28 Mayıs 2010 Cuma

Webber ile İstanbul Park

Red Bull pilotu Mark Weber İstanbul Park öncesi Türkiye GP'sinden beklentilerini ve pistin özelliklerini simulatör eşiliğinde aktarıyor. Video'nun başında ise tıpkı Bernie Ecclestone'un Türkiye GP'si hakkında kullandığına benzer bir söylem kullanıyor: " az sayıda seyirci" (not many spectators)



Kaynak: www.redbull.com ve formula1kulubu.blogspot.com

27 Mayıs 2010 Perşembe

We Have No Sympathy


İzmir'in hasretle beklediği haber Bucaspor'la gelmişti futbolseverlere. Altay ve Karşıyaka isimleri beklenirken Buca aradan sıyrılıp büyük bir adım atmıştı. "Tamam Bucaspor'lu olmayabiliriz fakat nihayetinde İzmir takımdır" düşüncesiyle destekleriz diyorduk ki Bülent Uygun'u takımın başına getirdiler. Sivas şehrinde yaptıkları kimine göre başarıdır..Tartışılır..Ama Laila ve Reina'ların bol olduğu bir şehirde daha önceden uyguladığı yöntenmlerin başarılı olacağını düşünüyorsa kendisine bir şarkı hediye etmek isteriz...Hayırlı olsun..



in this town
all streets lead to sea
all girls and boys
leave by a.m. 3
in this town
all the rooftops glimmer
all the engines stop
and you hear the silence of your lover

in this town
we have no sympathy

21 Mayıs 2010 Cuma

Banksy (Gerilla Artist)


Üstteki fotoğrafı milyonlarca kez görmüşşsünüzdür. Tişörtlerde, bardaklarda, posterlerde...Fakat çoğumuz resmin(grafitinin) sahibinin kim olduğunu ve niçin çizdiğini bilmiyoruzdur. Yaklaşık 12 yıldır İngiltere ve diğer ülkelerde duvarlara çizdikleriyle muhalif mesajlar veren kimliği belirsiz sanatçı çok büyük bir hayran kitlesine sahip. Ortaya çıkmmak istememesi ve tanınmama sevdası yüzünden kim olduğu hakkında dedikodulardan başka hiç bir somut delil yok ortada. Eserlerinde kullandığı Banksy imzasıyla bilinen "Gerilla Artisti" çalışmalarında genellikle sistem ve savaş karışıtı, çevreci ve hayvan haklarını savunan mesajlar veriyor.

İngiliz "mail on sunday" gazetesi yıllar önce Jamaika'da çekilmiş bir fotoğraftan yola çıkarak Banksy'nin gerçek kimliğini ortaya çıkardıklarını haber olarak yayınlamışlardı. Haberde yer alan kimlik doğrultusunda 1974 yılında Bristol'da doğduğu iddaa ediliyor. Çok küçük yaştan itibaren kasaplık eğitimi aldığı fakat çevresindeki herkes gibi sıradan işlerde çalışıp bir ayyaş gibi ölmemek ve sisteme karşı gelmek için sokak sanatçılığını tercih ettiği söyleniyor. Lakin belirtmek gerekir haber bir çok kez yalandı ve gerçekten kim olduğu sorusu hala gizemini koruyor. Kendi deyimiyle 'sokaklarda bombardıman' yapmaya çalışan Banksy'nin ünlü olmak gibi bir derdi yok. Bunu da şu ilginç cümlelerle açıklıyor: "Sanırım, önünüzde çirkin suratlarını göstermek için can atan yeterince kendini beğenmiş salak var. Gidip ufak çocuklara büyüdüklerinde ne olmak istediklerini sorun, alacağınız yanıt şudur: 'Ünlü olmak istiyorum.' Sorduğunuzda, sebebini ya bilmezler ya da önemsemezler. Ben sadece iyi görünen resimler yapmaya çalışıyorum, kendim iyi görünmeye çalışmıyorum."

Ünü İngiltede yaptılarıyla başlayan Bansky'nin parmak izleri şu an Londra'nın yanı sıra Avrupa ve Amerika'nın ünlü metropollerinde yer alıyor. Bunun dışında İsrail'in, Batı Şeria'da Filistinlileri izole etmek için inşa ettiği duvara çizdiği resimler de oldukça yankı uyandırdı.



Politikanın içerik ve isyancı özden yoksun biçimlerde yer aldığı günümüzün sanat yapıtlarına karşın Banksy, protest kişiğiyle hayatın en çıplak yönüyle cereyan ettiği sokaklarda eserlerini sergiliyor. Bir çok koleksiyoner, müze müritleri, firmalar(nike), Hollywood sanatçıları(brangelina) ünlü gerilla sanatçısının eserleri peşinde fakat şu zamana kadar ellerine geçirdikleri sadece korsan olanlardan ibaret.

Daha fazla bilgi edinmek ve resimlerine ulaşmak için aşağıdaki video ve linler yardımcı olacaktır.


Kaynak: BBC, Resimli haber

Los Lunes Al Sol


Filmi izlemeden önce yönetmenine bakmasam Ken Loach'un bu filmde kesin bir parmağı var derdim fakat Fernando Leon de Aranoa da pek onu aratmamış. Film tersanede çalışan ve tersane kapatıldıktan sonra işşiz kalan birkaç arkadaşın hayatlarından kesitler sunuyor. Dram kokan sahneleri, geçim kaygısı, iş bulma telaşı içinde biribirlerine daha da bağlanan ve benziyen arkadaşların harmanlanıp yaşam keşmekeşine sokulmasını eleştrisel bir dille anlatması filmi izlenmesi gerekenler listesinde ön sıralara itiyor. Günlerini bir barda oturup geçmiş hakkında yorumlar yaparak ve dertleşerek geçiren arkadaşların sahip olduğu hayat bize çok da uzak sayılmaz aslında. Milyonların içine düştüğü veya düşeceği bu yaşam tarzına şahitlik ederek geçiren nesil olarak filmi bir iç bakış olarak benimsediğimi söyleyebilirim

Filmde özellikle Javier Bardem'in oyunculuğuyla ve oluşturduğu karakterle bezenen sahneler ve replikler çok etkileyici. Diğer oyuncular da bir o kadar güzel adepte olmuşlar rollerine. Fakat içlerinde benim en çok aklımda kalan sahnelerden biri Javier Bardem'in ufak çoçuğa anlattığı "ağustos böceği ve karınca" hikayesi oldu. Tembelliğiyle ün salmış ağustos böceği ve çalışkan karınca hikayesini anlatan Bardem bir anda susuyor ve çoçuğa diyor ki: " işler böyle yürümez, bu karınca boktan ve vurguncu biri, ayrıca bazıların neden ağustos böceği olarak doğmak zorunda kaldıklarından bahsetmiyor."

Gerçek üzenin "Komünizm'in yanlış anlatıklarından öte Kapitalizm'in gerçekleri" olduğu hikayesi anlatılarak ciddi bir farkındalılık ve hatırlatma uyarsında bulunan filmi herkesin izlemesini tavsiye ederim. Zira dışarıdan baktığımızda kendi ülkenizde çekilmiş bir belgesel izliyormuşcasına şaşıracaksınız. Hemen akabinde kendinize bu film gerçek hikayeye mi dayanıyor sorusunu sormadan bu film milyonlara dayanıyor cevabını sağ yanağınızda hissediceksiniz. Ne desem filmin hakkını veremem, o sebepten buram buram işçi kokan bu filmi, ilişkileri, hepimizin benzerliğini, farkındalık duygusunu, insanlığı izlemek için çok sebebimiz var..

Not: 2002'de İspanya' Goya ödüllerinde 5 dalda ödül almış

20 Mayıs 2010 Perşembe

Guys Are Back




Lost hariç Türkiyede ve Dünyada büyük bir takipçi kitlesi olan dizilerin çoğunu tatmışızdır. Kimini beğenip uzun soluklu hale getirdik, kimi baydı yarıda kestik. Ama bunlar içerinde izlemekyen en keyif aldığımız ve bir sonraki bölümü en heycanla beklediğimiz dizi hep Entourage oldu. Yedinci sezonları 27 haziranda HBO ekranlarında yayınlanmaya başlıyormuş..Arayı uzun tuttular ama yaz döneminde en azından haftalık ortalama 25 dakikamızın keyifli geçeceği kesin...(trailer'daki müzik için buraya)

19 Mayıs 2010 Çarşamba

"O" An #2


2009 Amerika Açık..Reuters tarafından çekilen bu fotoğraflarda Kim Clijters'ın yanındaki sarışın ufaklık uğruna 2 yıl ara verdiği ve dönüşünde wild card ile katılarak grand slam şampiyonluğana ulaşmasının hikayesi anlatılıyor. Sevincini haklı olarak kızıyla kutluyor. Kazandığı kupayı daha da anlamlı hale getirircesine kızını ve kupayı aynı kareye sokmayı başarıyor.Bir basketbolcu ve bir tenişçinin birlikteliğinin meyvesi olan, haliyle sporcu genlerini içinde barındıran kızına böylesine örnek olmak olmak ve bu spor aşkı tam da şu günlerde imrenerek baktığımız ve görmek istediğimiz enstantaneler...


Aziz Yıldırım ve 19 MAYIS


İsimleri içinde geçen spor sözcüğüne sahip olan ülkenin güzide kulüpleri aynı zamanda o ülkede gerçekleşen bütün spor olaylarının namusudur da. Uzun zamandır eleştirilen ve daha da çok uzun süre eleştirilecek olan spor kültürümüz ve kulüplerimizden bazıları ancak bu kadar saçmalayabilirler di böylesine anlamlı bir günde. İsim vermek gerekirse Fenerbahçe Spor Kulübü ve başkanın 19 Mayıs'ın sabahında yaptığı basın açıklaması ve açıklamaya reaksiyon gösteren kişi ve kuruluşlar öyle gözüküyorki günün anlam ve önemi kavrayamamış durumdalar. Bütün yanlışları ve aksaklıkları koca bir kulübe mal etmek çok doğru olmayacaktır belki. Lakin belirtmek gerekir ki hiç bir zaman sahip olamadıkları kurumsal yapı yüzünden bu kulüplerin başında duran kişiler mensubu olduğu kulübün ve sporun önüne geçmeye başlamıştır. Sahip olduğumuz politik yapıdaki parti bazlı değilde lider bazlı siyassetin yapılması ne yazık ki spora da sıçradı. Bugün bir Aziz Yıldırım ismi Fenerbahçe isminde önce anılıyorsa yanlışı herkes de aramak lazım. Gelen tepkiler çerçevesinde açık bir şekilde gözüküyor ki ülkeye hatrı sayılır hizmetleri olan Fenerbahçe Spor Kulübü'nün ve başkanı Aziz Yıldırım'ın yaptığı hataları dış dünyada arayan ve psikolojide karakter bozukluğu olarak adlandırılan hareketleriyle düşman kazanmaya ve sevilmemeyenler listesinin başında olmaya devam ediyor.

Mahallenin kafi yetenekte, zengin bir o kadar da ukala ve uyuz tipleri vardır hani. Kendi aramızda yapılan maçlarda oynatmayı istemediğimiz fakat sahip olduğu ağırlık yüzünden bir türlü başımızdan atamadığımız..Bu tiplerin bazen bizi futboldan, spordan soğuttuğu doğrudur fakat unutulmamalıdır ki futbol sevgimizin nedeni mahallenin en yakışıklısına ve zengine bile sahada tekme atma şansı tanıyabilmesidir.

Kulüplerin ve kişilerin gençliğe ve spora armağan edilen günde sahip oldukları spor kültürüyle örnek olduklarını sanarak bayramı kutlar gibi yapmaları içinde bulunduğumuz buhranın en açık göstergesidir.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

DIO

Temple of the King - Rainbow from rayvelline on Vimeo.



Dün kaybedilen şampiyonluktan çok daha fazlası vardı... Ronnie James Dio efsanesinin anısına Temple Of The King. R.I.P

Sürekli Kaybedenlerin Kazandığı LİG


Dün akşamki 2 maç ne de güzel özetlemişti bizim çarpık spor kültürümüzü diye düşünmeye başlamıştım ta ki yaşananlardan hiç bir zaman ders çıkaramadığımız gerçeğinin farkına varana kadar. Bağımlı değişken takımların büründükleri ruh hali, maç sonu yaşanan trajedi, rakip taraftarların biz şampiyon olamadık siz de olamayın mantığı bizden bir bok olmayacağının özetiydi aslında. Üç büyüklerden kovulan futbolcu ve teknik direktörle şampiyonluğa ulaşmak elbette ki başarıdır fakat bütün sezon boyu yaşananlar, bedevadan gelen puanlar, kapanan sahalar, rakip takım aleyhine ayrımcılık kokan tezahüratlar benim gözümde Bursaspor'un şampiyonluğuna gölge düşüren olaylar.Şampiyonluğu anasının ak sütü olarak görenlerin aksine koca bir lig yaşananları düşündüğümde Bursa'ya küçük bir takdirden fazlasını veremiyorum ne yazık ki.

Fenerbahçe cephesinden anons skandalı, kaçan şampiyonluk bir yana, maç sonrası yaşananlardan sonra ortadan kaybolmalar, futbolcuların evlerine polis eşliğinde bırakılması tam da bu ülkeye yakışan cinsten aslında. Son günlerde diğer branşlarda kazandığı şampiyonluklar bu topraklardaki en büyük SPOR kulübü olarak lanse edilen Fenerbahçe'nin kaybetmeyi de bilmesi lazımdı oysa.Şampiyonluğu kazandığını sanan taraftarın hemen omuzalarına almak istediği kişi olan Daum, giden şampiyonluğun arkasından aynı ellerce öldürülmek istenmesi taraftar olarak mensubu olduğunuz kulübe son derece yakışıksız kalmaktadır. Eğer ki kaybetmeye tahamülünüz yoksa gerekli önlemleri önceden alacaksınız arkadaş. Şampiyonluklar kazanılır, kaybedilir ama kulübün ve insanların duruşları bakidir. Seyirciler önce sevinir sonra kızar fakat siz de biliyorsunuz ki destek hep devam eder. Son olarak Fenerbahçe krallar gibi top oynadı diyen, takımını savunan Fenerbahçe taraftarını söylemek isterim ki tarih güzel futbolu değil, her zaman gol krallarını hatırlar. Maalesef ki gol atamazsanız bağımsız değişken olamazsınız.

Bursa cephesinde şampiyonluğun haklı sevinci vardı bütün gece boyunca, olmaya da devam edecek elbette ki. Toplama bir takımla elde edilen bu başarıyı bazı medya kuruluşları ve insanlar gibi DEVRİM olarak nitelendiremesem de, büyük bir başarı olduğu gerçeğini bir futbol izleyicisi olarak kabul ediyorum. Fakat söylemek isterim ki Bursa'nın kazandığı şampiyonluğu; lig'ten ihraç edilen, birilerinin istediği gibi kulüp alabildiği, rakip takım taraftarlarına yönelik ayrımcı tezahuratların yer alıdığı bir yılda kazanılmış şampiyonluk olarak hatırlayacağım. Bursa taraftarlarının Diyarbakır maçında "PKK dışarı" diye yaptıkları tezahüratı hatırlarsınız. Fakat bu tazahüratın ardından "bu vatan bölünmez bu böyle biline" diye devam eden tezahüratlarının melodisi ne gariptir ki Ahmet Kaya'nın bahtiyar şarkısının melodisi üzerine yazılmıştı. Kendisi de Kürt meselesi yüzünden çok çekmiş bir müzisyen olarak şarkısının melodisin kullanılmasını doğal karşılayan Bursa taraftarı neden bütün bir Kürt meselesini Diyarbakır teknik kadrosu ve futbolcularına mal ettiğini sormak lazım.Kaderin cilvesi midir bilinmez ama bu tür olayarın yaşandığı bir yıl oldu. Kültür ilişkilerinin bu kadar bozuk olduğu ortamda sağlıklı bir futbol beklemekte abesle iştigal kaçardı zaten.

Son olarak kendi takımları şampiyon olmuşcasına sevinenler, biz şampion olamazsak kimse şampiyon olmasın mantığı bürünenlere seslenmek isterim. Eğer ki bir kişi bir takımı tutuyorsa bu o tuttuğu takıma olan sempatisi yüzündendir. O takıma olan bağlılığı, o takımın duruşu, vizyonu yüzündendir. Kendisine en doğru ve en yakın gelen kulüp o takımdır çünkü. Fakat sizin taraftarlığınız salt karşı takıma olan düşmanlığınızdan kaynaklanıyorsa size taraftardan önce fanatik kelimesinin anlamına bakmanızı öneririm. Bahsettiklerim ince espriler, arkaşlarınızla yaptığınız tatlı sataşmalar değildir. Bu düşmanlığı besleyenlerden yarın öbür gün ülkede sağduyulu hareketler beklemek zor değil mi sizce de? Beni bu yazı yazdığım için Fenerbahçe taraftarı ya da fanatiği olmakla suçlayanlar olacaklardır kendi fanatiklik duyguları yüzünden. Yararı olur mu bilmem ama ne yapılan anons sonrası gelen şampiyonluğa sevindim ne de gerçeğin anlaşılmasından sonra kaybedilen şampiyonluğa üzüldüm. Benim takımın galip gelemediği sürece gelen şampiyonluğa sevinme ihtimalim de yoktu zaten. Belirtmek isterim ki bizimkisi sadece sempati. Ayrıca bir Göztepeli olarak geçen sene playoff'larda Ksk-Kasımpaşa maçında da İzmir ekinin atkısını takarak desteklemiş biri olarak söylüyorum ki iğneyi önce kendinize batırın....

Lig hakkındaki önceki görüşler için buraya ve buraya

16 Mayıs 2010 Pazar

Mr. Mojorisin


Genel olarak dinlediğim grupların şarkılarında ilk dikkat ettiğim nokta müzisyenlerin enstrümanlarına hakimiyeti ve melodilerin etkileyiciliğidir.Jimi Hendrix'in, Led Zeppelin'in bende bu denli büyük iz bırakmasının en büyük sebebi budur. Bu yüzden onları cümle içinde kullanırken,’’ en keyif aldığım, en sevdiğim’’ gibi sıfatlarla kulanırım.Kulağa güzel gelen herşeye açığım, dinlerim; ama bu grubu çok severim demem için yukarıda bahsettiğim kıstasların yerine gelmesi gerekir. Yazmak istediğim konu ise,beni biraz olsun bu net,dogma nitelikteki düşüncelerimden uzaklaştıran grup.''The Doors''

The Doors,parçaların çoğunun kendisine ait olduğu bir gitariste sahiptir(Robbie Krieger).Belki bir Hendrix değildir ama temiz çalar, şarkının vermek istediğini abartmadan verir. Bunun yanında ultra yetenekli bir klavyeciye sahiptir(Ray Manzarek). Öyle ki, sağ eliyle klavye çalarken sol eliyle bass çalabilir bu adam.Süper çalar hem de. En önemlisi, klavyenin bir rock şarkısına çok büyük bir katkısı olamayacağını savunurken,bana klavyenin bir rock şarkısı yaratabileceğini ispat etmiştir. Davulda ise yalnızca yapması gerekeni yapan bir isme sahiptir(John Densmore).Bu adam yapması gerekenden fazlasını yapabilecekken yapmadığı için The Doors vardır. Hatta bence grubun belli bir tarzı olmasının ve bu denli efsane olmasının temelinde müzikal sadelik yatmaktadır.

Diğer grup elemanlarından daha uzun bahsetmek isterdim; ancak rock tarihinin en etkileyici frontmanine sahip grubundan bahsediyoruz.Ünü grubun önüne geçen, yalnızca yazmış olduğu sözlerle veya şarkıyı söyleyiş tarzıyla incelenemeyecek bir insandan bahsediyoruz.Jim Morrison.Kiminin gözünde sapık bir uyuşturucu bağımlısı, kiminin gözünde cazibenin tanımı, kiminin gözünde uç bir şair; kendi gözünde ise herşeyi yapabilecek olan lizard king. Aslında hepsi. Kimi onu sahnede masturbasyon yaptığı haliyle hatırlamak isterken, kimi onun kafasına ulaşabilmek için ne kadar içmek gerektiğini hesaplar. Kimi onu bir obje olarak görürken, kimi yazdığı şiirlere takılır kalır. Kimi onu annesine küfreden bir manyak olarak nitelendirir, kimi iktidarsız biri olarak. Tüm bu nedenlerden ötürü sevilse de; nefret edilse de,ilgi odağıdır. Kendi tarzını yaratmış ve o tarzın ilk,tek ve son temsilcisi olmuştur.

The Doors,gerek müzik icra ettiği dönemde gerekse günümüzde çok büyük bir hayran kitlesine sahiptir. Bu hayranlığı yalnızca şarkıların güzel olmasıyla ilişkilendirmek mümkün değildir. Belli bir müziğin veya o müzik türünü icra eden grupların hayranları, müziğe duydukları hayranlığın yanında o grupların hayat felsefesini de benimsedikleri için hayran kategorisine girerler.Bunun yanında, günümüzde çok fazla olduğuna inanmadığım; ancak grubun var olduğu dönemde gruptan nefret edenlerin de olduğu aşikardır. The Doors'un böylesine efsaneleşerek günümüze gelmesinde şarkılarının,hayranlarının yanı sıra gruptan nefret edenlerin de çok büyük bir payı vardır.

The Doors'u dönemdaşlarından ve kendisine benzer tarzda müzik yapan gruplardan ayıran en önemli nokta ise etkileyici müziğin yanında etkileyici sözlerdir. Bazı şarkılarda en yalın şekilde anlatır derdini, dinleyicinin kafasında daha ilk saniyeden o sahne oluşur. Bazı şarkılarda ise kafa karıştırır.Dinleyici yine anlar Jim Morrison'ın ne demek istediğini ancak bu sadece kendi betimlediği şekille sınırlı kalır. Jim Morrison'ın ne çizmek istediğini bilemez. Fikir sahibi olsa dahi ona ulaşamaz.

The Doors'un bana göre diğer tüm gruplardan en farklı yönü ise, belli bir kalıba sokulamaması. Şöyle ki, rock'n roll dendiğinde Led Zeppelin, grunge dendiğinde Pearl Jam diyorsam; The Doors için böyle bir kalıp bulamıyorum. Daha farklı bir deyişle The Doors'u bir tarz içinde değil, duygu kavramları içinde değerlendirebiliyorum. Yani The Doors'u rock müzikle sınırlandıramıyorum.Onu ancak aşk,umut,isyan,nefret gibi duygusal kavramlarla açıklayabiliyorum. Bu açıklamayı albüm albüm,şarkı şarkı yazmam mümkün olmadığından, şu şarkıları dinleme imkanı bulursanız ne demek istediğimi belki daha net anlayabilirsiniz. Love street, people are strange,the end,ghost song.Umarım seversiniz ve sizi daha fazla The Doors dinlemeye teşvik eder.

Waiting For The Sun


Blog'un ilk başlangıç tarihi 2009'un son ayına takabül eder. O tarihten beri okuduğum veyahut izlediğimi, genel bağlamda gözlemlediğimi sesli olarak düşünüyorum. Yaklaşık 12 gündür sınav, ödev, yolculuk derken olayın sadece düşünme boyutunda kaldık. Bu süre zarfında sadece okududum ve okudum...Ülkenin çarpık gündeminin eleştrisini bolcana yaptım kendi içimde. Lakin ancak bu kadar sessiz kalabildim. Anladımki aslında yazarak içimdekini kusuryormuşum bir bakıma.

Paradokslarla ve hesaplarla dolu istifa konuşulurken asıl sorunların unutulmasına, kadın yerine bayan denilmesinin ardından gelen federasyon başkanlarının açıklamasına, Clevland'ın hazin sonuna ve daha nicesine sessiz kalmak daha doğrusu sessiz düşünmek epey yordu beni. Omzumda ağır bir yük taşıyormuşum gibi hissetmye başladım sanki dünyayı ben ve benim düşüncelerim kurtaracakmış gibi...

Gönül isterdi hepsini ayrı ayrı post yapalım ama zaman sıkıntısı yüzünden sadece Clevland hezimetine değinmek istiyorum. Sezon başında 5 maçlık dalgalı görüntüsünün ardından inanılmaz bir form grafiği ile normal sezonu en iyi galibiyet yüzdesiyle bitiren Cleveland'ı bekleyen olası tehlikenin ilk sinyalini burada vermiştik. Herkesin gözünde şampiyonluğun en büyük favorisi olan takım kötü bir sezon geçiren Boston karşısında abandone oldu. Serinin 5. maçı sonunda tribünlerden gelen hoşnutsuzluk sesleri hali hazırda karekter eksikliği olan takımın üzerinde beklenen şekilde sonlandı. Şoför mahallinde oturan tribün çocuğu LeBron ve her maç öncesi haka dansı vari tavırlala motive olduğunu sanan Cleveland takımının balonu patladı. Aklıma hemen Fatih Terim geldi tabi: " o şovu tribünde yapıyorlar, o bakan öteki milletvekili..O şov orda yapılıyor burda yok." Bu bağlamda hocamıza hak vermiyor değiliz tabi. Serinin 6. maçından önce LeBron'un özgüven kokan açıklamarından sonra bir patlama beklemiştim aslında ama Cleveland takımı ve koçu bizi romantiklikten alıp realiteye çabucak götürdü sağolsunlar. Ohio tribünleri ve çoğu basketbolsever gibi LeBron'a yüklenmek istemiyorum, zira elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını düşünüyorum ama bu seri bize basketbolun bir takım oyunu olduğunu ve neden sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısının sevildiğini bir kez daha gösterdi. Ayrıca bu yeni yetmeler sayesinde Jordan'ın büyüklüğünü de hatırlamış olduk. (hiç unutmadık ki). Doc Rivers'ın "beraber yapıcaz, beraber yapıcaz" açıklamaları, Boston'ın tecrübeli ve inanan kadrosuyla yaptıklarını da takdir etmek lazım tabi.Ama onlara nacizane tavsiyem seneye Sabri Sarıoğlu ve İbrahim üzülmezi de almaları yönünde. Zira antipatiklik yolunda büyük adımların zirveyle noktalanması lazım( bkz: Nate Robinson).

Play-off başladığından beri Orlando-Lakers finalini hesap ediyordum aslında. Düşünceme de çok uzak sayılmam. Fakat her zaman şampiyonluk favorim Lakers'tır. Seneye LeBron nereye gider henüz belli değil ama kendisine Chicago kapılarını burdan sonuna kadar açıyoruz. Her ne kadar Jordan isminin yanında böyle "afferdersin ama cıvık" adamların konuşulmasını istemesem de Chicago isminin tekrardan şampiyonluk potasına girmesini canı gönülden desteklerim. Unutmadan Barcelona da Euroleague'te ne sezon geçirdi be arkadaş..Ha bir de böyle popülist hareketlerin, istifaların ardından gözünüzü seveyim az akıllı davranın be arkadaş. En kötüsünden bir "The Doors" dinleyin kendinize gelin. Doors demişken bir sonraki post konusu da budur. Hepimiz için güneşli günleri bekliyoruz..

4 Mayıs 2010 Salı

Parkelerin Üzerindeki Ayak İzleri


Yedi yaşından beri bilfiil turnike atıyoruz bulduğumuz çemberlere. Elimdeki hayali topla evin kirişine attığım şutları daha dün gibi hatırlıyorum. Duvarda pas çalışırken kırdığımız vazolar ve kesilen toplar kolay unutabileceğimiz anılar değil.Sporun en çokta basketbolun büyük yeri vardır hayatımda. İlk sosyalleşme adımlarının atıldığı yıllara denk gelir basket sahalarında arkadaşlarla yaptğımız maçlar. Ağızlarda eksik olmayan Peter Naumoski ismi. Her küçük çoçuk gibi başarılı takımları desteklerdik biz de o zamanlar. Üç büyüklerin de yatırımlarının hayli az olduğu dönemde Efes Pilsen en baştaydı tabii. Koraç kupasını unutmak ne mümkün? Ya da Euroleague, o zamanki adıyla Suproleague'de oynan Final Four maçlarını. Radyodan dinlemek zorunda kalırdık bazılarını. Hüseyin Beşok'un Avrupa üçünlüğünü getiren ribaundu almak için sıçradığı sırada, dakikaların verdiği heyecanla neredeyse tavana değmek için gayri ihtiyari bir şekilde sıçradığımı nasıl unutabilirim ki? Ufuk Sarıcalar, Volkan Aydınlar, Tamer Oyguçlar, arkasından gelen Mirsad Türkcan, Murat Evliyaoğlu, Conrad Mcrae ve daha nicesi.. 2000'li yıllarında boş geçmemek lazım tabii. Kısacası basketbolda Türkiye'ye ilkleri yaşatan, Avrupa'da Türkiyeyi en iyi şekilde temsil eden ve daha bir çok spora ve sporcuya verdiği destekle imkan sağlayan bir kulüp Efes Pilsen.

Bu günlerde ise kulübün üzerinde son derece tiksindirici ve çirkin oyunlar oynanıyor. Tütün mamulleri ve alkollü içkilerin satışı ve sunumuna ilişkin usul yönetmelik taslağı tekrar gündeme geldi. Açık şekilde söylemek istiyorlar ki ya kulübü kapatın ya da adını,logosunu değiştirin. Akla gelen bu iki düşünce de Efes Pilsen kulubüne, onu destekleyenlere, onun desteklediklerine ve biz basketbolseverlere yapılan saygısızlıktır. İnsaları , gençleri, tıpkı sigara gibi alkol kullanımına teşvik edebilecek reklam ve kurumların sporda yeri yok diyerek yönetmeliği meşrulaştırmaya çalışan at gözlüklüler ve yandaşları sporun gençler üzerinde pozitif etkisini göremicek kadar kördür aslında. İstedikleri gibi her şeyi düzenleyebileceğini sanan bu insanlar hiç bir spor başarısında sevinmesinler bundan böyle. Ülkenin ismi duyuldu diye kendilerine pay biçmesinler. En basitinden Türk Futbol Milli takımının başarısında bile Efes Pilsen kulübünün yardımlarının olduğunu unutuyorlar çünkü. Kulüp aleyhine yürütülen bu çalışmalar, kendilerine göre kötü ve uygunsuz olan her türlü olaya karşı ön yargı besleyen bu beyinlerin ne ilk oyunudur ne de son oyunu olacaktır.

Yedi yaşında başlayan ve hala son sürat devam eden spor sevgime gölge düşüremeğeceklerinden emin olduğum gibi, yapılan bu oyunlara karşı sporseverlerin sessiz kalmayacağına da eminim. Efes Pilsen bir markadır, bir ekoldür, bir spor kulübüdür. Olayları başka yerlere çekmeye, insanları güzel duygulardan mahrum bırakmaya kimsenin de hakkı yoktur. Şurada isterdik ki bir nostalji yapalım, sadece Koraç Kupası konuşalım. Ama geldikleri nokta kemiğe öyle şiddetli dayanıyor ki söylemeden, bahsetmeden geçemiyor insan. Her seferinde spor ile siyaseti aynı çatı altında konuşmak zorunda kalmaktan dolayı son derece rahatsız olsam da aslında yapılmak istenen zaten spora çoktandır bulaşan siyaseti temizleme çalışmalarından başka bir şey değildir. Yine aynı kafaların parti kongrelerini düzenlemek için salonları kullandıkları yetmiyormuş gibi bir de düşüncelerini içeri sokmaya başlamaları kanına dokunuyor insanın. Çok geç olmadan bir şeyler söylemek lazım. Zira paspas yapmak bile parkelerden bu çirkinlikleri, ayak izlerini temizlemeye yetmeyebilir.
Bazen bir video, bir fotoğraf bütün yazıdan daha çok şey anlatır. Duygularımı anlatan bir video için:


Not:Detaylı, teknik ve güzel bir yazı için: http://maliano.blogspot.com/2010/05/gencligi-efes-pilsenden-korumak.html

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Jesus Almeyda ve Bandista


Bilmeyen yoktur aslında.. Sadece günün anlam ve önemine istinaden yinelemek istedim.

"Biz futbolun sahte dünyasının içindeyiz. Bu tamamen düzmece bir dünya. Bize basit bir oyun oynamamız için milyonlarca dolar ödeniyor. Ama biz sadece sistemin devam etmesi için kendini satan köleleriz. Ben sadece futbolcu Almeyda değilim. Bir insanım, bir babayım ve bir çiftçiyim. İşte bu benim. Ve futbolun içinde kaldığım her gün gerçek Almeyda’dan uzaklaşıp, kişiliğimi yitiriyorum" Jesus Almeyda

Bir de bayram havasına katkıda bulunmak için:


albenisi albeni, albenisi
sanki bir, şa lala lala lala la,
düşkün bir düşe benzer,
heveskâr eğlenceler,
burjuvazi büyüler,
temaşa verir huşu,
sanki bir tavuskuşu,
ga gaga gaga gaga ga,
gagasında pembe toz,
uyku inkâr ve hipnoz,
dolce vita ah ne hoş,

uyan artık ey uyan,
uyan âlem-i reayan,
pa papa papa papa pa,
patlayan bir volkan ol,
şol zulümden çıkar yol,
mevcudiyet kavgası!