kaymakam tekrar cevaplar: "hiç". Gördünmü ben şimdiden bir hiçim akraba sayılırız der Bektaşi.Lille-Fenerbahçe maçının iki başrol oyuncusu vardı dün.Deniz Barış ve Daniel Guiza.Guiza dediğimiz oyuncu zamanında İspanya ligi gol kralı olmuş ardından İspanya milli takımda oynamış bir topçu.Deniz Barış ise kendi standartlarında ortalıkta gezinen, arada olumlu hareket yapmaya çalışan bir isim.Lakin şuan ikisi de koca bir "HİÇ" ten başkası değiller. Eleştirmek işin kolayıdır. Sabretmek, anlamak zordur.Hatta daha da ileri gidersek. Başarı etiğinin kendi belirlediği değerlerin dışında kalan herşeyi dümdüz ettiği bir dünyada yaşıyoruz.Böyle bir dünyanın şekillendirdiği insanlar giderek daha fazla " ne pahasına olursa olsun galibiyet" düşüncesine meyledilir. Bu bağlamda alınan olası bir mağlubiyette suçu futbolculara atmak işin kolayına kaçmaktır. Baktık galibiyet gelmiyor yapıştırıyoruz hemen yaftayı. Yani her ne kadar futbolcuları eleştirmek istemesemde bazıları sınırları zorlamaya başladı. Bunların da en başında Guiza ve Deniz geliyor. Tabi ki de bu Fenerbahçenin sorunlarından sadece birtanesi. Alex kendi internet sitesinde kötü futbol oynuyoruz diyerekten gerçekçi bir açıklama yapıyor.Ne kadar doğru olduğundan tam emin olmasamda Aziz Yıldırım hemen Alex’e ültimaton başlığı altında sen futboluna bak diye uyarıyor. Gel konuşalım, sorunlara çare arayalım anlayışı yok yani. Demokratik hareketlenmeler eşliğinde sportif direktör olarak Aykut Kocaman geliyor takıma ama takımla ilgili en ufak pürüzde takım başkanı diktatörlüğünü ilan ediyor. Yetki gaspları ortalıkta kol geziyor. Hiçbir şeyin tam işlemediği bir ortamda takımdan iyi bir performans beklemek de abesle iştigal kaçar zaten fakat futbolcuların kendi özeleştirilerini yapmaları gerekir. Bir musubet bin nasihattan iyidir derler. Fenerbahçenin musubetleri nasihatları geçti hala bir kıpırdanma göremedik. Yanlış anlaşılmasın bunlar alınan bir Lille yenilgisi hışımları değildir. Bunlar her zaman görünenlerdir. Bunlar yapıcı eleştirilerdir. Fener rövanş maçında ama yener ama yenilir hiç önemli değil. Önemli olan mentalitedir. Uzun vadede bir marka için kafa yapısıdır önemli olan.
Gönderen
bora
16 Şubat 2010 Salı
Herkese Göre Spor
Spor insanlar için hangi anlama geliyor? Bir futbol yada bir boks maçı izlemek ne manada değerlendirilebilir? Hemingway neden boğa güreşlerine ihtiyaç duyduğunu biliyordu.Boğa güreşleri bir resmi çevçeveliyordu onun için. Gerçeğin ne ve nerede olduğunu hatırlatıyordu. Peki bizim spor merakımız çok mu farklı? Ben neden bir spor taraftarı olduğumu biliyorum. Belki Hemingway gibi tam gerçekliği bulamıyorum ama bütünü tamamladığım anda bana birşeyler anlatacağını inanıyorum. Futbol izleyip, bira içen, tribünlerde bağarıp takımını destekleyen taraftarlar görüyorum. Onlar için bir rahatlama biçimi bunlar. Bu maçları değerlendiren, değerlendirirken keyif almaktan öte bu işi para için yapan yamyamlar görüyorum. Bana bir mesaj mı vermek istiyor acaba bu futbol diye düşünüyorum. Hayattaki para hırsının varlığını anlamak için sadece spor ve tamamlayıcılarına bakmak yeterli midir? Boks maçlarına bahis oynayanları biliyorum. Haliyle taraf tutuyorlar. Hiç bahise bulaşmayıp adrenalin için izleyen ben taraf tutmam deyip izleyenler de var.Her yumrukta sanki kendi vurmuşcasına aparkat sallayanlar... Peki bu dayak yiyen boksör için ses çıkarmayıp, karşındaki döveni desteklemek değilmidir. Taraf tutmamak mümkün müdür hayatta? Sessiz kalıyorsan, ezileni savunmuyorsan diğer ezen taraftasın demek değil midir? Kulüp başkanlık seçimlerinde geçilen süreçler, siyasetten, ülkeyi yönetenlerin yaptığı sahtekarlıklardan çok mu farklıdır sizce? Tenis maçında rakete vuran sporcunun attığı çığlık, mutlu sona ulaşmak, rahat etmek isteyen insanların sarfettiği efordan çok mu farklıdır? Bir at yaraşı, insanların günlük hayatlarında verdiği rekabete benzemiyor mu? Ne kadar hızlı koşarsak koşalım önümüze çıkan engelleri aştığımız sürece başarrılı değil miyiz? Potaya smaç yapmak için yükselen basketçi, yükseklerde olanın daha başarılı, hayatının tıpkı atacağı sayı gibi daha garanti olduğunu mu göstermek istiyor? Hakemi aldatarak penaltı kazanmak isteyen oyuncu, dalaverecilerden, hırsızlardan çok mu farkılıdır? Başroldekiler, en çok konuşulanlar hep gölü atanlar değil midir? Golleri yemeyip, atağı olgunlaştırlara yapılan haksızlık, fabrikada çalışan ve yöneticiyi kar'a geçiren işçilerden çok mu farklıdır?...Tabikide spordaki her devinim bir gerçekliği anlatmaya, bir mesaj vermeye yönelik değil fakat insanların hayatlarında karşı karşıya kaldıklarından çokda farksız değil gibi duruyor.Paralimpik olimpiyatlarında engelli sporcuların verdiği mücadele, hayatta her ne olursa olsun yaşamaya değer bir şeylerin bulunabileceğini anlatmıyor mu? Herkesin bu sorulara kendince cevapları elbette ki olacaktır.Nerden uyduruyordun, ne alakası var ulan diyenlere de saygı sonsuz.Sonuçta herkes görmek istediğini görür. Demek istediğim: birinci amaç eğlencedir,zevktir hobidir tabiki ama çokda boş seyirci olmamak gerekir sanki.İzleyip göremeyenlerden olmak istemediğim içindir yaptığım bu açılım...
Benim Kocam Yapmaz
İlk önce Tiger Woods’un balonu patladı. Eşini kaç kere aldıttığını net rakam verecek kadar seviyordu aslında. Düşünsenize her defasında bir pişmanlık hissetmiş olacak ki çetelesini tutmuş. Ardından John Terry geldi. Ailesine bakıldığında bu adamki huyun nereden geldiğini çok sorgulamamak gerekir esasında. Adamın genlerinde var bu işler. Biri golfe ara verdi, biri medya tarafında ağırca suçlandıktan sonra İngiltere milli takım kaptanlığından alındı. Yaptıklarının kefaletlerini ödedilermi bilinmez ama eşlerinin halet-i ruhiyelerini merak ediyorum ben daha çok. Bu durumdan ne derece rahatsız oldukları merak ediyorum. Bir şekilde de olsa gündeme gelip reklamın kötüsü olmaz mı diyorlar yoksa kendilerini yerden yere mi atıyorlar bilemiyorum. Bu aldatma hikayeleri ne ilk ne de son. Adamlar bunun dizisini çektiler yahu Footballers’ Wives diye. Bir bildikleri var ki senaryoya dökcek kadar ileri gitmişler. Malzeme bitmez diyorlar yani. Şuan bir boşanma, yaralama, yada yeni aşkalara yelken haberleri yok aslında.Bu da olayların en az zararla atlatıldığını gösterir. Aman haa beterin beteri var. Uluslararası ölçekte kadın arıştırması yapan sosyolog, dünyanın çeşitli ülkelerinde kadınlara sormuş: kocanızı başka bir kadınla yakalarsanız ne yaparsınız? Cevaplar sırasıyla şöyle ...
İsveçli: Neremi beğenmediğini sorarım
Rus: Evi terk ederim
Fransız: Sesimi çıkarmam, sevgilime gider beni teselli etmesini isterim
İtalyan: Kadını vururum
İspanyol: Kocamı vururum
Yunan: Her ikisi de vururum
Türk: Benim kocam yapmaz
12 Şubat 2010 Cuma
Mike Brown'ın Çan Eğrisi
NBA'de sezonun başlamasıyla ilk 6 maçta 3 galibiyet, 3 mağlubiyet alarak ortalama bir başlangıç yapan, geçen sezonun konferans finalisti Clevland Cavaliers oynadığı 43 maç sonunda sadece 11 mağlubiyet alarak NBA'in zirvesinde bulunuyor.Geçen sezonada benzer bir başlangıç yapan ve normal sezon sonunda Lakersla beraber ligin en iyi galibiyet yüzdesine sahip takımı olan Clevland ilk iki play-off serilerini rakiplerini dağıtarak geçtikten sonra Orlando karşında resmen dağıldı.Tıpkı geçen seneki gibi galibiyet serileri ile yoluna devam eden Clevland daha doğrusu Lebron ve diğerleri işi şuanda abartmış durumdalar. Rakiplerine karşı çok sert bir basketbol oynuyorlar ve Lebron işin ayarını kaçırmış durumda. Üçlük çizgisinin 1-2 metre gerisinden atmaya başladı şutları.Yaklaşık olarak 30 sayı,7 ribaunt ve 8 asist ortalamalarıyla oynuyor.İçerde Varejao, O'neal ve Ilgauskas rakiplerini döverek bezdiriyorlar.Aynı filmi geçen sezon da görmüştük aslında ama önemmli olan play-off serisinde aynı performansı devam ettirebilecekler mi sorusudur. Bu kadar temasa ve güce dayalı basketbol oynamak ne derece devam ettirilebilir. Tam bu noktada Mike Brown'ın görevi devreye giriyor aslında. Acaba normal lig sezonunda aşırı yüklenme play-off serilerinde başlayan form düşüklüğüne sebebiyet veriyor mu? Diğer bir deyişle Mike Brown ile Ersun Yanal arasında bir korelasyon var mıdır? Bu soruların cevaplaarını bulmak içim bekleyip görmekten başka çaremiz yok sanırım. Lakin belirtmek gerekir ki arkalarını aldıkları bu rüzgarla play-off'a en yüksek galibiyet yüzdesine sahip takım olarak girerler fakat Lebron'un yanına düzenli bir skor opsiyonu koyamadıkları sürece olası bir Lakers finalinde yada Boston'la olası bir konferans eşleşmesinde işleri gerçekten kolay değil.Hele ki maç serileri uzarsa Clevland'ın güce dayalı basketbolu yavaşça düşüşe geçicek gibi duruyor....
Gönderen
bora
11 Şubat 2010 Perşembe
Okay Karacan'ı Anlamak
Dün TRT ekranlarında yayınlanan Galatasaray-Antalyaspor maçının ardından Galatasaray'ın neden yenildiğinden çok Okay Karacan'ın maçı yanlı anlattığı konusundaki görüşlerdi konuşulan mevzular. Biz Okay Karacan'ı ezelden beri bilir, izler ve dinleriz.Kendisinin Beşiktaşlı olduğunu bilmeyen varsa onu eleştirme hakkını nerden bulduklarını da merak ederiz.Neymiş Galatasaray gol attığında çok bağırmış, Antalyaspor'un gollerinde aynı tepkiyi vermemiş hatta takımın adını bile söyleyememiş. İlk başta adamın yaptığı meslek üzerine azcık kafa yorduk mu neden GS gollerinde sesinin daha fazla yükseldiğini anlamak mümkündür. Spikerin görevi maçı daha cazip hale getirmek, daha fazla kişi tarafından izlenmesi sağlamak olduğu için taraftarı Antalyaspordan daha fazla olan Galatasaray'ın gollerinde daha yüksek sesle anons yapması benim bir Fenerbahçeli olarak GS'nin her yediği goldde daha fazla sevinmen kadar doğal ve normaldir. Kendinizi Barcelona-Deportivo İspanaya kral kupası maçını anlatan spiker olarak farzedin.Yanınızda da suya, sabuna hiç dokunmayan, sadece atılan gollerden sonra "belliydi" tarzında yorum yapan bir Ömer Üründül olduğunu da unutmayın.O maçı anlatmak ve yorumlamanın yükü sadece sizin omuzlarınızdaysa, Barcelona mı yoksa Deportivo gölünde mi daha fazla heycanlanmanız gerektiğini ve hangi gölün daha yüksek sesle anons edileciğini hesap edin.Belki ben yanılıyorumdur, belki maçı yanlı anlatmak istemiştir. Belki bir Galatasaray taraftarı değil ama Fenerbahçe düşmanıdır.Belki FB'nin kupayı almasını istememesinden dolayı, karşında durabilecek güçlü bir GS istiyodur.Bütün belkilerin hepsi doğru olsa bile ki ben hiç sanmıyorum Okay Karacan'ın sahip olduğu spor bilgisiyle maç anlatıp yorumlamsını Ertem Şenerlere, İlker Yasinlere tercih ederim. Bırakalım bu hepimiz Hıncal'ız tavırlarını, herşeyi eleştirmeyi. Azcık duyarlı olalım diyorum sadece.
Gönderen
bora
9 Şubat 2010 Salı
Aziz Yıldırım ve Teknokratlar
Öncelikle Aziz Yıldırım'ın röportajını neden FB TV genel müdürü İhsan Topaloğlu'nun yaptığı programda değil de Akşam gazetesine vermiş olduğunu anlamış değilim.Aziz başkan satır başları altında demeçler vermiş FB taraftarına ve rakiplere.Öncelikle 3 sene üstüste şampiyonluk sözünden bahsetmiş ve devam etmiş "hedefsiz yaşam olmaz, hayatta iddaalı olucaksın".Bu söylemler güzel, hoş şeyler, tabi gerçeklikten uzak olmadığı sürece. Ama bu şampiyonluk sözünün her alınan mağlubiyetten sonra çokça dile getirilmesi taraftarın, daha doğrusu benim kanıma dokunmaktadır.Benim söz falan istediğim yoktur.Kaldı ki verilen bütün sözler de tutulmuş değildir.Takım ve yönetim şampiyonluk için elinden geleni yaptığı sürece biz zaten takımımızla gurur duymasını iyi biliriz.Stat zemini ısıtmalı olacak, hakemler başka meslek yapmasın, anadoludan da şampiyon çıkacak, fenerbahçe amatör şubeleri şileye taşınacak,ligde sınırsız yabancı olsun gibisinden bir sürü konuya değinmiş.Aziz Yıldırım'a zaten projelerinden dolayı, tesisleşmeden dolayı tek bir laf edebilecek bir insan evladı yoktur kanaatimce.Lakin konu binalardan,tesislerden,paradan insana gelince aynı başarıları gösterdiğini söylemek çok iyimser bir tablo çizmek olur.Trasfer konusunda yapılan seçimler, insan ilişkileri gibi konular Aziz Yıldırım'ın eksik kaldığı konulardır.Başkan olmanın verdiği güç ve otoriteyi, projeleri hayata geçirmekte kullandığı kadar işin teknik ve taktik kısmına da kaydırmaktaki ısrarı bazen doğru ve yerinde hamleler gibi gözükse de uzun vadede takıma zarar vermekten başka bir işe yaramamaktadır.Bu ülkenin siyasi tarihine bakıldığında kurulan sağ ve merkez sağ hükümetlerde teknokrat ısrarları yüzünden gelinen noktanın ne kadar vahim olduğunu hepimiz biliyoruz.Makinalara hükmetmekle, binaları, barajları kurmakla, insanları yönetmek, onların sorunların ne olduğunu anlamak aynı şeyler değildir. Hakan Bilal Kutlualp ve Saadettin Saran'ın bu klüpten ihraçlarının ardındaki gerçeği hiçbir zaman bilemiyecek olsak da, benim düşüncem her ne olursa olsun ortak bir nokta bulunup klüp için yardımı dokunabilecek kişi ve kurulışların her türlü etinden, sütünden ve derisinden yararlanılmasıdır. Son olarak Aziz Yıldırım'ın devre arasında transfer yapmamasıyla ilgili düşüncelerine gelelim.Sayın başkan diyorki: büyük takımlar büyük yıldızları devre arasında transfer etmezler, bakın Real Madrid'e, bakın Manchester'a,bakın İnter, Milan,Barcelonaya..Başkanın bu talihsiz demecini bir anlık dalgınlığına ve yaşının ilerlemesine bağlamak istiyorum, onun iyi niyetine inanıyorum.Fakat atlamadan da geçemeyeceğim. Transfer sezonu ne zaman olursa olsun, ihtiyaçlar olduğu takdirde her zaman yenilik yapmak için vardır.Ara transfer sezonunun mantığı da budur zaten. Takımlara, eksik gördüğü konular hakkında kendilerini iyileştirmek için sunulan zamandır ara transfer dönemi. FB'nin transfer yapmaması demek takımında hiçbir eksik görmemesi demektir. Diğer yandan yapmak istedikleri transferi yapamayıp da, bu beceriksizliği büyük takımlar ara sezonda transfer yapmaz gibi söylemler arkasına saklamak acizlikten başka birşey değildir. Kaldı ki İnter'in Pandev gibi bir oyuncu aldıktan sonraki performansı ortadır.Ayrıca Aziz Yıldırım gelecek sezon 3 büyük yıldız sözü vermiş.Tutturduk bir 3 rakamı gidiyoruz.,Ortega,Anelka,Appiah'ların ardından Maldonadoları, Josicoları almakla devam eden bir transfer politakasının ardından bu sözlere inanmak her ne kadar zor olsa da, biz umutlarımızı her zaman besliyoruz. Ayrıca belirtmek gerekir ki bizim yönetimden istediğimiz yıldız değil başarıya aç oyunculardır. Eğer ki Fenerbahçe ara sezonda transfer yapmayan İnter, Milan, Barcelona gibi büyük bir takımsa, kendi yıldızını kendisinin yetiştirme zamanı gelmiştir.Avrupa takımlarına transfer yapmayarak benzemek yerine, başarıları bakımından benzemek daha akıllıca bir yol olur.Aziz Yıldırım'ın söylemiyle "akıllı taraftar" olan biz fenerbahçe taraftarlarının istediği yegane şey budur....
7 Şubat 2010 Pazar
Derrick Rose
2008 NBA draft yapılmadan önce iki takım ve iki isim vardı manşetlerde; Rose ve Beasley. 1. sıradan seçme hakkına sahip Chicago Bulls'un Derrick Rose ve Michael Beasley arasında bir seçim yapması bekleniyordu. Diğer takım, yani Miami Heat 2.sıradan seçme hakkına sahipti ve bütün stratejisini Chicago'nun seçimine göre şekillendiriyordu. Chicago doğumlu Rose'un Chicago'nun Beasley'i seçmesi ihtimalinde Miami'nin Rose'u seçeceği ve Rose'un Wade ile birlikte çok iyi bir ikili olabileceği konuşuluyordu. Bütün söylentiler Chicago'nun 1. sıradan Memphis Tiger üniversitesinden Derrick Rose'u seçmesiyle sona erdi. Lise yıllarını doğup, büyüdüğü Chicago'da geçiren Rose, üniversite için NBA oyuncu verme istatistiği açısından azımsanmayacak rakamlara sahip olan ve Penny Hardaway ve Rod Stricland gibi isimleri referans olarak sunan Memphis Tiger'ı seçti. Orada geçirdiği başarılı dönemlerin ardından 2008 yılında Chicago takımı adına NBA'e adım attı. Oyun tarzı tıpkı belki de bir zamanlar beraber oynama ihtimalleri bulunan Dwyane Wade'e benzetiliyordu. NBA'deki ilk sezonunda 17 sayı,6 asist,4 ribaund ortalamalarını tutturdu ve yılın çaylağı seçildi.
Liderliği ve istatistikleriyle ondan beklentiler bu sezon biraz daha arttı. Korkusuz oyunu, crossover'ları, sıçraması, deliciliği, soğukkanlılığı Rose'un basketbolu'nun en belirgin özellikleri. Bu sezon şutlarınıda biraz daha geliştirmesi sayesinde sayı ortalamasını artırdı ve takımın yükünü çekmeye başladı. Geçen sezona oranla daha çok sorumluluk alıyor. Şu anda NBA'de driplingleri, slalomlarıyla potaya direk giden en etkili 3 isimden biri kendisi. Söylentilere göre zıpladığında pota çenesinin altına geliyormuş. Potaya her smaç yaptığında, içinde gülmesine engel olan ve hep bir somurtkanlığa sebep olan hisleri kusuyor adeta. Yaptığı smaçlarla herkesin dikkatini üstüne topladı ve bu sene hakederek NBA ALL-STAR'a seçildi. Jordan'dan sonra Chicagoya gelen en özel oyuncu bu adam. Etrafına bir kaç yetenekli ve yardımcı oyuncu konulduğu takdirde direk şampiyonluğa oynar Chicago. Rose'da çok büyük bir potansiyel var fakat kendisi geliştirmesi gereken alanlar da bir hayli fazla. Özellikle şutunu geliştirdiği takdirde NBA'de önümüzdeki sezonlarda LeBron ve Kobe kadar ismi anılacak bir basketbolcu. Benim, daha doğrusu Chicago'ya gönül veren herkesin ondan beklentisi çok büyük. Umarım bu beklentilerin altında kalmaz, çünkü NBA'de beni heyecanlandıran, gece gece maçları izlememe sebep olan birkaç isimden birisi.
6 Şubat 2010 Cumartesi
Orta Yolu Bulmak
Fenarbahçe bayan basketbol takımı FİBA bayanlar avrupa liginde İtalya'nın Cras Basket Taranto takımını yenerek çeyrek finali kaldı ve kupayı son 3 sezondur kazanan Rus takımı Spartak Moskova takımıyla eşleşti.Spartak Moskova bu sezon bu ligde nağmalup devam eden ve rakiplerini dağıtan bir takım.Fenerbahçe moskova ekibini yenerse çok büyük bir başarı kazanmış sayılır çünkü bu ekip bu ligin en büyük favorisidir.Moskova ile oynayacakları maç hiç de kolay değildir ve her oyuncunun elinden gelenin biraz daha fazlasını yapması gerekir.Fenerbahçe yener veya yenilir ki bence favori büyük farkla Spartak Moskovadır ama benim söylemek istediklerim farklıdır.Fenerbahçenin çeyrek finale kalabilmek için yendiği takım olan Taranto, geçen sene Galatasaray'ın FİBA Eurocup finalinde mağlup ettiği takımdır.Galatasaray uzatma zorda olsa rakibini yenmeyi başarıp kupayı almıştı.Fenerbahçe bu sene aynı ekibi çok da zorlanmadan elemeyi başardı.Hem futbolda hem basketbolda en büyük sıkıntımız doğru lig için doğru kadroyu oluşturamama.Fenerbahçe bayan basketbol takımı sezon başında Türkiye ligi standartlarının üstünde bir takım kuruyor ama bu takım FİBA Avrupa ligi için biraz zayıf kalırken, FİBA eurocup için biraz güçlü bir ekip oluyor. Tıpkı Efes Pilse'nin Euroleague final four'u için zayıf, basketin uefa'sı olan Eurocup için fazla iyi bir takım olması gibi.Bu işin ortasını hiç bulamıyoruz.Ya sezon başında en üst ligler için biraz daha iyi bir takım kurulmalı yada dişimize göre olan ligde mücadele edilcek takım kurulmalı.Avrupa liglerine katılım şartlarını tam olarak bilmiyorum fakat, eğer lig seçimi ihtimal dahilindeyse üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur bu.İstemez misiniz Efes koraç kupasını bir kere daha alsın yada Fenerbahçe Eurocup şampiyonu olsun.Sağduyulu bir sözle bitrirsek daha etkili olur belki:" büyük dağın kuzusu olacağına, küçük dağın kurdu ol"...
Gönderen
bora
Andy Murray
Yaklaşık 1,5 sene önce Odtü devrim stadında gazi warriors-odtü falcons isimli sıkıcı bir amerikan futbol maçı izlerken, gözlerim bir yandan içimde bu spora karşı oluşan nefreti dinleyip yükümü hafifleticek birini arıyodu. Bir anda sağ tarafımda sportif giyimiyle gözüme çarpan biri oldu. Tam bu spor bizim kültürümüze aykırı , anatomimize uymuyor diye lafa dalacaktım ki adam elinde tuttuğu saati bana göstererek aynen şöyle dedi: " yarım saattir süre tutuyorum oyunun durduğu süre tam 27 dakika". O anda aradığım kanı bulduğumu anlamıştım. Sıkıntımı gidermek için farklı bir konu başlığı açmak isterken kendisinin tenis federasyonunda görevli, aynı zamanda tenis antrenörlüğü yapan ve tenis eğitiminin altyapısını Almanyada alan bir kişilik olduğunu öğrenince yeni manşetimiz belli olmuştu. Sırasıyla Agassi,Sampras,İvanisevic,Federer,Nadal gibi daha bir çok önemli isimden konuşurken, sohbetimizin büyük çoğunluğunu Federer ve Murray aldı. Andy Murray Federeri durdurabilecek bir isimmiydi?Kariyerinde atp sıralamasındaki en yüksek yeri 2. olan şu anda sıralamada 3.olan henüz bir grand slam kazanamamış bir isim Murray. Benim izlediğim kadarıyla olağan üstü diyebileceğimiz bir tekniği bulunmasada adını tenis elitleri arasına yazdırdı.Mayıs,1987 yılında doğdunu düşünürsek kendisini geliştirmesi için önünde bayağı uzun bir süre var.Federer'in çıkış yıllarına başladığında 22-23 yaşlarında olduğunu düşünürsek Murray'e biraz daha zaman kazandırmış oluruz aslında.2004 yılında ondaki potansiyeli herkes görmüş ki 'young sport personality of the yea'r ödülünü kazanmış.Maçlarda agresif bir oyun sergilese de aynı başarısını servislerine her zaman yansıtamayan bir isim.Bir tenis oyuncusu için en önemli özellik diyebileceğimiz istikrarı da göremedim.Tim Henman tenisi bıraktığından beri özellikle wimbledon turnuvalarında ciddi biçimde Britanya desteğini aldı bu İskoç.Bu sene oynanan Avusturalya açık'da finale kadar geldi fakat karşısında 8 senelik tenis jenerasyonu'nun en büyük şansızlığı Federer vardı.1934'ten beri şuan maçlarda giydiği kıyafetlerinin isim babası olan Fred Perry'den sonra Avustralya açığı kazanmaya en yakın Britanyalıydı kendisi.Üstelik bu havuç kafalı arkadaşımız Britanyalılara özel olan antipatikliğide barındırmıyor kendisinde. Ama keşke kız arkadaş ve dizi(entourage) seçimlerinde gösterdiği inceliği, müzik(50cent) ve sinema filmlerinde de(the girl next door) gösterebilse. Yazıyı yanımdaki tenis antrenörü'nün bana Murray hakkında dediği cümleyle sonlandırayım:" çok iyi bir tenisçi fakat bir yıldız değil". Umarım bizi yanıltır da dizi ve omuzları tutmaz tenisçiler karşında Federer'i kısa zamanda yenebilecek kapasiteye gelebilir ki bunu yapabilecek destek ve beceriye sahip.Şuanki Murray değil ama 2-3 sene sonra kendisini geliştirebilecek bir Murray hakkında daha çok şey söylebiliriz...
Gönderen
bora
4 Şubat 2010 Perşembe
Fenerbahçe 3-0 Bursaspor
Ara transfer döneminde transfer yapmayacağız açıklamarının ardından jo ve giovanni gibi isimleri alan Galatasray'ın ardından kadrosunu sadece saç ektirdiği gerekçesiyle uzun bir süre toplara kafa vurmadığı iddaa edilen Gökhan Ünal'ı kadrosuna katan Fenerbahçe sivasa 5 attıktan sora Bursayı ,ki bu sezon 3.defa yeniyorlar, 3-0 gibi net bir skorla geçti. İlk yarı oyunu sürklase eden Fenerbahçe'nin istek ve arzusu uzun zamandır taraftarın beklediği baş kaldırıştı. Bu hırs ve isteğin ardında hiç kuşku yokki GS'nin yaptığı transferlerin de payı var.Emre Belözoğlu'nun GS'nin yaptığı trasferlerin ardından gelen oyuncalara çok şaşırmadım demesi Fenerbahçeli oyuncuların bu konuya ne kadar takıldıkların göstergesidir aslında.O sebepten dolayı sivas ve bugün oynanan Bursa maçında mevcut kadronun yeterli olduğunu, ülkeye gelen yabancılar kadar kaliteli futbolcular olduğunu gösteren mesajlar vermek isteyordu futbolcular.İkinci yarının ilk 10 dakikası dışında takım biraz durdu ama heran gol atabilirim sinyallerini verdi.Semih bu ülkede 3 santafordan biri olduğunu verdiği tek paslarla, indirdiği toplarla ve oyun anlayışıyla gösterdi.Dos Santos sol bek olarak daha yararlı olacağını bir kere daha ispatladı ve hücuma önemli katkı verdi.Gökhan Ünal'ın tedirliğinden kurtulması lazım bence.Gökhan Gönül bildiğimiz gibi günlük görevini yerine getiren iki kale arasındaki bir banliyö havasındaydı. Özer'e artık laf söylememe gerek yok çünkü sezon başında FB'nin Elanosu diyordum ki gösterdği performansla ondan bile iyi olabileceğinin gösterdi. Uğur bir maç oynar bir maç yatar karakterini göstericekti ki sakatlandı. Diğer oyuncular bildiğimiz, beklenilen performanslarını gösterdi. Sadece Alex'e bir parantez açmak istiyorum. İlk iki gol'de duran topların ardından gelişen karamboller^den sonra geldi ve bence bunda Alex'in payı büyüktür.NBA'in logosunda nasıl Jery West'in silüeti varsa yakında Fenerbahçe tarihindede Beckham'ın ürünlerindeki gibi tam serbest vuruşlarda topa vurucakken ki silüetini göreceğiz galiba.Birde Lugona'ya seslenelim "Adamsın".
Gönderen
bora
Bir FB'li Gözünden GS
Weber objektivizm başlığı altında insanların kendi değer yargılarının farkında olmasıyla değer özgürlüğüne'mi yoksa değer nötrlüğüne'mi kavuştuğunu karşılaştırmalı şekilde anlatmıştır.Sonuçta da inasanın her zaman bir tarafının, bir zaafının ve bir değerin olduğunu bilmesi onu özgür kılmaz ama değerlendirdiği konulara yakalaşımı aşamasında insanı nört yapar der.O yüzden başta belirtiyorum ki bir fenerbahçeli olarak FB'liliğimi bildiğim için tamamen bağımsız bir GS yazısı yazmak imkansızdır, ama yinede tarafsız bir biçimde değerlendirme yapmak için yukardakiyi açıklamayı yapmak istedim.GS'yi yönetimi, kadrosu, okulları kısaca camia olarak ele aldığımda şuan açıkça söylemeliyimki FB'den bir adım önde görmekteyim.Normalde bu ülkede demokrat parti ve türevleri, GS ve türevleri olan herşeye önyargılı yaklaşırım ve sevmem fakat GS'ye şuan başında bulunan teknik direkötürü ve oyuncu kadrosuyla bir parantez açmak her takım taraftarının zorunlu bir düşüncesi haline geldi.İlk olarak Rijkaard'a sen teknik direkötör değilsin diyen zihniyetleri kınıyorum.Adamın taktik zekaya, çalışmaya verdiği önemi görmemek için kör olmak lazım.Enbaşta Rijkaard'ın futbol felsefesi var birkere. Şuan Türkiyede görev yapan bazı antrenörlerin bir hayat felsefi ve görüşü bile yokken futbol hakkında birşey düşünüp, yapmasını beklemek abesle iştigaldir.Biz Türk milleti olarak skorbord eleştrileri yaptığımız için arka arkaya alınan mağlubiyet serilerinde hemen etiketi yapıştırıyoruz.Her kim nederse desin Rijkaard benim için Türkiyeye gelmiş en geniş vizyona sahip teknik direktörlerden biridir.Sex Pistols, Coldplay, Pearl Jam ve Nirvana dinlemesi zaten benim sevmem için yeterli bir sebeptir.Rijkaar hakkında daha fazla bilgi için aşağıda Tanıl Bora tarafından yazılmış link vericem. Oyuncu kadrosuna gelirsek ismi bir şekilde fazlaca duyulmuş olan oyuncuları kadrosunda barındıran bir takım daha kurulmadı bu topraklarda.Basketbolda bu sene Efes Pilsen nasılsa benim için GS'nin mevcut kadrosu da odur.Bu lig'e fazladır. Bazıları bu futbolcuları oynadıkları takımlarda yer bulamamış artık oyuncular olarak görsede, hepsi overrated olarak değerlendirilsede bir potansiyelleri olduğu gerçeği açıktır.Daha düne kadar 8 brazilyalı oyuncusuyla Brazilya liginde oynama hakkına sahip olan FB'nin, şu anda yolu bir şekilde 5 büyük ligler'den en az birinde geçmiş oyuncu kadrosuna sahip GS ile yarışabilmesi için fazladan efor sarfetmesi gerekmektedir çünkü GS küçük çapta bir premier lig ekibi kurmak üzere tabiki uyum sağlandığı takdirde.Önceden yabancı kontenjanı serbest bırakılsa FB'nin Türkiye liginde bitime haftalar kala şampiyonluk ipini rahatça göğüsleyeceği'ni düşünürken şimdilerde GS'nin kadrosuna kattığı yabancıları gördükten sonra acaba yabancı kontenjanı düşürülse mi diye düşünmeye başladım. Sonuç olarak bu takım bu lige fazladır ama onlar için en kötü olasılık uyum sürecini geç yakalamalarıdır.Gs için diğer bir kötü olasılık olarak Türkiyede bulunan spor cellatlarının Rijkaard'a baskı uygulayıp adamı sonunda yıldırmasıdır ki bu konuda son derece haksızdırlar. Sabır gösterildiği takdirde GS'nin çok iyi bir ekip olacağına spor izleyecisi olarak hiç bir şüphem yoktur.Bir Fb'liye bile canlı gözlerler GS maçı izletme isteği uyandıracak futbolcuları ülkeye getiren yöneticileri de unutmamak gerekir..
Tanıl Bora'nın Rijkaard yazısı: http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=940917&Yazar=TANIL%20BORA&Date=18.06.2009&CategoryID=103
Gönderen
bora
2 Şubat 2010 Salı
Mutluluğun resmi
Nazın Hikmet "saman sarısı" şiiri'nin 2. bölümünde Paris'in orta yerinde Abidin Dino'ya seslenecektir: 'Küba'yı, kübalı balıkçıları, emekçileri, işçileri, kadınları, akı , karası, sarısı, melez, meydanları dolduran insanları anlatacak mutluluğun resmini yapabilir misin?'. Bu satırların ardından ben dahil birçok insan yukardaki resmin Abidin Dino'nun Nazım'a verdiği bir cevap olarak düşünmüştük.İçinde bulunulan şartlar ve mekan farketmeksizin, insanın yanındakilerle mutlu olabilmesinin kendisine bağlı olduğunu anlatan tabloya her baktığımda ilk aklıma gelen köşedeki Abidin Dino olmuştu. Hatta tabloyu alıp odama asmak istediğimde internet sitelerinin Abidin Dino imzalı mutluluğun resmi başlıkları karşıladı beni ta ki gerçeği öğrenene kadar. Tablo Amerika'lı ressam Dianne Dengel imzalıymış.Daha da trajik kısmı milli eğitim bakanlığı'nın öğretmenler için hazırladığı klavuzda Abidin Dino tablosu diye bahsedilmiş olmasıdır. Yani artık mutluluğun resmine baktığımda aklıma ilk gelen şey Abidin Dino değil kandırıldığım gerçeği. Aslında ülkede yalanlar üzerine kurulu mutlulukları düşündüğümüzde kendimi herkesten çok da farklı hissetmem gerekiyor. Gelilim Abidin Dino'nun resimle değil de mısralarıyla verdiği cevaba..
Nazım'a
kokusu buram buram tüten
limanda simit satan çoçuklar
martıların telaşı bambaşka
işçiler gözler yolunu.
İnebilseydin o vapurdan
ayağında Varna'nın tozu
yüreğinde ince bir sızı
mavi gözlerinde yanıp tutuşan
hasretle kucaklayabilseydim
seninle, birdaha.
davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
bağırımıza bassaydık seni Nazım
yapardık mutluluğun resmini.....
Gönderen
bora
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)